Başkaları (Kısım 1)

Dardonyus / 2021

(1)

Anis tepeden yuvarlanmış kayalarla sarılmış dar bir patikada yürüyordu. Ayaklarının altında ezilen kurumuş otların hışırtısı ağustos böceklerinin bitmek bilmeyen çığlıklarına karışırken çalılar arasındaki ufacık kuşların efsunlu cıvıltıları ile kulağının yanından hızla geçen eşek arılarının metalik vızıltılarına aldırış etmeden sıkıcı iç konuşmalarına devam ediyordu. Uçsuz bucaksız dağlar, bereketli toprak, masmavi gök kubbe, nebat, hayvanlar ve bu hep özlediği yalnızlık hali düşünülenin aksine Anis’i daha iyi hissettirmiyordu. İki yıl önce kafasının içinde neler dolaşıyorsa, bu kusursuz yerde yine kafasının içinde onlar koşturuyordu. Hatta hızlanmıştı parçacıklar ve hani karanlık bir odada ışıklar saçabilirdi.

Daha küçük hedefler, daha kısa planlar ve küçük işlerle zamanı avutuyor olsa da kendisini ikna etmesi çok da kolay olmuyordu. Dikkatle bakıyordu etrafına. Bazen bir dal parçası, bazen bir meyve, bazen de bir taşı alıp heybesine koyuyordu. Eve boş dönmemek önemli idi.

Çocukken oturduğu mahalleden uzaklaşıp otoyol kenarlarına ya da fabrikalarının ardındaki büyük arazilerin tel çitlerle çevrilmiş sınırlarına kadar yürürken yerlerden toplayıp ceplerine doldurduğu çivileri, vidaları, cıvataları, eğri büğrü metal parçalarını, meşrubat kapaklarını hâlâ anımsıyordu. Her bulduğu şey asıl bulmayı arzuladığı nesneye onu daha da yaklaştırıyordu muhtemelen. Sihirli yüzükler, birkaç gün önce dünyaya düşmüş meteorlar, paslanmış tabancalar, sayfaları dağılmış açık saçık kadın resimleri olan mecmualar, futbol haberleri ile dolu sararmış gazete sayfaları, belki de iyi para edecek bakır teller, patlamış futbol topları, velhasıl eve dönene kadar pek çoğunun kendiliğinden albenisini kaybedeceği çöpler.

Bir gün mutlaka kullanırım diye belleğine kazıdığı başkalarının cümleleri gibi bu değersiz şeyler de kişisel tarihinin çöplüğünde hâlâ durur.

Âdettendir ya eve mutlaka yorgun dönülür. Sadece büyük şehirlerde değil, bak işte dağ başında da böyledir. Ev derdinin dermanıdır, yüz çevirmez, senden razıdır. Dünya kadar kabahatin olsa seni incitmez, öyle kabul eder.

Çeşmeden su içip bahçedeki sofaya uzandı. Uykunun en masum ve en içten hali ile selamlaştı, daha hasbihâle başlamadan derin bir kuyuya düşüverdi. Düşünde mezar taşları gördü, güneşe hasret ruhların yanı başlarında yakılan ateşle ısındığı bir kabristan.

(2)

Zaman ardında bıraktığı gölgesine dahi sığınamayan yürekleri kanatarak geçiyor. Bin yıllık iç sıkıntısını yüklenmiş insanlık yorgun, tükenmiş ve ümitsiz. Kötülüğün bitmek tükenmek bilmeyen enerjisi olmasa insanlığın adım atmaya mecali yok. Sürekli yeniden üretmeye zorluyor seni. Yeniden, yeniden ve bitmeksizin tekrar tekrar üretmek, akrep ve yelkovanın eşgüdümlü yolculuğu gibi, ölene kadar hep aynı.

Ocak sensin, ağacı kesip, taşıyan sensin, içinde yanan odun sensin, kor sensin, koru karıştıran demir sensin, kül sensin, külü alıp döken de sensin.  Sıyrılamazsan ve bir kaçış bulamazsan seni de tarifsiz acılarla yok edecek bu anlamsız çark. İçinden çıkamadığın sadece derin iç sıkıntıları değil, bunun hayatında bir nesnel karşılığı vardır elbet. Bunun ele avuca sığan sebepleri de vardır mutlaka. Bir bilinmezin peşinde heder olup ömrü tüketmek yerine yeni bir ömür inşa etmek daha mı doğru acaba?

Tüm bu içinden çıkılmaz iç sıkıntılarının nedeni seninle aynı olan aynı kaderi paylaşan insanlar değil. Onları suçlamayı bırakmak lazım. İnsan en çok kendisi ile aynı olana eziyet ediyor, kendisi ile aynı olandan nefret ediyor. İnsan en çok kendisini koşulsuz seveni incitiyor. En acısı da tüm bunlar olurken insan en çok kendisini bu çukura itenlere öykünüyor, ilk fırsatta onlar gibi olmak istiyor. Bu nedenle elbette büyük insanlıktan bir ümidim yoktur.

Yeniden üretmek kötü değil elbette ve aslına bakarsan başka bir yol da yok. Ancak yeniden üretirken eski özü kullanırsan eskiyi yeniden inşa etmiş olursun. Eski hataları terk edip, yeni hatalara koşmak gerek. Varsın sonu hüsran olsun.

Belki de o bir başka dünyaya yaklaşırsın. Bedenin seni terk etmeden ruhunda hissedersin huzuru. Çürüyüp toprağa karıştığında; dolaştığın sokaklarda, oturup kahve içtiğin kıraathanelerde, doğduğun evin duvarlarında, sandalyende, masanda ve seni sevmiş insanların yüreklerinde sonsuza dek yaşayacak ruhundur. Bu ruhu huzurdan mahrum etmek en büyük kötülük olacaktır. İşte bu sonsuz ruh için toparlanmalı ve güç toplamalı insan.

Pes etmemeli.

Yarım kalmış hikayeler, acıtan terk edişler, içini kanatan tercihler, zamansız ölümler, acımasız işkenceler, ömür boyu mahpusluklar, bitmeyen kavgalar, hep yoksulluk, hep yoksunluk seni durdurmaya çalışacak, bacaklarına dolanacak.

Toparlanmalı ve güç toplamalı insan. Pes etmemeli. Yakın zamanda başlayacak ilk oyunda baş rol oynayacak gibi dinç tutmalı kendini. Ciğerlerini daha çok şişirmeli, gözleri ile gülmeli, yüreği ile sevmeli. Ümide ihtiyaç yok.

Ümidin canı cehenneme.

(3)

Pencereden bakarken onun ördüğü beyaz kazağındaki kırmızı noktaları fark etti. Kırmızı dolgun salçalık biberlerden küçük bir hatıra.  

Sokaktan gelen sesler kelimelere dönüşmeden dağılıyor havada. Yaşam olanca sıradanlığı ile sürmekteyken bahar kentin tüm engellemelerine karşın kendini göstermeyi başarıyor, görmesen bile kül rengi incecik tüyleri rüzgarla uçuşan yavru kuşların sesleri çatılardan duyuluyor, arka bahçelerdeki mahpus bitkiler inadına yeşeriyor. Gökyüzü sanki uçsuz bucaksız okyanusun üzerindeymişçesine mavi. Bu gezegen kesinlikle tezatlardan besleniyor.

Anis masasına döndü. Yapılacak ne çok iş vardı. O ise sabah uyandığında daha yataktan çıkmadan kafasına demir atan fikirle hemhal olmak istiyordu. Daha doğrusu devam edebilmek için sorunları tek tek çözmek zorunda hissediyordu kendisini.

Her şeyi çalıyorduk -hakikaten her şeyi- ve hiçbir şey bütünüyle kendimize ait değil. Bak bu ara ara gelen sevinçli ruh hallerimi çocukken seyrettiğim bir Japon çizgi filminden çalmıştım. Bu umutsuz, karamsar görünümüm bir Fransız yazardan yadigâr. Dünya yıkılsa dahi işe ara vermeyişim faşist diktatörler zamanında temelleri örülmüş merkezi ve tekçi öğretim sisteminin kalıntıları olmalı. İçimdeki belli belirsiz savaşçı ruh atalarımdan miras. İşte böyle bir çırpıda sayamayacağımız kadar kendimize yabancı hisle donatılmışız. Tek tek sorguladığında hepsinin içi boş, üzerimizde eğreti duran hisler. Yine de bunların hepsi bir miktar anlaşılabilir, kabul edilebilir hatta. Ancak beni kapana kıstıran şey başkalarının utancını, acılarını, suçlarını da çalıp sahiplenme isteği. Hele hele yürek dağlayacak kadar hakiki ise bunlar. Bir insan bunu neden yapmak ister sorusunu yanıtlayamıyorum.” diye sayıkladı bir çırpıda kendi kendine.

Belki de deli saçmasıydı hepsi. Ama Anis alıkoyamıyor kendini bunları düşünmekten. İnsan içindeki boşlukları -farkında ya da değil- bir şekilde doldurur. Sevgisizlik mesela, gerçekten hiç sevilmemiş bir insan bu hissin yerini bir şeyle tamamlamış olmalı değil mi? Biraz dikkat kesilirsen karşındaki insana ya da bırak diğer insanları kendine bile odaklansan, bir şeyleri daha fazla idrak etmek çok da zor değil. Bir başkasına dokunmaktan nasıl imtina ettiğini, en yakınındakilere dahi hitap etmekte nasıl zorlandığını, bazen anne, baba gibi en basit ve ilk öğrenilen sözcüklerin nasıl boğazında düğümlendiğini anımsayıp utandı. Bunu kime nasıl açıklayabilirdi ki? Başkalarından çalıp çırptıkları ile mükemmel bir ruh oluşturabilir miydi?

Çok eskiden, “senin sorunun ne biliyor musun” diye sormuştu bir arkadaşı. “Neymiş” demişti muhtemelen. “Senin sorunun tüm söküklerini yamamaya çalışman. Oysa bazen bir şeyleri tamamen atıp yerine yenisini koyman gerekir”. Diyeceğim o ki, “sen her şeyi -kendin de dahil- mevcut hali ile muhafaza etmeyi düstur edinmişsin kendine”. Anis hâlâ bu yorumu tam olarak kavrayamamış olsa da ne zaman zora düşse bu sözler aklına gelir.

Daha çok küçükken aile büyüklerinden geçmiş zaman hikayeleri dinlemek için can attığı dönemlerde, televizyonsuz evlerdeki akşam yemeği sonrasında çay faslında uyuyup kalmamak için türlü yollar dener ve tüm anlatılanları aklında tutmaya çalışırdı. En çok da savaş zamanları, dağa çıkan eşkıya, dağda kaybolan çocuk, erken ölmüş yakın akrabalar, açlık günleri ve bitmek bilmeyen göç hikayeleri ile ilgili olanları severdi. Soru soramazdı zaten sorsa da kimse yanıt vermezdi. Zamanla hikayeleri anlatanlar da tek tek öte dünyaya göçüp gitti. Anis büyüdü. Hikayelerden aklında kalan birkaç kırık dökük cümle kendi tarihine ışık tutamıyordu. Kitaplarda okuduğu öykülerden bir seçki yapıp kendi tarihini oluşturmalıydı. Bunu rahatlıkla yapabilirdi ama ilk gençlik yıllarında yavaş yavaş anlamaya başladığı şey bu dünyada çok farklı hayatların, sonuçları birbirlerine benzese de çok farklı hikayelerin olduğuydu. Bu işi çetrefilli hale getiriyordu.

Muzaffer bir komutanın torunun torunu mu olmalıydı yoksa baskıya zulme isyan edip tüm yurda nam salmış bir isyancı soyundan mı gelmeliydi? Ya da baskı ve zulüm ile sindirilmiş hatta köyünden, yurdundan sürülmüş bir ailenin ferdi mi olmalıydı? Savaşa katılmayıp, savaş sonrası birden olanca zenginliği ile ortaya çıkan bir büyük dedenin de soyundan gelebilirdi? Pek tabi, savaşa karşı olduğu için dağda gizli bir yaşamı tercih eden ve savaş sonrası köyüne dönen yıllarca belgesiz yaşayacak birini de atası kabul edebilirdi. Belki de bir atası kalmamıştı, tümden yok edilmişti tüm geçmişi. Biraz daha zorlarsak, bambaşka bir coğrafyadan zorla koparılıp, hiç tanımadığı insanların boş evlerine ve köylerine yerleştirilmiş ailelerden birine de mensup olabilirdi.

Kendisine doğrudan aktarılan olağanüstü bir durum yoktu geçmişinde. Bunun için kendi kendisine hayıflanırdı. Babası ile annesinin tanışması, babasının askerlik ve sonrasında ilk iş anıları, bir dedesinin çalışmak için uzak bir ülkeye gitmesi, diğer dedesinin babasının yerel bir din görevlisi olması gibi gayet tekdüze anlatılarla zaman geçmişti. Diyeceğim hiçbir zaman şaşalı ve heyecanlı bir tarih yazamadı kendisine. Yazabildiği tek resmi tarihi yedi yaşında sürüklenerek götürüldüğü ilkokul ile başladı. Sizlerin de tahmin edeceği gibi sıkıcı ve olağan olaylardan oluşan bir geçmişe sahip oldu Anis.  

Peki Anis neler çaldı başkalarının hayatlarından? Ayrıca bu hayatlar da çalıntı mıydı yoksa sahici miydi? Çürümeye yüz tutmuş bir dünyadan elle tutulur neler araklamış olabilirdi Anis? Kimlerin hislerinin üzerine kapaklandı ve onları sahiplendi, hangi hislerini baskıladı?

(4)

Sıkıca tuttuğu cam sürahi nasıl olduysa birden elinden kayıverdi ve yüzlerce parçaya ayrıldı. Öylece durdu bir süre, çıplak ayaklarına baktı. Etrafa dağılmış cam parçalarına baktı. Küçük kesikleri göze alarak parmak uçlarına basarak mutfaktan çıktı. Salonda oturup ayağının altına saplanan cam parçalarını bir cımbızla görebildiği kadar temizledi. Lambayı söndürdü. Başının altına renkli minderlerinden birini koyup yün hırkasına sarıldı, üzerini küçük battaniyesi ile örtüp gözlerini kapadı. Hiçbir şey olmadı dedi kendi kendine, ben hayal gördüm.

Hiç olmamış bir şeyi olmuş gibi davranabilir misiniz? Size inanacak insanlar bulabilir misiniz? Hani bu olay bir yün yumağın yuvarlanıp açılması gibi bir şey değilse. Hele de bu bir insan ömründen daha uzun zaman önce olmuşsa. Geride kalanların yaktığı ağıtlar hâlâ soğumamışsa. Tek tük sararmış fotoğraflardaki o bakışlar insan olduğunuza pişman ettiriyorsa. Anaları kayıp bebeleri kucaklamış kız çocukları, ihtiyarlar, kadınlar bir türlü gelmeyen Xızır’a mı daha çok kızgın yoksa neden olduğunu dahi bilmedikleri bu zulmü yapanlara mı?

Kötülük nedir tam olarak? Bir insan ya da insanlar niçin ve nasıl bu kadar kötü olabilir? Kötülükten daha hızlı bulaşabilen bir virüs var mıdır? Tarafları çoktan toprak olmuş bir mezalime gerekçe yazıp savunan insanlar, bunların yer aldığı resmî kurumlar, nasıl bir duyguyla besleniyor olabilir? Toprak sevgisi mi, ekonomik saikler mi, beka mı, mutlu bir gelecek hayali mi? Bir çocuğu sopayla öldüresiye dövmenin tüm bu sonradan yazılmış gerekçelerle doğrudan bir ilgisi olabilir mi?

Anis hiç dinlemedi böyle bir hikâye, biz zamanlar okumuştu yalnızca. Aklına kazındı elbette. Ara ara heyheyleri gelince kendisini kayaların arasında, çalılıklarda, derenin kıyısında koşarken bulur. Öyle bir koşmak ki çocuk ciğerleri şişip patlayacak gibi olup nefessiz kalır. Nemli kuytularda, karanlık mağaralarda uyur. Öyle çok korkar ki, korku bile utancından yerin dibine girer. Öyle çok özler ki, özlem bile kavrulup kül olur. Yıldızlarla yarenlik yapar, karıncalarla oynar, toprakla, ağaçlarla konuşur. Mavi kanatlı kuşların şarkılarıyla neşelenir. Kırmızı acı bir yaban meyvesi ile boyanır elleri. Sabahları sisler içinde yürür, çiğ taneleri ile yüzünü ıslatır. Kış gelmeden dönmezse bir daha dönemeyeceğini de bilir. Eninde sonunda evine geri dönecektir ama döndüğü evin eski evi olmayacağını da çocuk aklıyla bile kavramıştır.

Kalkıp yerdeki cam parçalarını süpürge ve faraş ile toparladıktan sonra ocağa su koydu. Yüzünü yıkamak için bahçedeki çeşmeye gitti. Döndüğünde demliğe üç kaşık çay koydu. Bir dilim ekmek kesti, ocaktaki sacın üzerinde kızartıp üzerine tereyağı sürdü. Mutfakta yedi ekmeği daha çay demlenmemişti.

Atölyesi yandıktan sonra taşınmıştı bu şehre ve bu eve. Neden diye soranlara bir yanıt vermedi, öylece baktı. Alışmışlardı Anis’in bu susan hallerine.  

Muhtemelen sönmemiş bir izmarit elinde avucunda ne varsa yok etmişti ama Anis bu küçük ayrıntıyı görmezden geldi. Atölyesi yakılmıştı, bu daha cazip bir hikayeydi. Kendisini ikna etmek için şöyle dedi “bu dünyada bir şey yolunda gidiyorsa, görünmez bir el o şeyi çabucak yok eder”. Ah bu tanrılar, doğru ya hepsine birden yaranamazsın ki.

Öyle ya da böyle, günler, aylar, mevsimler ve yıllar hızla geçip gidiyordu. Yer yer sökülmüş, genel olarak yıpranmış hayatını tamir etmek yerine -aldığı tavsiyelere de uyarak- tümden değiştirme kararı alan Anis de yeni bir hayata merhaba diyeli neredeyse bir yıldan geçkin bir zaman olmuştu. Anis sonrasında olabilecekleri çok da düşünmeden tersine göçü tercih etmişti. Hani hep beni oralara çeken bir şeyler vardı derdi ya -işin aslı bu his de düpedüz çalıntıydı-, her türlü zorluğu göze alarak o dağlık kasabaya taşınmıştı. Eh bu çetin doğa koşulları için biraz narin olabilirdi ancak kısa sürede alışacağını da biliyordu. Bedeni alışırdı elbette ve alıştı da. Asıl aşılması gereken sorun yeni çevresi oldu. İlk üç ay gerçekten ya sabırlarla, dualarla ve büktüğü işaret parmağını ısırarak geçti. Ne zaman ki muhtar, yakın komşular, emniyet müdürü ve jandarma komutanı dahil olmak üzere bu adam belli ki delidir hatta meczuptur, şehrimizi karıştırmaya, dirliğimizi ve birliğimizi yakıp yıkmaya gelmemiştir dediler, Anis rahata kavuştu.

Atölye ile birlikte kitaplarının çoğu yanmıştı, kalanları da buraya getirmemiş olması elbette bu doğal kabullenmede etkili olmuştur. Anis gelecek yıllarda bu konuda hakkında şöyle diyecektir, “yeni bir hayata eski kitaplarla başlayamazsın”. Bu arada belirtmekte yarar var coğrafyanın bedeniniz üzerindeki hızlı etkisini dağlık bir bölgede bir kış geçirdikten sonra çok daha net anlayabilirsiniz. Kış geçip bahar geldiğinde uykusundan uyanıp yeşil kırlara inen ayılar misali gerine gerine bahçede dolaşmaya başlayan Anis’in nasıl bir değişim geçirdiğini görseniz de inanamazsınız. Bu temiz dağ havasının en güzel yanı yaşın kaç olursa olsun bedenini dinç kılması. Eline sopanı alıp tepeye doğru sardığında siyatiğini, fıtığını, migrenini, ülserini, zamansız şişen ellerini tamamen unutuyorsun. Sanmayın ki bu çok iyi bir şeydir. Bedenin gibi beynin de bol oksijenden sürekli çalışır elbette ve seni ruhen yorar. Olanı da olmayanı da ve olmasını hayal ettiğini de bu bol ve boş vakitlerde aklına düşürür. Kalkıp bir çay koymazsan ya da bahçeye çıkıp odun kırmak gibi ağır bir iş yapmazsan seni delirtir. Yani daha ne kadar delirtebilir demeyin, delilik de dipsiz bir kuyudur.

(5)

Her defasında hüsranla sonuçsa bile oyunları bırakmak hiç mantıklı değil. Hayatı çekilmez kılan şey kurduğun bir oyunun daha bitmesi değil, bu süreçte yeni bir oyun kurgulamamış olmaktır. Aşık Veysel’in de dediği gibi “harekete kimse mâni olamaz”. Sen dursan da hayat devam edecektir. Lakin yalnızca seyredeceğin bir hayat senin hayatın olabilir mi? İşte dışarıdan hissedilmeyen bu yıkıcı savaştan ayakta çıkabilmek çok önemlidir. Önce var olduğunu kanıtlaman gerekir, başkalarına değil tabi, kendine. Varsan, hava ile dolduruyorsan ciğerlerini, susuyorsan, acıkıyorsan hâlâ, işler yoluna girmiştir bile. Akabinde mutlaka sevecek bir şeyler bulursun. Bir ağacı seversin, bir yemeği seversin, bir köpek gelir kapından ayrılmaz, onu seversin. Tekrar özlemeye başlarsın, anneni özlersin, kızını özlersin yahut eski bir arkadaşını özlersin, aşkı özlersin. İlkin ellerin canlanır, iş yapmaya başlar, daha sıkı tutmaya başlarsın eşyaları. Daha çok dokunursun. Bacakların güçlenir tekrar. Yollar kısalır, yürürsün, taşırsın, getirirsin, götürürsün. En son da dilin çözülür. Türküler düşmeye başlar dilinden, hatırlarsın bir çırpıda yirmi yıldır duymadığın bir ezgiyi.

(6)

Tepeye saran toprak yol yaz günü geçen araçlarla iyice tozumuştu. Anis yol kenarında tanımadığı bir grup insanla birlikteydi. Neden ve ne zaman buraya gelmişti, kimdi bu insanlar hiç bilgisi yok. Bir ara aşağıdan bir binek aracın çıktığını gördü. Kalabalıktan biri yanına geldi, omuzunda kahverengi kabzalı bir tüfek asılıydı, elinde de küçük bir tabanca. Tabancayı Anis’e uzattı. Şu aşağıdan çıkan araç buraya yaklaştığında şoförü vuracaksın dedi. Anis hiç sorgulamadan aldı, gerçekten çok küçüktü ve bununla birini öldürmek kolay olmasa gerek diye düşündü. Aracın içinde beş kişi vardı, şoför gözlüklü ve şişmandı. Anis tetiğe bastı, ön camı delip içeri giren kurşun adamın sağ omuzunun altına saplandı, kanı gördü. Anis devam ettiği ateş etmeğe, kime nereye neden olduğunun önemi yoktu, mermiler bitene kadar tetiğe bastı. Sonra tabancayı olduğu yere bırakıp koşmaya başladı. Tüm bunlar olurken o kalabalık ortadan kaybolmuştu. Şoförü vurulan araç yoldan çıkmıştı ama yardan yuvarlanmadan durmuştu. Anis koştu, hiç durmadan koştu ve her nasılsa çok eskiden yaşadığı bir eve geldi. Eve girdikten sonra “ben birini ya da birilerini öldürdüm” dedi. Ev bir yanıt vermedi sadece dinledi. Bundan hiç rahatsızlık duymadı. Az sonra kapısında bir gürültü duydu, silahlı birkaç kişi kapıyı kırmaya çalışıyordu. Balkondan çatıya çıktı. Beni burada bulamazlar diye düşündü, aslında kaçmasının sebebi kendisine bir zarar vereceklerinden korkması değildi. Şayet bunu neden yaptın diye sorarlarsa, ne diyecekti?

Maalesef yakalanmadan uyandı.

Ah bu rüyalar. Öyle sıklaşıyorlar ki bazen. Ansızın görünüp kaybolan sahneler, kâh tanıdığın kâh hiç tanımadığın insanlar, odalar, göller, nehirler, denizler. Anis bilinçaltının oyunlarına direnmeyi öğrenmişti. Kalkıp biraz dolaşıyor, pencereyi açıp gözleri ufuk çizgisine bakarken derin nefesler alıp veriyor ve unutması gerekli ne varsa o arada unutuyordu.

(7)

Dış cephesindeki boya solmuş, yer yer sıvası dökülmüş, üç ya da dört katılı bir apartmana giriyor. Lamba yansa da aydınlatmıyor, mozaik merdivenler aşınmış, tozdan renginin ne olduğu anlaşılmayan tırabzana dokunmadan yavaş yavaş çıkıyor merdivenleri. Her katta farklı bir koku var ama tüm kokular karışıyor bir süre sonra. Tek bir kokuya dönüşüyor, ölülerin ekşi ve küflü mide bulandırıcı kokusuna. Burnundan nefes almamaya çalışıyor tıpkı çocukken yaptığı gibi. Tanıdık bir kapı önünde durup kapıya hafifçe vuruyor, heyecanla, kalbi yerinden fırlayacak gibi atıyor.

Uzun siyah saçları yer yer beyazlamış, altmış yaşın üzerinde bir kadın açıyor kapıyı. Sevgi dolu bakıyor, gülümsüyor ama yüzündeki çizgilerden yayılan hüznü de gizleme niyeti yok. Tüm kötü kokular dağılıyor.

Kadın elini tutuyor Anis’in ve çekip sıkıca sarılıyor, göğüslerine bastırıyor kafasını. Anis kendisini gülistanda sanıyor bir an. Yanakları al al oluyor. Hâlâ kapının önündeler ve konuşmuyorlar, kadın kapkara gözleri ile Anis’in içinde şenlikler, panayırlar yaratmaya devam ediyor.

Anis birden, pazara gidiyorum ben, sen de gelir misin diyor? Kadın ilk kez o an konuşuyor, kısık bir sesle ama kısık olduğu kadar hacimli ve Anis’in tekrar tekrar duymak için dünyaları vereceği o sesle “çok uzun yoldan geldim, yorgunum şimdi, bir dahaki sefere artık” diyor. Anis’e tekrar sarılıyor. Anis kafasını kaldırıp bir kez daha bakmaya korkuyor nedense, fısıldayarak bir hoşça kal deyip hızla merdivenlerden iniyor.

Birden kalabalık bir avluya geliyor. Sarışın, mavi gözlü dört-beş yaşlarında bir oğlan çocuğu elden ele dolaşıyor. Herkes bir şeylerle meşgul, ne çok insan var ama hepsi birbirini tanıyor. Çocuk bir ara Anis’in kucağına geliyor. Yumuşacık, küçük parmakları Anis’in yüzünde dolaşıyor. Her an yeni bir şey öğrendiği kesin. Sürekli sorular soruyor, elleri, kolları, bacakları bir ahtapot gibi gelişi güzel sallanıyor. Bir mutluluk kokusu var avluda. Belki de un helvası yapıyorlar mutfakta. Anlayamadığı bir telaş var herkeste. Büyük bir aile toplantısı, nişan düğün ya da cenaze, anlayamıyor Anis. Ortama kendini kaptırmış sağa sola sürükleniyor, cereyan eden hadiselerin hem tam ortasında hem de çok uzağında hissediyor. Çözümleyemiyor ama şikayetçi de değil bu durumdan. Çünkü yoğun bir sevgi doldurmuş avluyu, Anis aynen böyle hissediyor, her ne olursa olsun bu sevgi sağaltır diye düşünüyor.

Avluda kurulan büyük masanın altına giriyor bir ara. Tatlı bir uykuya dalıyor. Uyandığında kendini biraz daha büyümüş buluyor.

Kısa bir süre sonra elindeki gazetede gördüğü küçük ilanlardan birini işaretleyip, küçük not defterine yazıyor. Otobüs durağına gidiyor. Bileti var, yarım saat sonra beklediği otobüs geliyor. Daha önce hiç gitmediği bir adresi bulmaya çalışıyor. Alt katında tarihi bir simitçi olduğu yazılmış ilanda, biraz bakınınca yolun karşısında eski bir pasaj görüyor, iki katlı. Gerçekten zemin katında bir fırın var. Susam ve ekmek kokuları yayılıyor etrafa.

Fırının kapısı lacivert ve denizaltı kapılarına benziyor, direksiyon şeklinde bir büyükçe bir kolu var. Anis korkuyor bu kapıyı görünce, yıllar önce gördüğü krematoryum kapısının neredeyse aynısı. Hemen pasaja girip üst kata çıkan merdivenlere koşuyor. Nefes nesefe kalıyor yine.

Pasajın üst katı açık bir teras. Şaşırıyor, gideceği yer burada olamaz, yanlış geldim diye düşünüyor. Güneş ufukta ortalığı kızıla boyamaya devam ediyoryor. Bir saate hava kararacak. Sonra güzel ve pek çekici bir kadın görüyor ve arkasında hızlı adımlarla onu takip eden genç bir adam, saçları özellikle yağlanmış gibi, kafasına yapıştırılmış, geriye muntazam olarak taranmış. Elinde mavi bir ceket var. Kadına yetişip bir şeyler söylemeye çalışıyor yağlı saçlı adam ama kadın tedirgin ve yüksek sesle peşini bırakmasını söylüyor.

Anis birden kadının bir adım önünde yürürken buluyor kendisini. Kadın Anis’in ensesine dokunuyor parmağıyla, sonra sırtına yaslıyor avucunu. Yağlı saçlı adama mesaj vermek istiyor belki de. Anis alev topu gibi hissediyor kendini ama sakin kalmayı başarıyor. Yağlı saçlı adam ümidini kaybediyor ve yavaşlıyor. Ceketini diğer koluna alıp bir sigara yakıyor.

Yerin altına inen helezonik merdivenler çıkıyor karşılarına avluda yürürken. Uzaktan görülmesi mümkün değil ama yaklaşınca derin bir kuyu gibi. İnsanı içine içine çeken derin korkunç bir kuyu. Anis artık kadınla yan yana yürüyor. Kadının saçtığı enerji Anis’i büyülemiş gibi. Kaç kat aşağı indiklerini hatırlamıyor. Sinema, pavyon, bar karışımı bir yere geliyorlar. Kalabalık, istisnasız herkes bir şeyler içiyor ve sarhoş gibiler. Neredeyse dünyanın her yanından insanlar var. Ama hepsi yirmili yaşlarda olmalı, belki otuzlu yaşlarda olanlar da aradan sıvışmış olabilir. Kadınlar ve erkekler, kadınlar ve kadınlar, erkekler ve erkekler arasında Anis’in daha önce hiç tanık olmadığı bir yakınlık var. Tepelerinde kara bulutlar gibi dönüp duran duman, ama yine de bembeyaz gözüküyor.

Bir ara duvardaki perdeye bir film yansıtılıyor, ortamı inleten müzik susuyor, Anis ve kadın önlerde bir yere oturup filmi izlemeye başlıyorlar. Anis bu noktadan sonra arzularının önüne geçemeyeceğini anlıyor ve kontrolü tamamen yitiriyor. Sürekli rengarenk içkiler içiyorlar bir taraftan. Gerçeklikten bahsetmek mümkün değil biliyorum hatta tüm bunların bir düş olmasını ummaktan başka bir çare de yok.

Bir ara diğer yanında oturan kadın arkadaşının kucağına oturup uzanıyor, vücudunun üst kısmı Anis’in kucağında. Kafasını çevirip kadının arkadaşına bakıyor, kumral bir genç, dünyadan kopmuş gibi. Kafasını kadının kasıklarına gömmüş. Kadının ara ara istemsizce kasılan yüz kaslarına rağmen Anis kendisine gülümsediğini sanıyor, kadın bir şeyler söylüyor ama anlamıyor, bilmediği bir dil bu.  Birden Anis’in boynuna sarılıp onu öpmeye başlıyor. Daha önce hiç hissetmediği kadar baş döndürücü bir sıvı hızla kanına karışıyor sanki. Uçuyor, kafası büyüyor, büyüyor ve beyninde milyonlarca sinir ucundan kıvılcımlar saçılıyor etrafa. Mavi ışıklar karanlıkta dans ediyor, göz alıcı bir yakamoz.

Kısa bir süre sonra ağzında et parçaları hissediyor, ağzının içi iğrenç çiğ et ile doluyor, midesi bulanıyor, tüküremiyor, dudaklarından köpükler çıkıyor. Kadını üzerinden itip bir tuvalet bulmak için koşuyor.

Nemli ve karanlık dehlizlerden geçip aradığı kapıyı buluyor. İnanılmaz kötü bir koku var, midesi iyice bulanıyor, ağzındaki parçalardan bir kısmını yutuyor. Tuvalete girer girmez -acımasız bir tanrıdan af dilercesine- dizlerinin üzerinde yere kapanıp dakikalarca kusuyor. İçinden çürümüş birkaç ciğer, kararmış bir dalak, düğüm olmuş bağırsak parçaları, öbek öbek sararmış yağlar, vızıldayarak uçuşan böcekler, beyaz kurtçuklar, şeffaf solucanlar çıkıyor. Gözleri kararıyor ve bilinci bir süreliğine karanlığa gömülüyor. Kendine geldiğinde şaşkınlıkla etrafa bakıyor.

Tuvalet doğrudan dev bir kanalizasyona açılmış küçük bir oda. Duvarları taşlarla döşenmiş kanalın içi şehrin en pis atıkları ile dolu. Kedi büyüklüğünde konuşan fareler cirit atıyor ortalıkta. İçerde bir klozet ya da lavabo yok. Kendisini doğrudan sokağa ışınlamak istiyor. Kapıyı açıyor. Uzun bir koridor. Şaşılacak derecede temiz. Gri büyükçe karo taşları döşenmiş. Ayakkabılarımın topuklarından metalik sesler çıkıyor ve duvarlarda yankılanıyor.

Koridorda gördüğü ilk kapıyı açıp bir odaya giriyor. Yatakta bir kadın yatıyor. Yaklaşıyor. Yer yer kırlaşmış siyah uzun saçları, kapkara gözleri ile Anis’e bakıyor kadın. Ama bu sefer gülümsemiyor. Yüzündeki çizgilerde hüzün yok bu kez ama kin var, nefret var, isyan var.  Öyle delici bir bakışı var ki Anis korkuyor bu kez.

Bu hayat belli ki bir nefesi bile çok görüyor kadına. Artık tutunmak için bir çaba sarf etmeyeceğini anlıyor Anis. Kafasını öne eğiyor, konuşmuyor, bakmıyor, dokunmuyor.

Geri geri küçük adımlar atıp odadan kaçıyor.

(8)

Olağan ve alelade olayları dahi ekseninden kaydırıp bir çözümsüzlük girdabına evirme derecemiz, ne kadar sıkıntılı bir yaşantımız olduğunun en açık göstergesi olabilir. Kendimizi yerden yere vurup hırpaladığımız -mesela sırılsıklam âşık olup neredeyse öleceğimizi sandığımız- zamanlarda dahi sadece ve doğrudan benliğimizle savaşıyoruz. Maalesef, her defasında yenilip zoraki çoğul bir dünya yaratsak da ortak bir yaşam sürdüğümüz yanılsaması ile yalnızlığımızı perçinliyoruz.

(devam edecek)

İskele

Ne varsa söküp attım maviliğe

Aklımda, yüreğimde

Attıkça ağırlaştım.

Neşeli şarkılar mırıldanıyor

Küçük rengarenk tekneler

Boş vermişler dalgaları.

Neden sonra aklıma düştü

Gerçi parmak uçlarım neşterden değildi

Küçük İskender gibi

Ama yine de hiç dokun(a)mamıştım sana.

İçimde ukdedir,

Keşke

Dönüp bir kez daha…

(ya neyse artık).

Bir kedi yaklaşıyor

Güneş battı batacak

Ressamlar harıl harıl boyuyor

Bir kızıllık ki sorma.

İskeleler hep böyle serin mi olur?

*************

Had

Uzun bir kuyruk olmuş

Yüzlerce insan

Bekliyor cümle kapısında;

Kimi sinirli, kimi tedirgin,

Kimi mağrur, kimi mağdur,

Kimi yakın, kimi uzak,

Kimi tanış, kimi yabancı,

İlk fırsatta bildirmek için

Haddini.

Öğrenemediğinden hâlâ;

Nasıl yaşamalı, nasıl yapmalı, nasıl sevmeli,

Nasıl nefret etmeli,

Boynu kıldan ince.

Bildirin haddini,

Çeksin cezalarını,

Tek tek, ayrı ayrı.

Bildirin haddini

Suratına tükürün

Tüm gerçekleri

Nasıl mahvetti hayatlarınızı

Şu karanlık kuytudan.

Kiminin sevgisini, kiminin geleceğini

Kiminin saadetini, kiminin sağlığını

Kiminin inancını, kiminin zamanını

Çalmış!

Sadece çalmamış

Üstelik kırıp dökmüş

İadesi imkânsız.

Bildirin haddini,

Çok da beklemeyin

Bu iki yüzlü, yalancı

Hem zayıf hem acınası

Hem sinsi hem aptal

Hem asalak hem kansız

Çeksin cezasını

Hatta taşlayın, çok yaklaşmadan.

Diyeti başıdır şüphesiz biliyor

Diyeti canıdır da kuşkusuz anlıyor

Elbette O da hak ettiğini yaşıyor.

*************************************

Gece

Boş sokaklarda dilim dışarda nefes nefese koşuyorum

Salyalar saçarak, yüreğim güp güp patladı patlayacak

Yüksek apartmanlar arasından

Kimi çoktan uykuda gamsız kedersiz

Sarı ışık sızıyor kiminin perdeleri arasından

Bir kadın gölgesi düşmüş karşı duvara

Kapısında bir tas su

İki gündür açım

Yorgunum da

Ve yaşım da az sayılmaz

Ama bu kez olacak

O gözden yitmeden bu beton yığınlarından uzaklaşacağım

Yüksekte bir düzlük lazım, başka da bir şey istemiyorum

Biliyorum bu kez bulacağım

Bir köpek kaç yıl yaşar ki

Şehrin göbeğine sıkışıp kalmak kaderim olamamalı

Küçümsenecek bir yaşamım olmadı elbette

Sevgiyle başımın okşandığı

Tekmelenip dövüldüğüm

Ciğerimi yakan gaz bulutu içinde boğulmaktan kurtulduğum

Hastalanıp bir çöp tenekesinde ölümünü beklediğim günler de oldu

Ama işte tüm bu hayatı taçlandıracak

Tek bir şey var artık

Zamanım kalmadı biliyorum

Gün doğmadan o yüksek düzlüğü bulmalıyım

Kafamı kaldırıp bir kez de olsa görmeliyim

Pırlanta gibi ışıldayan, tüm sevdiklerimin göçüp gittiği

Bekle beni Venüs

Biliyorum çok az kaldı

Ve zaman senden son bir dileğim var

Dur lütfen, gün doğmasın bugün.

****************************************

Can

Karanlık diyordun

Bak işte

Yayılıyor civa gibi

Yavaş ve ağır

Kaplıyor her yanımızı

İblis hemen ardında kapımızın.

 

Yaşarken yasımızı tuttuk ya

Ölüm yormaz bizi,

Korkumuz yok.

Ancak şu da var ki

Yüzleşmeden de göçüp gitmek olmaz;

Işıkla,

Ateşle,

Aşkla.

 

Sonra açarız kapıyı ardına kadar

Buyur ederiz içeri

Paylaşırız soframızı

Esirgemeyiz lafımızı.

 

Dilerse,

Yüreği yeterse

Eyvallah

Sormadık helali haramı

Bilmeyiz günahı sevabı

Cennet cehennem birdir bize

Dünden razıyız

Veririz canımızı.

 

*********************

Mekt-up

Gelsen ya

Arada bir

Kısa da olsa

Bir görsen

Buraları

Apartmanın mozaikleri daha da döküldü

Evi boyattık bu yaz

Koltukları yeniledik

Kahverengi demir kapı iyice eskimişti

Değiştirdik

Sokağın taşlarını söktüler geçen yıl

Asfalt döktüler

Bakkal yine patavatsız, gürültücü

Aliye teyze öldü

Ümit abi öldü

Nafiye abla taşındı

Yeni komşular geldi, daha genç hepsi

Görüşmüyoruz

Kapıdaki kara kedi bildiğin gibi

Sabah akşam tekmil veriyoruz

Az kaldı konuşmaya da başlar

Hiçbir şey

Daha iyi değil

Daha kötü değil

Ama tanıdık da değil

Günler geçiyor hızla

Mevsimler, yıllar

Hani sen varken ki gibi olmuyor

Yine de

Alışıyor insan zamanla

Kanıksıyor belki de

Yalnız

Ara ara bir hasret çöküyor ki sorma

Bir sigara sarıyorum pencerede

Geceye karışıyorum

Biri geçse sokaktan

Sana benzese

Arkasından seslensem

Neyse işte

Biz çok iyiyiz.

 

***********

Uz

Sararmış iğne yaprakların arasından

Öğleden sonra ışığı süzülüyor inceden

Yüzümüzde tuz

Ciğerimizde kesif reçine

Nefsimiz kör

Nefesimiz kor

Yürüyoruz durmaksızın.

 

Arılar vızıldıyor çiçekler arasında

Karıncalar telaşlı ve muntazam

Kuşlar cıvıl cıvıl umarsız ve neşeli

Tedirgin sürüngenler

Kurumuş çıtırdayan kabuklar

Her an alev almaya can atıyor

Kibirle fısıldaşıyor ağaçlar

Bilmediğimiz bir dilde.

 

Yol uzun, adımlarımız küçük

Bozkırda kavrulmuş

Suya hasret

Dosta mesafeli

Tuzaklara aşina

Özlemi derinde

Sabırsız bir tanrıça ve ben-deniz

Pastoral ve lirik

Az gideriz, uz gideriz.

 

Patikanın kaybolduğu

Ufuk hattında

Kızıl saçlı

Yorgun bir dev

Uzanmış uyuyor,

Ola ki aşabilirsek

Sonrası kolay,

Ardında Olimpos.

 

Ki Olimpos senin

Çorbanın kaynayacağı

Ekmeğini paylaşacağın

Daimi evindir.

 

Ola ki aşarsak ve ulaşırsak

Bir hayal bitecek

Bin hayalin tohumları saçılacak

Toprağına,

Bir ayrılık olacak elbette kaçınılmaz

Bin kavuşmanın ihtimali saracak ruhunu.

 

Ola ki varırsak Olimpos’a

Şöyle bir kaç saat oturacağım

Yalnız

Susarak

Ve sonra döneceğim

Yalnız

Susarak

Vedasız.

 

********************

Yansı

Ah ışık, can dostum.
Sen olmasan
Nasıl kurgularım oyunlarımı?
Bilesin ki sen varsan
Mümkün zaman
Varoluşum.

Çay tabağında
Yarısı çoktan eriyip akmış
Mum.
Açık pencereden
Boğaz esintisiyle
Hayat bulan
Işık,
Mavi gözlü
Kızıl saçlı
Alev.

Yine akşam
Yine duvarda gölgeler
Üst katta sigarası elinde bir kadın
Pencere önünde
Belki hüzünlü, belki düşünceli biraz
Bilinmez
Belki meşhur bir şiirden
Kaçıp gelmiş bir kadın
Esmer bir kadın
Belki sadece bir kadın silüeti
Duvarda
Elinde sigarası
Işığın(ın) önünde.

Ah ışık, cefakar yol arkadaşım
Bir de iki kelam etsen bazen
Başka bir şey istemem.

***************

Not.

(Ah be Ahmet Abi
-Laf aramızda-
Aklıma düşmüşken söyleyeyim
Keşke sevmiş gibi değil de
Hakikaten sevseydin.)

Ser

Bir eksiksek üç kişi olurduk

Gece tümüyle sessiz

Yıldızlar

Ay ışığı

İyot kokusu

Hafif rüzgar

Bilirdik ki gece uzun olacak

Vasati kırk çöp

Kibrit kutusu dolaşırdı elden ele

Ekseriyetle birinci olurdu

Sararmış parmaklarımızda

Yeşil şarap şişesi dönerdi ortada

Birinin ak dediğine

Diğeri kara derdi

Üçüncü ise tümden reddederdi

Matematikten fiziğe

Tarihten felsefeye

Siyasetten sanata

Şiirden aşka

Savrulup dururduk

İnanırdık

Başka bir dünya mümkün

Bu hayalle yaşar

Yazgıyı kabul etmezdik

Ta ki

Ölümle tanışıncaya kadar

Yaylalara çıkar

Çadırlar kurardık

Ateşler yakardık

Okurduk

Söylerdik

Çalardık

Yazardık

Çizerdik

Kızardık

Gülerdik

Küfrederdik

Sevişirdik

Severdik

İçten ve beklentisiz

Çiçekler açardı

Dokunduğumuz yerde

Hani ölmek gerekse

Ölmezdik elbette

Bir yolunu bulur

Başka türlü çözerdik

Velhasıl

Arkadaştık, yoldaştık.

 

Sonra bir gün

Büyümeye karar verdik

Ekmeğin peşine düştük

Dümeni kırıp

Bir bir dağıldık

Bir bir öldük.

 

**************