AKVARYUM’daki Fare

Yazar olmadan yazma  uğraşı, kuralsız bir deneyim. Maalesef dünyayı yerinden oynatmıyor ve kağıt israfı yapacak kadar değerli değil nazarımda. “Zamansız kaybettiğim dostum Alp Özdemir’e.”

(Dardonyus, İstanbul, 2014)

Yol

“Tek yol devrim”

Yer yer aşınmış siyah deri kaplı direksiyona değil de sanki kaderine iki eliyle sıkı sıkı yapışmıştı. Boynundan sırtına inen sinirleri kopacak kadar gergin, mümkün olduğunca dikkatli -açıkçası metal bir kutunun içinde sıkışarak ölmek istemeyen herhangi biri gibi, ani bir fren ile durmak zorunda olabileceğinin bilinciyle- yol alıyordu. Her taraf gri sinir bozucu bir sis ile kaplıydı ve görüş mesafesi abartısız beş metreden fazla değildi.

Zifiri karanlık, ay dahi kaybolmuş ve yolun iki yanında uzayıp giden tarlalar sadece bir his artık.

Ölüme yakınsan yaşamak güzeldir ya da yaklaştıkça daha da güzelleşir, anlam kazanır, daha bir tutunmak istersin. Latin Amerika’nın bir yerlerinde her an ölüme göz kırpan gerilla üyelerinin o renkli dergilere verdikleri gülümseyen pozların samimiyeti ve inandırıcılığı da bundan kaynaklanıyor olmalı.

Güneşin doğmasına olsa olsa iki saat vardı ve bu siste kenara çekip beklemenin gitmeye çalışmaktan daha fazla risk taşıdığını biliyordu. İşte hayatı da aynen böyleydi, ne gönlünce durabiliyor ne de huzurla gidebiliyordu, ya bir endişe ya da dışa vurulamayan içsel bir korku peşini bırakmıyordu. Doğduğu günden beri kendisinden daha büyük bir kütlenin her an tepesine ineceğini ya da arkasından hızla çarpıp kendisini yere yapıştıracağını düşünmekten kendini alıkoyamıyordu.

Neyse bunları bırakıp yola yoğunlaşmalı dedi, hayat ile ilgili düşünceler -özellikle de yalnızken- burnunun kemiğini sızlatır, gözlerini doldurdu hep, öyle çocuk gibi zırlamak değil tabi, işte bilirsin yer çekimine direnen damlaların oyunu. Tüm kalpleri kırık gösteren ışık oyunları gibi mi? Kesinlikle değil, korkma. Henüz çok erken bunlar için. Ama saçma da değil, ortaokul yıllarından kalma fen bilgisi ile yorumladığımız bu kâinata bir günaydın demek gibi bir şey. Takılma şimdi sen bunlara.

Yol ve yalnızlığı iki kardeş olarak betimlersek, sis aşk olmalı bu analojide. Ara ara yaklaştığın kamyonların kırmızı fren lambalarını gördüğünde eski bir dostunu görmüş gibi sevinirsin bir de.

Muhtemelen az sonra rüzgârın da yardımıyla dağılacak sis. Bir anda gökyüzünden düşmeye başlayan buz parçaları gibi, kilometrelerce derinden magmayı püskürten yanardağlar gibi, iki santimetrelik kırılma ile otuz saniyede bir şehri yutan depremler gibi, önünde ne varsa yıkıp sürükleyen tsunami gibi, o da geçecekti.

Doğa milyonlarca yıldan beri üzerinde yaşayan canlıları koruyup kollamıştır. Ama her fırsatta onları uyarmayı da ihmal etmez. Celal bu işaret ve uyarıları daha iyi okumaya başlamıştı. Bunları düşündükçe olağan hayatından kopuşunun da hızlandığının bilincindeydi üstelik. O büyük eli fark etmişti ve bir şekilde ona yaklaşıp o eli sıkmak istiyordu.

Oyunların oyunu bu olacaktı Celal için. Şu bitmek tükenmek bilmeyen yaşama arzusunun altını çizme ya da içini doldurma gayretkeşliği işte.

Ömer Ağabey’in[1] de dediği gibi “merhaba herkes” diyerek başlamalı o vakit.

Merhaba herkes, hatta ve daima “merhaba kâinat”.

 

Saat kaç?

Life is what happens to you

while you are busy making other plans.[2]

Saat kaç diye sordu boğuk çatallı bir sesle yattığı yerden. Perdeler kapalıydı sıkıca, hiç ışık sızmıyordu içeri, oda havasızdı, duman iyice yere çökmüş olmalı. Bir yanıt alırım umuduyla gayrı ihtiyari sorduğu soru duvarlardan yansıyıp kendine döndü. Seslere olabildiğince yoğunlaşmaya çalıştı, farklı ritimde çırpınan iki kalp dışında oda bir mağara kadar sessizdi, gece sonlanıyor olmalıydı. Kolunu yataktan aşağı uzattı, telefonunu kaldırıp baktı ama o da çoktan kapanmıştı.

Uyumadan az önce ne yaptığını hatırlamaya çalıştı, perdelere, halıya, battaniyeye sinmiş kokular midesini bulandırdı, yakında bir yerlerde ağzına kadar dolu bir küllük kalmıştı muhtemelen, boğazında bir yumru vardı ve yutkunmakta güçlük çekiyordu, nefesi hırıltılıydı.

Uff çok erken daha, uyandın mı yoksa dedi karanlığın içinden tanıdık bir ses. Tanıdık ama hiç bir isimle ya da görüntüyle eşleşemeyen bir ses.

Neredeyim ben? Ne içtik biz sahi?

Cuma gecesi Beşiktaş’a inmişti yürüyerek. Akaretler’den Çarşı içine kıvrılırken sırtına dokunan sıcaklığı anımsadı, kurşun gibi delip geçmişti ve ilk kelimeleri birleştirdiğinde kaç yıl oldu sorusu kayıtlara geçmişti bile belleğinde. Gel demişti ısrarla, gelmelisin.

Peşine takılıp gitti.

Çarşı içinden yarım ekmek arası bol acılı kokoreç, yol üstündeki bir tekel bayiinden votka ve bir kaç bira alıp eve gitmişlerdi. Çok uzun zaman olmuştu görüşmeyeli. Hızlıca özetlediler geçen yılları ve hiç şaşırmadılar kaybedilen ya da kaçırılan bir şey olmadığını duyunca.

Her şey beklendiği gibiydi, eskiden nasılsa öyleydi işte. Belki bir on yaş büyümüşlerdi, yenilgilere alışmışlardı, o gençliğin iflah olmaz başına buyruk direngenliğini kaybetmiş olabilirlerdi biraz, daha yağlanmıştı bedenleri, eklemleri daha güçsüzdü, saçları azalmış ve aklar artmıştı biraz ama hiç bir şey değişmiyordu özünde işte.

Diyeceğim o ki her şey hızla değişiyor gibi sanılsa da, insanlar aynı kalıyordu. Hakikaten böyledir. Tekrarlamaktan bıkmadıkları hataları, takıntıları, kişilikleri, zayıflıkları, davranışları, suyu içme biçimleri dahi aynı kalıyordu.

O halde değişen sadece zaman olmalı, pek tabi yeni insanları, filmleri ve kitapları yaşamına ne kadar dâhil ettiğine bağlı olarak içinde bulunduğun farklı süreçlerin etkilerinin yol açtığı geçici değişiklikleri ya da değişim sanrılarını ihmal edersek.

Bir ara dışarıdan yükselen gürültüye dikkat kesildiler. Gel hadi, gel, gel, gel diye bağırıyordu kalabalık bir grup sokakta. Yumrukları sıkılı, başları dik, bakışları inanç dolu yürüyorlardı.

Evlerin pencerelerinde kadınlar, erkekler, çocuklar, tencerelere vuruyordu tahta kaşıklarla, düdükler, ıslıklar, sloganlar birbirine karışıyordu. Bu gürültü bulutu içinde sokağa inmeleri fazla sürmedi, tamam kafaları da dumanlıydı ama sokakları da asla terk etmemişlerdi ve terk etmeye de niyetleri yoktu.

“Faşizme karşı omuz omuza” yürürken hep birlikte, boğazlarını yırtarcasına bağırmışlardı yakın dönemde ölen güzel çocukları da anmayı unutmadan. Sahi bu baskılar, bu zulümler, bu kokuşmuş düzen de olmasa biz nasıl sosyalleşecektik diye düşünmekten de kendini alamıyordu.

Diğerlerinin yaptığı gibi hepsini bir torbaya doldur ve torbanın üzerine bir isim yapıştır. Bu işleri kolaylaştırıyor yanılsaması yaratsa da yaptığımız genellikle budur. Katiller ya da hırsızlar diye bağırmak faşistler diye bağırmaktan daha doğru bence, henüz kullanılmaktan yıpranıp, içleri boşaltılmamış kavramlar en azından.

Sonra tekrar o eski apartmandaki o küçük oda. Konuşmadan geçen bir kaç hararetli saatin ardından, dumanlar, şiirler, çaylar, şairler, votka, bira, şarkılar, tekrar çaylar, kitaplar derken bir kez daha dünyadan kopuş. Cümleler, kelimeler, harfler etrafa saçılırken kara gözlerinden dökülen yaşlarla yok olan pişmanlıklar, özlemler, aşklar, tutkular, yenilgiler.

Umudun yeşerdiği planlar, sabah uyanmak için en azından elle tutulur bir kaç nedenin utanarak da olsa dile getirilmesi ile sonlanan sesler.

Keşke hiç uyanmasak dediğin saatler de bitiyor işte ve başında tonlarca ağırlıkla günaydın diyorsun tekrardan onların hayatına. O yabancı seni görünce her sabah kocaman kollarını açıyor, haydi koş sarıl yakalayabilirsen.

Günaydın.

Kimsin Sen?

 

“Sen bana yangın ol efendim, ben sana rüzgâr, Tutuşsun gün, yansın geceler, zamanımız dar…”[3]

 

Neredeyse zifiri karanlık bir mekânda ruhunu şeytani bir ritme teslim etmiş sağa sola öne arkaya sallanıyordu. İnsanlar yavaş yavaş dünyadan uzaklaşıp içlerindeki enerjiyi dışarıya çıkardıkça, salondaki sıcaklık belirgin biçimde artmaya başladı, montunu çıkarıp ayaklarının arasına atmıştı bile daha ikinci şarkı başlamadan ve hatta çok az sonrasında üzerinde inka figürleri olan yün hırkası dahi fazla gelmeye başladı.

Gözü tavana sabitlenmiş büyük çaplı borulardaki menfezlere takıldı bir ara, hızla kirlenen havayı emip taze hava veriyorlardı muhtemelen içeriye, zira belirli aralıklara deniz ve yosun kokusu kaplıyordu her yanı sanki. Belki de şarkılardandı, kim bilir?

Bitmeye yakın iyice ısınmış ve acılaşmış birasını zoraki yudumluyordu, bara gidip yeni bir bira almak için arkasındaki kalabalığı şöyle bir süzdü ve hemen vazgeçti. Dolaşan güzel sakilerden birini yakalamalıydı. Yine o zaman zaman ortaya çıkan ve beyninin bir kısmını kısadevre eden hisse kapıldı aniden, görünmezlikle karışık kahverengi bir yalnızlık.

Yaklaşık iki saattir ayaktaydı. Belinden bedenine yayılan ince sızının şiddeti iyice artmıştı, bir kaç dakika oturabilse kendisine gelecekti belki ama bunun için sigara molasını beklemek zorundaydı, kalabalığı aşıp dışarı çıkmak pek mümkün gözükmüyordu. Sadece müzisyenler spotlarla aydınlatılmış, ara ara ritme bağlı dumanla karışık ışık oyunları ile sahne büyülü bir havaya bürünüyordu.

Sızı artık ense kökündeydi, vücudu tamamen uyuşuyordu sanki, acı artık cisimleşmiş başını okşayıp sevebileceğin bir varlığa dönüşmüştü.

Sesleri sadece kulağınla değil tüm bedeninle hissedebilirsin. Adımların yere değil de zeminde birikmiş ses bulutunun üzerine basıyor adeta, atmosferi çoktan aşmış kozmonot gibisin. Hüzün akıyor içine yine de, asitli bir sıvı dolaşıyor bağırsaklarını yakarak içinde.

Göremediğin, -sadece orada olduklarından emin olduğun- insanların hezeyanlarını paylaşıyorsun göğsünün tam ortasında. Tek tek ama hep birlikte deliliğin sınırlarını geçiyorsunuz ölüm korkusunu unutup, bak işte sırt çantalarında dünyanın çilesi, omuzlarda alıcı kuşlar.

Mahşerin erken bir provasına dönüşüyor her şey. Kimi arkandan itiyor, çelme takıyor, düşsen üzerine basıp geçecekler incecik kemiklerin kırılacak cam çubuklar gibi, kimi aksine ellerine yapışıyor, ayakların yerden kesilse de sürüklenmene izin vermiyorlar boşlukta, ceplerinden çakıl taşları dökülüyor.

Canlı performans, iyi müzisyenler ve kaliteli mekân ile seni dünyadan bir süreliğine koparabiliyor. Ama sadece bir kaçış aracı değil elbette müzik, bu çocukların sana önemli mesajları da var, almak istersen tabi. Nazım Hikmet için yazdığım bir şarkı diyor genç kadın[4] ama son dönemde Hrant Dink için de söylüyoruz bunu.

Öldürüldüğü için daha çok sevilmez insan, nasıl ve kimin tarafından öldürdüğünün de zerre kadar önemi yok.

Sesler öylesine içinden çıkıyor ki tarif etmek mümkün değil. Genç kadın kâh ufacık kalıyor, kâh tüm sahneyi kaplıyor, sonra sadece bir göze dönüşüyor, bırakıyor kendini simsiyah bir denize Ayşen, ışıksız kara bir delikte yok oluyor.

Ara verildiğinde mekânın dışına, parke taşları ile döşenmiş sokağa çıkıp kaldırımın kenarına oturuyor. Yer soğuk ama aldırmıyor, sigarasını yakıyor. Yanında bir nefes hissediyor, oysa otururken kimseyi görmemişti, elinde kâğıt ve tütün var, sigara sarmaya çalışıyor. Başparmağında bir yara var.  Hiç kafasını çevirmeden merhaba, nasılsın diyor Ayşen’e. O kadar güzel söylüyor ki bunu Ayşen aynı güzellikte karşılık veremeyeceğinden çekiniyor. Ancak hiç tedirginlik yok, savunma yok, direnme yok ilk kez. İyi diyor, sen?

Adam sigarasını yakmak için çakmağı çaktığında yüzünü bir an görüyor öyle belli belirsiz. Yirmi dört, yirmi beş yaşlarında olmalı, ama sesi çok daha yaşlı birine ait sanki. Etkileyici bir yüzü var, iri siyah gözleri, elmacık kemikleri belirgin, saçları ne uzun ne kısa ama dağınık, kemikli ve uzun parmakları var, yine de sigarasını küçük bir kuşu tutar gibi nazikçe tutuyor.

Derin bir nefes alıyor sigarasından Ayşen’in aksine ve neredeyse hiç duman çıkartmıyor dışarı. Ayşen peş peşe içtiği biralar ve müziğin etkisi ile mi bu hale geldiğini kestiremiyor, ama kalp atışlarının hızlandığını, ağzının kuruduğunu, avuç içlerinin terlediğini hissediyor. Konuşmak istiyor onunla. Adın ne senin diye soruyor ve sorduktan sonra da niçin böyle sordum diye hayıflanıyor, omurgasından yukarı bir sıcaklık yükseliyor, yanakları kızarıyor.

Gülümsüyor adam ya da Ayşen öyle olduğunu zannediyor. Hangisini söyleyeyim, benim o kadar çok adım var ki diyor. Bazen sadece aşk dediler bana, bazen sadece mavi -deniz gibi-, bazen alev, bazen kar, bazen boran. Ama aslını bilmek istiyorsan annem Alp diye çağırırdı beni. Sen ne istersen onu söyle, hepsi kabulümdür. Senin adın da Ceylan olsun, gözlerin benim geldiğim yerdeki ceylanların gözlerine benziyor çünkü. Gidelim mi artık fazla vaktimiz yok.

Birbirlerine tutunup kalkıyorlar kaldırımdan. Ayşen ayaklarının yine yerle temas etmediği hissine kapılıyor ama bu kez sebebi sesler değil, ilk kez duyduğu bir şiirin aralanmış kapısından içeri süzülür gibi gittikçe ağırlaşarak hareket ediyor. Adam devam ediyor konuşmaya, ağzından çıkan kelimeler havada asılı kalıyor bir süre ve sonra dağılıyor gökyüzünde sanki, yıldızlara karışıyor. İstiklal Caddesi’ndeler artık, önce tünele yönleniyorlar, Galata’dan Karaköy’e iniyorlar, ılıkla soğuk arası nemli bir esintiyi arkalarına alıp köprüden geçip Eminönü’ne geliyorlar, Sarayburnu’na gelmeden sağa dönüp devam ediyorlar, Cağaloğlu yokuşundan tırmanıyorlar. Sultan Ahmet Meydanı’nda kimsecikler yok.

Sırtüstü uzanıyorlar buz gibi taşların üzerine, soğuk içlerine kadar giriyor, titriyorlar, dudakları mosmor ve dişleri birbirine çarparken tak tak gökyüzünü seyrediyorlar. Onların da bir sürü isimleri var diyor, bak hepsinin tek tek birçok ismi var. Hiçbiri de bunu umursamıyor biliyor musun?

Kalkıp koşuyor aniden, hey küçük Ceylan yakalayabilir misin beni diye bağırıyor. Ayşen gözden kaybediyor onu, sonra tekrar görüyor, sokak köpekleriyle birlikte ara sokaklardan koşuyorlar Haliç’e kadar, nefesleri kesiliyor, ölüyorlar, sonra tekrar dirilip koşmaya devam ediyorlar. Kıyıda buğulanmış camekânlı bir tezgâhtan bir şeyler alıp yiyorlar hızla, üzerinde dumanı tüten cam bardakta çay içiyorlar küçük tabureler üzerinde. Yeniden yürümeye başlıyorlar, bu kez yavaş ama, durur gibi, tütünü ciğerlerine nakşederek. Beşiktaş’a kadar geliyorlar böyle. Yaşlı çınarlar reverans yapıyor önlerinde, daha gençleri heyecanla hışırtılar çıkarıyor arkalarından.

Deniz kıyısında bir banka oturuyorlar. Ayın yansıttığı ışık suyun üzerinde ışıltıyla dans ediyor, ışığa dokunuyorlar parmak uçlarıyla, bir kaç yunus görüyorlar, yunuslar kıvrak bir sıçrayışla suyun yüzeyinden sıçrayıp ve tekrar dalıyorlar suya ışıklar saçarak, gördün mü gülümsüyorlar diye bağırıyor Ayşen, dağılan su damlaları yıldızlara dönüşüyor. Karanlığın ortasında bir ışık cümbüşü var artık, daha fazla bakamıyorlar ve kör olmaktan korkup kapıyorlar gözlerini.

Gerçekten güneş doğduğunda yok olacağına emin misin sen diye soruyor Ayşen. Böyle şeyler masallarda olur diye biliyordum deyip gülümsüyor. Peki, tekrar gelir misin? Sana nasıl ulaşabilirim? Ağlasam şimdi kırılır mısın bana, üzülür müsün? Ellerin nasıl böyle sıcak? Ya çok özlersem? Gitmesen olmaz mı? Ben de geleyim seninle, olur mu?

O zaman benim adım Aşk olsun diyor.

Aşk olsun çocuk, hoş geldin.

 

Yazgı

“Siyah bir çizgi peşimden ayrılmıyor,

kalemi mi tutmalı,

eli mi?”

Ayşen ardında dikişleri atmış eprimiş emektar bavulu ile bir kez daha döndüğünde, o çok iyi bildiğini ve anladığını sandığı İstanbul’un kendisine ne kadar yabancılaşmış olduğunu derinden hissetmişti. Hüznü, sevgisizliği, korkuyu, çaresizliği ve acıyı perdeleyen sahte bir gülümseme vardı ilk karşılaştığı insanların yüzlerinde. Dinginlikten telaşlı bir sabırsızlığa geçiş yapıyordu.

Hava limanından dışarı adımını attığında çocukluk günlerinin karanlık sabahlarından hatırladığı kömür kokusunun yerini mide bulandırıcı kesif bir sigara kokusunun aldığını fark etti.  Bu koku o andan itibaren her yalnızlık ürpertisinden sonra parklarda, plaza çıkışlarında, otobüslerde, taksilerde bir şekilde yeniden ortaya çıkacaktı.

Terk ettiği sokakları, binaları, insanları, yüzleri bir süre daha düşlerinde görecekti, ama -deneyerek de olsa- çok iyi öğrenmişti zamanın yüreğine dağlanmış izlerden eser bırakmayacağını. Kişisel tarihindeki ikinci İstanbul seferinin ilk yılı yeni bir kente uyum sıkıntısından ziyade eski kenti unutma terapisi ile geçecekti.

Yeni başlayanlar için bu kentin rutini iş ve trafik yoğunluğu ile hafta sonları farklı bir şeyler yapabilme telaşından ibaretti. Özellikle arkadaşları, akranları ve diğer kent sakinlerinin çoğunun yaptıkları hataları yapmış, her defasında dersler çıkarmış, sonra hiç aklına gelmeyen başka hatalar yapmış, tekrar dersler çıkarmış derken bu kentte yaşamanın hatalardan kaçmaya çalışarak değil, hataları kafana takmayarak ya da hataları bile bile -bilakis kendi isteğinle- yaparak mümkün ve güzel olduğunu anlamıştı.

Bu kentte gündüz iş kadını, akşam direnişçi, gece yazar olabilirsin ya da hafta içi sermayenin kölesi fiyakalı bir beyaz yakalı, hafta sonu romantik bir devrimci ya da kendinden başkasına görünmeyen bir dilsiz şair. Bu hengâmede yaşamak ya da ayakta kalabilme güdüsü seni şekilden şekle sokacaktır, varsın olsun. Sirenler seni yerinden sıçratmıyorsa bil ki ilk aşamayı geçtin. Sonra sosyal devlet ve polis algısını değiştirmen gerekiyor, yoksa bile bile belaya davetiye çıkarmış olursun.

Mesela bir hafta sonu akşamı Taksim’de bir basın açıklamasına katılmak için ya da bir eylem çağrısına icabet edip desteğe giderken yanına deniz gözlüğünü, gaz maskeni ve baretini almamışsan can güveliğini tehlikeye atmışsın, almışsan da tutuklanmayı göze alacak kadar cesur olduğun çıkarımı yapılabilir.

Ya da işçileri tarafından işgal edilen fabrikanın önünde yakılan ateşin etrafında halay çekip, direniş çadırında çay içiyor ve bunu Bolivya’da ya da Arjantin’de değil, İstanbul’un göbeğinde, Şişli’de yapıyor olmasını olağan bir durum olarak içselleştirebiliyordu.

Diğerleri gibi hızla öğreniyordu ve uyum sağlıyordu bu kente, hayata ve olaylara. Hani dışında değildi hiç bir şeyin, gazeteler onun hemen yanı başındaki bir görüntüyü paylaşıyor, seyrettiği bir film sanki çok yakın bir arkadaşını anlatıyor, otobüs durağında bekleyen yanı başındaki yaşlı kadına otobüs çarpıyor, havai fişeklerle şenlenen İstiklal Caddesi’nde bir plastik merminin hedefi oluyor –ama şanslı, sırtında nefretin boyadığı koca bir mor halka dışında başkaca bir iz yok-.

İş arkadaşları, spor arkadaşları, okul arkadaşları, eylem arkadaşları, park arkadaşları derken daha şimdiden kayda değer bir çevresi olmuştu. Hiçbirinin bir diğerine değmemesi gereken arkadaşlar.

Döndükten sonra dikkatini çeken ilk şey gazetelerde manşet sıkıntısı olmamasıydı, her yeni gün yepyeni bir gündeme uyanmak değil uyanmamak şaşırtıcıydı. Geldiği ülkede bir şeyler olsa da silkinip kendimize gelsek temennisi, burada tam tersine “bir gün de olağan dışı bir şey olmasın” serzenişine dönüşmüştü. Belki de böylesi daha çok hayata bağlıyordu insanı.

İşte günler böyle geçip giderken, olağan akışına bıraktığı hayatında yıllar önce kafasına koyduğu bir gezi planını araya sıkıştırmayı başarmıştı. Ailesine çok çok öncelerden sözü vardı, bir akşam yemeğinde nedensiz dökülmüştü kelimeler ağzından, çalışmaya başlayınca hep birlikte gideceğiz, sizi ben götüreceğim demişti. Öyle ya artık çalışıyordu, ailesini çok ihmal etmişti uzunca bir süredir ve kendisini borçlu hissediyordu.

İstanbul boğazını oldukça geniş bir açı ile gören o yüksek binaların birinde çalışıyordu, ilk günlerinde neredeyse tüm mesai boyunca gömüldüğü masasından arada sırada kafasını kaldırıp sessizce geçen gemilere bakıp daldığı da olurdu. Bir kaç ay içinde boğaz bile sıradanlaşmış ve görünmez olmuştu. Bu binalar kesinlikle insan doğasına aykırı diye düşünmeye başlamıştı epeydir.

Sessizdi, kendi halindeydi, bulunduğu ortama kolayca uyum sağlıyordu ama hani şu “eksik bir şey mi var hayatımda” tedirginliği dikkatli bakınca gözlerinden sezilebiliyordu. Otuzlu yaşlarını aşmış yolun yarısına yaklaşmıştı.

Anne ve babasını havaalanında karşıladı. Babasının kızıyla gurur duyduğu hemen anlaşılıyordu tavırlarından. Elinde sürüklediği valizi kapıdan çıkarken, işte orada bekleyen benim sevgili kızım der gibiydi. Gerçi bu duygusunu pek dışa vurmayı da beceremezdi bu kır saçlı ve güleç yüzlü adam. Anne daha bir katı ve disiplinli yürüyordu, yüzünde herhangi bir duygu yakalamak çok zordu, ta ki kızını bekleme salonunda görünceye kadar. Yine gözleri dolu dolu boynuna sarılacaktı az sonra. Hep son kez sarılıyormuşçasına kucaklardı kızını.

Ayşen’i görünce ne yaptın sen saçlarına der gibi dudağını ısırıp kafasını iki yana salladı hemen. Plaza insanlarının mutat spor çevrimine kapıldıktan sonra kumral dalgalı saçlarını kısacık kestirmişti. Oysa annesi yıllarca kıyamamıştı saçlarına. Ayşen hemen hissetti bunu, hazırlıklıydı aslında ama yine de utandı biraz annesine danışmadan kestirdiği için saçlarını. Nedense anneler böyleydi işte, kızlarının –yaşı ne olursa olsun- saçları önemliydi onlar için.

Daha küçüklüğünden beri hep özlem duydu kızı için, hep yokluğuna katlandı, önce başka bir ilde ortaokul, lise, üniversite, sonra uzak bir ülkede geçen yıllar kızı ile kendisi arasında uçurumu büyütüyor diye hayıflanıyordu. Şimdi de İstanbul’da iş bulmuştu işte. Bu kadar çaba, didinme ve hasretten sonra, kızını daha da düşünür, üzerine titrer olmuştu. Bir hata yapsın istemiyordu kalan hayatında. Tüm bunlar Ayşen’i fazlasıyla sıkıyor, bunaltıyordu ama annelik herhalde böyle bir şey deyip geçiyor, çok takılmıyordu.

İstanbul’da bir kaç hülyalı gün geçirdikten sonra, Cuma günü gece yarısına doğru Beşiktaş’tan tur otobüsüne binip yola koyuldular.

Gezi klasik olarak ahlar, vahlar, pişmanlıklar, hoşnutsuzluklarla geçerken, aslında hepsi ilk kez birlikte bu kadar vakit geçirebildiği için fazlasıyla mutluydu. Yaz tatillerinde dahi arkadaşlar, anneanne, babaanne, dedeler, teyzeler, dayılar, yakın akrabalar, komşularla buluşmalar, babanın işleri, denizdi havuzdu derken aslında hafta içi akşam yemekleri dışında birlikte olma şansları da yoktu.

Hep isteyip de etrafından dolandıkları konuları enine boyuna yine konuşamadılar, ama bu kırmızı-çizgi durumunu -yani hiçbir zaman da konuşamayacaklarını- kabullenmiş gözüküyorlardı. Ayşen en azından bunu başarabildiğini fark edip sevindi.

Şoför az ilerdeki kazayı fark edip otobüsü durdurduğunda, saat sabah on gibiydi. Ayşen de hiç tereddüt etmeden otobüsten fırlayıp yardıma koşanlar arasında yer aldı.

Dereye kadar yuvarlanmış minibüse doğru hızla koştururken yerde siyah deri kaplı küçük bir ajanda gözüne ilişti, eğilip aldı. Defteri açtığında ilk sayfada gördüğü cümle çok tanıdık geldi ve canı iyice sıkıldı.  “Herkesin bir hikâyesi vardır”.

Bir yabancı için tatsız ama sıradan vaka bir anda kendisi için özel bir duruma dönmüş gibi heyecanlandı, az daha aşağıda sol tarafta çimenlerin arasından çıkmış kahverengi kayaların üzerinde kanlar içinde yatan birini gördü. Korkuyla yanına gitti. Yüzünü çevirdiğinde şaşkınlık içinde gözyaşlarına boğuldu, sesi kesildi, çöktü ve öylece kaldı.

Herhangi bir tanıdığın ölümünün yarattığı etki bir aile ferdinin ölümünün yarattığı etkiden daha azdır bu kesin. Ama arkadaşın ölümü de kolay kolay kabullenilecek bir durum değildir, hem de filmlerde bile rastlanılmayacak böylesine can yakan bir tesadüfî karşılaşma düşünüldüğünde olaya metanetle yaklaşmak pek de mümkün gözükmüyor.

Ayşen bir süre sonra kendisini biraz toparladı, o ilk şok halinden çıktı, yine de hiç iyi gözükmüyordu. Babasının elini sıkıca tuttu, bir an orada yatan babam olsaydı nasıl dayanabilirdim diye düşünüp ani bir ağlama nöbeti daha geçirdi. Böylesi bir anda bunu düşünebildiği için kendisinden utandı.

Şaşkın gözlerle bakan babasına bir açıklama gereği hissetti Ayşen. “Celal” dedi boğazını kanatırcasına çıkıp gelen kısık bir sesle, çok önceden tanıdığım biri, uzun süredir görüşmemiştik ama yakın bir arkadaşımdı.

Biraz daha iyi hissettiğinde eli telefonuna gitti, bir kaç kişiye haber verecekti ama fark etti ki bu çok anlamsız bu çaba. Celal ile ortak bir arkadaşı var mıydı? Bir kaç eski iş arkadaşı dışında kimse gelmedi aklına. Ailesine böyle bir şeyi katiyen söylemezdi, zaten böyle şeyler nasıl söylenirdi ki?

Defteri tekrar eline aldı, okumak çok mümkün gözükmüyor, kısa notlar alınmış, şekiller karalamalar var sayfalarda. Sonra ikinci sayfada bir isim gördü, Recep, Gümüş Otel.

Ambulanslar, polisler geldi. Bir kaç kişi hâlâ hayattaymış. Onları götürdüler. Ayşen polislerle konuştu, Celal’i tanıdığını söyledi. Polisler de Celal’in bir süredir kasabada kaldığını söylediler, ailesine daha kolay ulaşmak için bir kaç soru sordular. Ayşen Celal’in eski iş yerinden bir kaç isim ve onlara ait telefon numaralarını verdi.

Annesi “kızım kim bu adam, nasıl bir arkadaş, nereden tanıyorsun, biz niye tanımıyoruz, kaç yaşındaymış” gibi sorular sorup duruyordu. Yakın bir arkadaş işte anne, sandığın gibi bir durum yok ortada dedi Ayşen.

Bir süredir üzerine gelmese de, annesinin her muhabbeti döndürüp dolaştırıp hep aynı malum konuya bağlama yeteneği vardı. Ayşen’in mürüvvetini ne zaman görecekti? Ayşen deli oluyordu buna, hele hele böyle bir anda nasıl olur da bunu ima eder diye içinden köpürdü, ama tartışacak mecali yoktu.

Gerçekten üzülmüştü, uzunca bir süredir görüşmüyorlardı ama çok canı yandı, kendisi de şaşırdı buna. Belki bu kadarı da fazla dedirten ve sınırlarını gerçekten zorlayan bu tesadüf dolayısıyla bu denli etkilenmiş olabilirdi. Ofiste çalışırken bir telefon ile öğrenseydi de bu şekilde etkilenir miydi, kendisi de merak etti.

Dakikalar ilerledikçe Ayşen’in yüzüne tekrar kan gitmeye başladı ve hayalet kadın görüntüsünden kurtuldu biraz. Ancak elinde olmadan bir bir aklına gelen hatıralar sebebiyle üzüntüsünün derinleştiğini hissediyordu. Midesindeki yanma artık iyice belirgin bir acıya dönüştü. Su içmek istiyordu.

Rehber moralleri iyice bozulmuş otobüs ahalisini tek tek toparlayıp otobüse bindirdikten sonra kendisini hayat ve ölüm üzerine kısa bir konuşma yapma mecburiyetinde hissetmiş olacak ki, peş peşe sonunu getiremediği iki üç uzun cümle kurdu. Maalesef kimse bir şey anlamadı ama belki iyi bir şeyler söylemiştir diye düşünüp kafalarını üzüntüyle iki yana sallayıp olayı o an belleklerinden silmeye başladılar. Sanki söylemese öyle olmayacakmış gibi “hayat devam etmek zorunda” deyip konuyu kapattı. Tur rehberi aslında artık eğlenceye ve turumuza dönelim demek istiyordu, Ayşen’in midesi bulanırken.

Bu konu ile ilgili mutlaka bir fıkra biliyordur ama Ayşen’in bakışlarından korkmuş olmalı ki hiç yeltenmedi buna.  Kasabaya geldiklerinde öğlen yemeği ve küçük bir gezinti yapmak için durdu otobüs. Ayşen otobüsün kapısı açılır açılmaz ilk inen oldu, -annesinin kızım nereye gidiyorsun sorusunu yanıtlamadan- neredeyse koşar adım ana caddeyi arşınladı, bir dükkâna girip oteli sordu, Recep’i bulması üç dakikayı geçmedi.

Sen Recep’sin değil mi, kazayı duymuş olmalısın dedi, nefes nefeseydi ve kelimelerin yarısı ciğerlerine takılıp kalıyordu sanki, göğsü daralmıştı.

Celal’in odasına çıkmak istedi. Recep ile birlikte odaya çıktılar. Masanın üzerinde duran notebooku gördü Ayşen, hâlâ değiştirmemiş dedi içinden. Recep’e baktı ve bunu almam lazım dedi, burada kalması doğru olmaz, güvenli olmaz, anlıyor musun? Paketlenip İstanbul’a ailesine gönderileceği kesin ama yine de başına bir şey gelsin istemiyorum. Bunu ailesine ben teslim ederim dedi Ayşen.

Recep, Ayşen’in yüzüne donuk bir şekilde baktı bir süre, sonra tamam abla dedi, al tabi madem tanıyorsun. Allah taksiratını affetsin, sessiz sedasız kendi halinde bir arkadaştı. Kitaplara şöyle bir baktı Ayşen, sonra notebooku dikkatlice çantasına yerleştirdikten sonra, masanın üzerinde dağınık halde duran üzerlerinde elle yazılmış notlar bulunan kâğıtları da bir çırpıda toparlayıp odayı terk etti.

Aile ile gidilen tatil yine bir şekilde Ayşen’in belayı mıknatıs gibi çeken yazgısına kurban gitti. Doğrusu bu ya, zaten hem yorulup hem de sıkılmışlardı iyice. Gruptan ayrılıp Trabzon Hava Alanına gittiler ve ilk uçakla İstanbul’a döndüler.

Ayşen’in bir haftası daha vardı izninin tamamlanmasına. Gece notebooku açmaya çalışacaktı. İçinde her ne varsa görmeliyim diye düşünüyordu, sonra kime teslim edeceğine karar verecekti. Nedense buna hakkı olduğunu düşündü. Celal bir şekilde istemeden de olsa tatilini yarıda kesmişti. Bu sorgulamayı daha önce yapmış mıydı? Öyle ya bu bir tesadüftü, istatistik bilimi için bir istisnadan öteye geçemeyecek bir karşılaşmaydı, ama Ayşen’in kişisel tarihinde anlatsan dahi inanılmayacak anılar defterinin bulunduğu kütüphanesinde, camekânlı ve kilitli bir bölümde yerini alacaktı.

Tanıdığı kadarıyla Celal’in özellikle yazı konusunda pek tekin olmadığını biliyordu. Aslında düz bir okuma yaparsanız, oldukça basit hatta bayağı olduğunu düşünmeniz kaçınılmaz. Sıkılmayıp “okumaya” ya da yeni moda ile söylersek “takip etmeye” devam ederseniz; bir süre sonra beklenmedik bir ifade ile karşılaştığınızda, bu kez ciddiye alıp, başa dönüp yeniden okuma ihtiyacı hissettiren ve bu basitlik ve bayağılığın aslında “başka bir şey”, adını koyamadığın “bir başka şey”, sadece senin anlayabileceğini düşündüren, seni özel hissettirebilen bir şeyler bulma ihtimali yüksektir. Bir başkası için de geçerli olabilir bu, bunu bilirsin ama seni rahatsız etmez. Kelimelerin ışıltılı bir oyunudur. Ancak bu ışıltıyı görebilmek için önce değer vermek gerekir. Koşulsuz, önyargısız. Bir yerinden yakalarsan hemen tutun ve asla bırakma, oyunun en temel kuralı budur.

Gece bir kaç deneme yaptı ama şifreyi bulamadı. Ertesi gün çalıştığı şirketin IT[5] departmanından genç bir arkadaşını aradı, çocuk öğleye doğru geri döndü ve bir adres verdi Ayşen’e. Karaköy’de bir pasajda küçük bir dükkâna gitti ve şifreyi kolaylıkla sıfırladılar.

Karaköy’de biraz dolaşan Ayşen bir kahvehanede biraz takılıp gazetelerde kazaya ait bir haber bulurum diye bakınırken bir kaç bardak çay içti. Çok da oyalanmayıp hava kararmadan eve döndü.

Gereksiz bir takım işlerin peşine düştü evde. Kafasını toparlamaya çalışıyordu. Ölmüş de olsa bir başkasına ait bilgisayarı -ki içinde neler olduğunu çok önceleri Celal ile yapmış oldukları birçok uzun sohbet vesilesiyle az çok tahmin edebiliyordu- açmanın ne kadar etik olacağını düşünüyordu. Cesaretini topladı, bu kez kırmızı çizgiler yok dedi ve notebooku açtı. Durumdan vazife çıkarıp, bu göreve kendisini tayin etmişti.

Bir ölünün peşinden gidecekti. Celal ile gerçekten iyi arkadaş olmuşlardı bir ara. Belki de şanslıydılar ve öyle bir çırpıda sayılamayacak belli belirsiz şeyler bir şekilde denk gelmişti. Her ikisi için de uygun bir dönemdi. Herhangi iki arkadaş gibi olmadılar. Gerektiği kadar ve gerektiği biçimde, oldukça sınırlı bir iletişim söz konusu olmasına karşın ikisi de bu durumdan hoşnuttu. Elbette bir süre sonra bu iletişimin kesileceğini daha baştan biliyorlardı. Arkadaşların arkadaşları ile tanışmalar, tanıştırmalar olmadı, hatta onlarla görüşülmedi hiç. Özel konuların hiç bahsi geçmedi,  kişisel duygular, aşklar, sevdalar yokmuş gibi geçmişti günler.

Gerçekten samimi olmalarına karşın daha en başından planlanmıştı her şey sanki ve katı bir sözleşme varmış gibi devam etti. Sonra beklenen gün geldi, metropolde hayata tutunabilmek için buldukları yeni oyunlara aktılar.

“Kulağını sağır eden o kesintisiz tiz ses kafatasının içini doldurup seni huzursuz etmeye başladıysa, oyunda bir sorun var demektir” demişti Celal. “Ama üzülme, kaygılanma, öyle ya bu sadece bir oyun”.

Vedalaşmamışlardı hiç. Bu yüzden belki de, Ayşen bir gün yeni bir oyunda karşılaşacaklarını tahmin ediyordu. Öyle de olmuştu işte, sarsıcı da olsa.

Ayşen hiç acele etmeyecekti. Bu yeni oyunu iyice sindirmeye karar verdi, bu kez kurallarını kendisinin belirleyeceği bir oyuna başlayacaktı. Bir kitap aldı kütüphaneden, bir süre kapağındaki resme baktı ve kitapla birlikte yatağına gitti.

Hadi rastgele.

Ukde

“Beni seviyor musun?” diye sordu.

Hiç ilgisiz bir anda, su gibi yalın bir konuşmanın ortasında, tam da böyle sordu. Beni seviyor musun? Şu an bu kadar özleyeceğimi bilseydim, iki kez sesli sesli ve üzerine basa basa evet derdim. Ama “evet ulan tabi seviyoruz” şeklinde kelimeleri tekillikten uzak seçmeye özen göstererek muhabbeti sürdürdüğümü hatırlar gibiyim, en azından bir süre daha.

Çoğul seviyoruz o vakitler, yalnızlıklar daha kalabalık hâlâ ve elini kaldırdığında bir şair konuyor yanı başına. Pencerende boğaz, nefesini kesen merdivenler, gözünün içine içine bakan dostların var.

Sebepsiz kanar ya bazen bir güvercinin gagası, işte asfalt yol akıp giderken ayaklarının altından, aklına düşerse geçmişten bir sahne utanma sakın, olur böyle.

Sahi sen de beni sevmiş miydin kuzum?

 

Emma

“All the world’s a stage And all the men and women merely players: They have their exits and their entrances; And one man in his time plays many parts…”[6]

Bilgisayarını kapattı, masanın üzerindeki dergi, ajanda, zımba, delgeç, kalemlik, post-it gibi ufak tefek eşyayı kendince tekrar düzene koydu, yarısı içilmiş kahve fincanını mutfağa götürmek üzere eline aldı, bu arada diğer elini arkaya atıp sırt çantasının ön gözünü son bir kez daha yokladı ve önce mutfağa sonra da çıkış kapısına kadar neşeli bir şarkı mırıldanarak ilerledi.

Akşam iş çıkışında asansör yerine merdivenleri tercih ediyordu son dönemde, her zamanki gibi adımlarını sayarak aşağıya indi ve geniş sahanlığı hızla kat ederek kendisini ofisin aksine taze ve serin havaya bıraktı. Bu ilk soluktan sonra gelen garip baş dönmesinin müptelası olmuştu.

Beton, çelik, aynalı bloklar, ışıltılı dev ekranlar, rengârenk reklam panoları arasından metro istasyonuna yürürken aniden kopan güçlü bir gürültünün ardından iri yağmur taneleri bir bir düşmeye başladı. Kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı, hava iyice serinlerken neredeyse binaların çatılarına değecek değişik tonlarda gri bulut kümeleri gökyüzünü hızla dolduruyordu. Gözlüklerinde biriken damlaları ve dört bir yana saçılan ışık tayflarını umursamadan yürümeye devam etti. Saat çok geç olmamasına karşın hava kararmaya başlamış, araçların farları daha belirginleşmiş, motor sesleri arasında beyaz ve kırmızı ışık katarları şehrin arka fonunda yerini almıştı.

Siyah şemsiyelerinin altında geniş parke taşlı kaldırımda sıkıca tutundukları yalnızlıklarını muhtemelen hiç paylaşamayacakları bu insanlarla birlikte şehrin değişmeyen müziği eşliğinde ilerlerken, aksi yöne yürüyen eski bir arkadaşını fark etti. Bu iç karartıcı gri ortamda kızıl saçları ile görünmez adam olması pek de mümkün değildi. Sanki her gün karşılaşıyorlarmış gibi uzaktan selamlaştılar çevik bir el hareketi ve kafalarını hafifçe öne eğip gülümseyerek.

“Konuşmalı mıydım?” diye sordu kendine, bunca suskunluğun ortasında ayaküstü iki üç sıradan söz sarf etmenin kime ne yararı ya da zararı olurdu. Ama bilirsiniz işte; yaşama enerjinizi mesainin son dakikasına kadar tükettiniz ve bir sonraki mesai başlangıcına kadar tekrar şarj etmeniz lazım.  Değil sohbet etmek görmek bile iyice tüketir yorar, zordur.

David, Londra merkezli uluslararası bir hukuk ofisinde sekiz yıldır sözleşmeli olarak çalışıyordu. Önümüzdeki yıl sözleşmesini sonlandırmayı kafasına koymuştu. Belirsiz bir süre bu sıkıcı yoğun tempoya ara verecekti, açıkçası yıllardır bunu planlıyordu. Durumu şirket yöneticileri ve arkadaşları ile paylaşmış ve bir şekilde onların da rızasını almıştı. Sözleşmesi bitene kadar geçecek süreçte mümkün olduğunca daha fazla kazanç sağlamak için özellikle zorluk derecesi yüksek ve daha riskli ülkelerde kısa süreli işlere gönderilmesini talep ediyordu.

Pazar günü Lagos’a gider misin dediklerinde hiç düşünmeden kabul etti. Petrol ticareti yapan yerel bir şirketin katılacağı özelleştirme ihalesi için bir danışmanlık hizmet sözleşmesi yapılmıştı. En az iki hafta Lagos, Warri ve gerekirse başkent Abuja şehirlerinde şirket adına toplantılara katılacak ve akabinde Londra’ya dönüp bir hafta içinde çalışmalarını raporlayacaktı.

David için iş oldukça sıradandı. Lagos’a gitmemişti ama özellikle Afrika ülkelerinde deneyimi oldukça fazlaydı. Daha şimdiden talep edilen iki haftanın büyük kısmının organize olamayacak kişi ve kurumların bahanelerinden dolayı uzun beklemelerle geçeceğini biliyordu. Bu bunaltıcı, sıcak ve nemli beklemeler sırasında bir yandan ihale dokümanlarını inceleyecek, diğer yandan da Hindistan planlarının üzerinden geçecekti.

Lagos hava limanına indiğinde sırt çantasının ön gözünde aşı kartını bulamadı, kapıda yolcuların alandan kendi valizleriyle ayrıldığını dikkatle kontrol eden görevliler yabancıların aşı kartlarına da bakıyordu. David aşı olmuştu, şirketi bu konularda oldukça hassas ve üstelik baskıcıydı da. Evden çıkarken sırt çantasına koyduğu pasaportunu bulamayınca, çantasını kapının önünde yere boşaltmıştı ve sonrasında tekrardan toplarken kartı çantaya geri koymamış olmalıydı.

David kendisini karşılamaya gelen İbrahim’e –daha sonra onun şirkette çalışan bir mühendis olduğunu öğrenecekti- durumu endişe ile anlattı. İbrahim valizi ve pasaportu alıp David’e takip etmesini, panik yapmaması gerektiğini ve bir sorun olmayacağını söyledi. Dediği gibi de oldu. İbrahim arabanın bagajına valizi yerleştirirken, Lagos da yanınızda mutlaka bir İbrahim olmalı, yoksa başınız dertten kurtulmaz dedi gülerek. David, İbrahim’in rahat ve samimi tavırlarını sevmişti, ancak henüz söylediklerinin şaka mı ciddi mi olduğu ayırt edemiyordu.

Arabaya binmeden bir sigara yaktı David, etrafta ellerinde tekerlekli bavulları ile geçişen insanları seyretti bir süre. İnsanların yüzlerindeki gülümseme telaş, bezginlik ve korku hislerini gizleyemiyordu.  Büyük yuvarlak kalçalı, iri göğüslü, üfleye püfleye ter içinde boyları kadar valizlerini güçlükle çekiştiren kadınlar, incecik ve neredeyse kemikleri derilerinden fırlayacak uzun boylu bol makyajlı genç kızlar, bol ve dökümlü kot pantolonları neredeyse kıçlarından düşecek dans eder gibi yürüyen aksesuarlı delikanlılar, fit vücutlarını sıkıca saran parlak kumaşlı takım elbiseleri, göz alıcı kravatları ve siyah kalın çerçeveli gözlükler ile ülkeyi kurtarmaları kuvvetle muhtemel, kendinden emin bond çantalı genç adamlar, sporcular, öğrenci grupları, sağa sola koşturan küçük güzel çocuklar.

“Sıcak” elinle tutup çantana koyabileceğin bir eşya gibi burada, özellikle kuzey yarım kürenin kuzeyinden ya da Avrupa’dan geliyorsan, alışık değilsen. Uçaktan inerken daha merdivenlerde koltuğunun altına sıkıştırıyorlar sanki, bunu al ve iyi koru, dönerken aynı şekilde burada teslim alacağız.

İbrahim kornaya hafifçe dokununca sigarasını yere atıp ayakkabısının ön kısmıyla yere sıkıştırıp bir kaç kez sağ sol çevirip söndüğünden iyice emin olduğunda arabaya bindi David. Takıntılarının her defasında farkına varması mümkün değil tabi, ama bu kez kendisi de garipsiyor yaptığını, her yer beton, her yer asfalt, ortalıkta yanacak bir şey olsa zaten çoktan parlayıp alev alabilirdi, bunun için bir kıvılcım ya da kor gerekmez burada hâlbuki. Yine de kapıyı kapatmadan göz ucuyla izmarite bakıyor David, evet sönmüş, kesinlikle.

İbrahim’e müslüman mısın diye soruyor, İbrahim evet anlamında kafasını sallıyor ama bu konuda konuşmak istemediğini belli ediyor yüzünü ekşiterek. Ülke nüfusunun neredeyse yarısı hıristiyan, kalanı da müslüman. Sokaktaki insanlar orta doğudaki gibi dini bir görüntü sergilemiyorlar. Din çok sonradan eklenmiş bir özellik gibi duruyor bu insanların üzerinde. Özellikle etnik kimlikleri daha ön planda, mesela cuma günleri pek çok insan yerel kıyafetleri ile işe gidiyor, dolaşıyor.

Lagos çok kalabalık bir şehir, trafik de oldukça problemli dünyanın diğer metropolleri gibi. Yol kenarlarından görülebildiği kadarıyla çok farklı karakterde konutlar var, insanlar ya çok fakir ya çok zengin burada ama şu kesin ki zengin sayısı çok az olmalı.

En az iki insan boyunda ve üzerinde jiletli teller olan duvarla çevrili bir otele geldiler. David daha resepsiyondayken bahçeden gelen generatör sesinin ülkesine dönene kadar başını şişireceğini biliyordu ve ancak alışırsa bu sesi duymayacağını da. Maalesef dedi resepsiyondaki kadın, burada gürültü yoksa elektrik de yok.

Nüfus yoğunluğu çok fazla ve ülke kaynakları da maalesef tamamen adaletsizce paylaşıldığından yeterli kaynağı bir türlü bulamayan bu şehir de altyapı sorunları ile başa çıkamıyor.

İbrahim telefon numarasını verdi David’e ve uyarmayı da ihmal etmedi. Sakın otelden ayrılma, mutlaka çıkmak istersen otelin taksilerini kullan ama dışarıda yalnız dolaşmamaya gayret et.

David gideceği ülkelerde neler yapıp neler yapmaması gerektiğine dair oldukça ayrıntı ve güncel bilgileri şirketin insan kaynakları departmanından yola çıkmadan önce gönderilen e-postadan okumuş olduğundan, İbrahim’e evet biliyorum diyor ve teşekkür ediyor. İbrahim yarın sabah saat sekiz gibi ben gelip sizi alacağım. Bu saat sekiz gibiyi duyunca kafasını iki yana sallıyor David gülümseyerek.

Ertesi gün kahvaltısını ettikten sonra lobide beklemeye başlıyor David, saat dokuz gibi İbrahim’i arıyor, İbrahim on dakika sonra oradayım diyor ve bu bir kaç kez daha tekrarlanıyor. Saat on buçuk gibi İbrahim lobiye giriyor. Üzgünüm diyor, trafik.

Şirketin binası ile otel arası yaklaşık yirmi dakikalık bir mesafe. Saat on bir gibi şirket yetkilileri tarafından ihale ile ilgili genel bir bilgilendirme sunumu yapılıyor. Sonra öğle yemeği yiyorlar, akabinde seyahat ve toplantı planı üzerinde çalışıyorlar. Ertesi gün öğlen saat ikide uçak ile Warri’ye gidecekler, oradan karayoluyla yaklaşık iki saatlik bir mesafede bulunan özelleştirilecek tesise bir ziyaret yapılacak.  Saat dört gibi tekrar otele dönmek üzere İbrahim ile şirket merkezinden ayrılıyorlar. Akşam yapılması düşünülen yemek organizasyonunu yorgun olduğu gerekçesi ile nazikçe reddediyor David. Henüz flora değişikliğine uyum sağlamış değil. Öğlen yedikleri aslında oldukça lezzetti yemekler midesinde ve bağırsaklarında garip bir hareketlilik yaratıyor ve bir an önce kendisini otel odasına atmak istiyor.

Okyanus kıyısında birçok insan var, ne yaptıklarını merak ediyor. Lagos’da okyanusun zehir saçtığı konusunda daha önce uyarıldığı için çok yaklaşmak niyeti yok. Yaklaşık yüz kilometrelik kıyı şeridinde doğa öylesine kirletilmiş ki, geri dönüş mümkün değil. Ülkede maalesef bol miktarda petrol ve doğalgaz kaynakları var. İşte kuyular,  rafineriler ve bunların yan sanayileri batının sömürgeci şirketlerinin daha fazla para kazanma hırsı yüzünden neden oldukları acımasız doğa katliamına, dev metropolün kanalizasyonları da eklenince bitkiler, hayvanlar ve bu vahşi düzenin çok da fark gözetmediği insanlar için yaşamak ve hayatta kalmak bir mucize sanki. İşin en acı yanı da bu aslında, bu insanlar ne bu yeraltı zenginliklerinden ne de bu şirketlerin karlarından nemalanıyorlar, bilakis daha fazla sefalet, hastalık ve açlık içindeler. Bu şehirde yaşayan insanların hepsi bunların farkında ancak öylesine zayıf ve güçsüz düşürülmüşler ki isyan edemiyor, baş kaldıramıyor, dur diyemiyorlar.

Bu verimli topraklarda sebze yetiştirilmediğini ve neredeyse tüm yiyecek maddelerinin uzak ülkelerden geldiğini öğrendiğimde hiç şaşırmadım. Lagüne atılmış olan insan cesetleri ile beslendiği için devasa boyutlara ulaştığı iddia edilen ıstakoz ve karidesleri ile bir miktar da zehirli sularda tutulan balıklar dışında ciddi bir besin kaynağı yok, şayet paran yoksa.

Oteldeki restoranın tüm malzemelerinin Güney Afrika’dan geldiğini söylemişti Arjantinli bir arkadaşı. Bu David’in içini rahatlatmıyordu elbette. Ancak David son dönemde çok da umursamıyor bu tür şeyleri aslına bakarsanız, yaklaşık dört yıl önce -daha sonradan ani bir kararla vazgeçtiği evlilik kararı öncesinde- yaptırdığı testler sonucunda HIV pozitif olduğunu öğrendiğinden beri.

Otele varır varmaz İbrahim ile ertesi gün için sözleşip hemen odaya çıkıyor. Bir süre klozette otururken yanında getirdiği dergiyi okuyor. Sonra muhtemel besin zehirlenmesine karşı yanında getirdiği hapı alıp, yatağa uzanıyor.

David uzun süredir oyundaki yalnız adam rolünü kabullenmişti. Sevgilisinin her nasıl olduysa virüsten korunmasını ilahi bir uyarı olarak görmüş ve bir daha görüşmemek üzere ondan ayrılmıştı. Sonrasında oldukça dikkatli davrandı. Arada sırada yeni arkadaşlar edinse de hiç biri ile birlikte olmak gibi bir çaba içine girmedi, seyrek de olsa alkol kokan dumanlı gecelerin sonunda gelen üstü kapalı teklifleri de anlamazdan gelmeyi tercih etti.

Nijerya ile ilgili en çok uyarıyı kadınlar konusunda almıştı, hatta uzaktan el sallanmasının bile tehlikeli olacağını söylüyordu işin dalgasındaki deneyimli arkadaşları. Pek çok cinsel yolla bulaşan hastalığın merkezi gibiydi burası. David, ben HIV pozitifim, bu konulara yeterince vakıfım diyemiyordu onlara, dinliyor ve teşekkür ediyordu.

Gece yarısına doğru uyandığında gayri ihtiyari pencereye yürüdü camdan bakmak için, küçük bir havuz, bir kaç ağaç var, şezlonglara uzanmış ve generatörün sesine tahammül ederek sigara tüttüren bir kaç kişi.

David bir şeyler atıştırmak için restorana indi ancak kapanmış. Bir sandviç ve bir bira istiyor bardan. Birasını yudumlarken içeri yaşları belki 17 ila 25 arasında güzel giyimli beş kadın giriyor. Oldukça rahatlar, yaşları küçük ama bakışları ve tavırları yaşlarının çok üzerinde, hepsi birer bira alıp oturuyorlar. Otel müşterisi olma ihtimalleri düşük. David kadınlarla ilgili değilmiş gibi sağa sola bakıyor.

On dakika sonra bir şekilde kadınlar David’in masasına geliyorlar.  Boynundaki kolyede Emma yazan bir kadın elini tutuyor David’in, yirmili yaşlarda olmalı. Doğrudan, beklemeden birlikte uyuyalım mı diyor. David kabul etmiyor. Genç kadın ısrar ediyor, hadi ama kabul et diyor, pes etmiyor ve o eski televizyon dizilerindeki yapmacık diyaloglara örnek veren bir tiyatro öğrencisi gibi. David ciddiyetini koruyamıyor ve gülümsüyor sonunda. Emma için bu evet demek, keyifle içiyor artık birasını ve sigara diyor, kullanıyor musun?

David bu kadınların geçinmek için kazanacakları paranın yanında, şansları yolunda giderse bir gecelerini tehlikesiz ve konforlu bir otel odasında geçirme ihtimalini zorladıklarını biliyor. Emma’yı odasına çıkarıyor. Emma duşa giriyor, David pasaportunu ve cüzdanını kasaya kilitliyor ve yatağa uzanıyor.

Emma duştan çıktığında David’in çoktan uyumuş olduğunu görüyor. Yatağın bir ucuna öylece kıvrılıyor. David sabah uyandığında kendisine sarılmış şekilde uyuyan kadının adını anımsamaya çalışıyor. Emma gerçekten çok güzel bir kadın. David bir süre öylece bakıyor, elini oldukça düzgün ve yuvarlak omzunda dolaştırıyor. İpeksi bir teni var kadının. Kocaman kara gözlerini açıyor, bir şeyler mırıldanıyor ve dudaklarını David’in dudaklarına yaklaştırıyor. Bir süre bu şekilde kalıyorlar. Sonra aniden çevik bir hareketle sırtüstü yatan David’in üzerine oturuyor. David daha fazla karşı koyamayacağını anlayınca, ben HIV pozitifim diyor. Emma umursamıyor, sorun değil diyor ben de, ben de taşıyıcıyım.

David o sabah az sonra ölecekmiş hissine kapıldı ve bir kadınla son kez sevişiyormuş gibi tutkuluydu, hatta bir kaç kez öldüğü de söylenebilir. O karanlık kuyuya her düşmeye başladığında Emma onu kâh elinden, kolundan, saçlarından, kâh dişleri ile boynundan yakalayıp dünyaya çekti. Yıllardır değil öpmek, herhangi bir canlıya otuz santimden fazla yaklaşmamıştı. Kalan hayatı için yeni bir dönüm noktasında olduğu düşündü. Nedense ilk kez içinde bir pişmanlık, bir mide bulantısı olmamıştı bir sevişme sonrasında. Emma yalan söylemiyorsa yani gerçekten HIV pozitif ise mutlaka Hindistan’a birlikte gitmeliyiz diye aklından geçirdi.

David, İbrahim gelene kadar Emma ile odada kaldı. Pasaportu olup olmadığını, İngiltere vizesi alıp alamayacağını, test raporlarını, ailesini sordu ve daha pek çok kendince rutin ama Emma için sıkıcı sorularla vakit geçirdiler.

David lafı döndürüp dolaştırmadan Emma’ya kendisi ile gelip gelmeyeceğini sorarken, daha son sesler ağzından çıkmadan evet evet diye çığlıklar atmaya başlamıştı Emma. Vize konusunun çok kolay olmadığını her ikisi de biliyordu. David danışmanlığını yaptığı petrol şirketi vasıtasıyla konuyu çözebileceğini düşündü. Pasaportunun elektronik kopyasını e-posta ile göndermesini istedi Emma’dan.

İbrahim, David’i havaalanına bırakmak için lobiye geldiğinde Emma asansörle lobiye iniyordu ve az önce başına gelen şeyin gerçek olup olmadığını hâlâ idrak edebilmiş değildi. Ama ilk kez Emma için bu hayatta güzel bir şey olmuştu, kalan ömrü için umutlandı bir anda. Eteğini çekiştire çekiştire ama bu kez yüzünde rengarenk güller açarak –bir pop star edasıyla- asansörden çıkıp, kapıya doğru çapraz adımlarla yavaş yavaş yürüdü, işte ne kadar yavaş yürüyebiliyorsa o kadar yavaş.

David içinde en ufak bir heyecan olmadan pervaneli bir uçakla Warri’ye hareket ettiğinde, altından akıp geçen Afrika’nın kaderine beyaz adamın acımasızca müdahalesini –ki kendisi de buna dâhil hissetti- bir kez daha utançla andı ve bir kez daha bu topraklara iş için gelmemeye yemin etti.

Emma’nın hikâyesi aslında Lagos’da yaşayan on binlerce Emma’nın hikâyesinden –acı ve hüzün dozu olarak- çok farklı değil. Anlatıldığında yok bu kadar da olamaz dediğiniz hikâyeler vardır ya, o hikâyeler Lagos’da yaşayanlar için çok hafif kalır. Emma ve kardeşi Lara ailesi tarafından Emma daha on üç yaşındayken satılmış. Emma ve Lara bilmedikleri ülkelerde, şehirlerde yıllarca seks işçisi daha doğrusu kölesi olarak alıkonulmuşlar. Üç yıl önce Johannesburg’da çalışırlarken Lara ile birlikte olan Nnakeme adlı bir hekim, kızın genel görünümünden biraz şüphelenmiş ve onu muayene etmek istemiş. Ertesi gün Emma ve Lara hastaneye gitmişler, testler yapılmış. Lara’nın hamile olduğunu söylemiş Nnameke ve ardından Lara’yı yeni testler için hemşire ile gönderdikten sonra, zorlanarak da olsa Lara’nın kan kanseri olduğu ve hastalığın çok ilerlediği de söylemiş Emma’ya.

Emma sadece iki yaş büyük Lara’dan ve aslında henüz yirmi bir yaşına yeni girmiş bir kadın. Annesi ve babasına hatta erkek kardeşine en çok ihtiyaç duyduğu an bu olmalı. Nnameke Lagos’da yaşayan ailesini arayıp, Emma ve Lara’ya yardım edip edemeyeceklerini soruyor, olumlu dönüş alınca, ailelerini buluncaya kadar Nnameke’nin ailesi Emma ve Lara ile ilgilenecek.

Bu yaşta bu yükü kaldırması mümkün değil bu iki kardeşin. Nnakeme’nin yardım sözü ile en azından biraz daha güvende hissediyorlar kendilerini.

Nnakeme risk grubuna dâhil olduğundan erken teşhis amaçlı olarak Emma’dan da kan örneği alıyor.  Bir kaç gün sonra Emma’nın AIDS olduğunu öğreniyorlar.  Hastalıklarını belgeleyen iki kardeş, nihayet esaretten kurtuluyor ve hiç vakit kaybetmeden Lagos’a dönüyorlar.

Bir kaç ay Nnakeme’nin ailesinin yanında korunaklı ve lüks sayılabilecek bir evde kalıyorlar, ancak bunun uzun sürmeyeceğin de farkındalar. Lara’nın durumu ağırlaşıyor, önce bebeği alıyorlar. Kemoterapi başladıktan sonra iyice zayıf düşüyor Lara. Bu hastaneden çıkamayacağım hiç diyor. Tedaviyi reddediyor.

Emma sonunda bir şekilde ailesine ulaşıyor, o yüzbinlerce teneke kaplı kutu gibi evlerin birinde yaşıyor ailesi, erkek kardeşi geçen yıl kaçak yollarla İtalya’ya gitmek için yollara düşmüş ve henüz bir haber alamamışlar. Lara’nın durumundan bahsediyor Emma, annesi ağlıyor ama biz ne yapabiliriz diyor.

Emma onları hastaneye götürüyor, ancak Lara’nın yattığı odaya geldiklerinde yatağında bir başkasının yattığını görüyorlar. Lara’yı dün gece morga götürmüşler. Babası Lara’yı görmek dahi istemiyor. Zaten hiç hatırlamıyor yüzünü, onu görüp ciğerini dağlamayı göze alamıyor.

Emma o günden sonra anne ve babasını bir daha hiç görmedi. Kardeşinin cenazesini hastanede bıraktılar. İlgilenen kimse olmadı.

Emma bir süre iş aradıktan sonra, ümidini kaybedip yapabildiği tek işe geri dönmek zorunda kaldı. David ile karşılaşıncaya kadar halen vücudunda uyuyan virüse aldırmadan yaşamayı sürdürdü. Kaybedecek bir şeyi olmayan insanların fikren özgürleşmesi kaçınılmaz bir durum. Emma bu çoğu zaman boktan hayat akademisinden sadece algılarını daha açık tutarak ve olan bitenin farkına varmaya çalışarak vasat üstü notlarla mezun oluyor.

David Londra’ya döndükten altı ay sonra vize almayı başarabilen Emma, yolculuk günü altı saatten fazla süren havaalanı işkencesinden -ardı ardına insanı aptallaştıran kontroller, nerdeyse iç organlarına değin aramalar, sorgular, belgeleri sahteymiş gibi hissettirip aşağılayıcı ve korkutucu tavır ile yıldırıp geri çevirme çabaları gibi-  sonra uçağa binebildi ve bir daha geri dönmemek üzere sadece küçük bir sırt çantasıyla doğduğu topraklardan ayrıldı. Uçağa bindiğinde ilk kez kendisini bu denli özgür hissettiğini fark etti.

Unutmak istediği tek şey vardı aslında geçmişine ait. Kardeşi ile birlikte ailesinden ayrı uyuduğu ilk gece. O vakitler hiç anlamlandıramadığı bu ani kopuş yüzünden o kadar üşümüştü ki gece, dinmeyen titremesinden neredeyse dişleri kırılacak sanmıştı. Lara üzerine yatıp sıkı sıkı sarmıştı Emma’yı uyuyana dek. O günden beri ne zaman sevdiği biri yanından ayrılacak olsa ya da ne zaman biraz fazla üzülse, sinirlense, sevinse bir süre titremesini engelleyemez Emma.

Ailesi tarafından küçük kardeşi ile birlikte para karşılığı satılmıştı, durumu kavradığında artık çocuk değildi, akranları okula giderken o ve kardeşi otellere, gece kulüplerinde takılıyordu artık.

Çoğu zaman o gün nerede uyuyabileceğini dahi bilmezken; şehir şehir dolaşan kart zamparaların, gündüzleri bir devlet görevlisi kadar ciddi giyimli dünyalar efendisi haza beyefendilerin, genellikle de aşırı muhafazakâr para babası güç misyonerlerinin geceleri en kral porno yıldızlarına dönüşümüne şahit oluyor, çocukluklarında eksik kalmış ebeveyn sevgisinin boşluğunu doldururken ağızlarından salyalar akıtarak ağlayan orta yaşlı adamların başlarını okşuyor, sürekli eşlerinden ve onlarla yapamadıklarından bahseden iflah olmaz evli erkekleri avutuyordu. Oysa çocuktu Emma, ancak herkes her şeyi görmek istediği gibi görmeye devam ediyordu ve edecekti.

Hostesten sert bir içki alıp uyumayı deneyecekti, Lara için uzun uzun dua etti ve bir kaç damla gözyaşı yanaklarından yavaşça süzüldü dudaklarına. O öldü ve kurtuldu diye düşündüğü de olurdu elbette ama onun yaşlarında okula giden bir çocuk gördüğünde kardeşinin kaderine isyan eder, içindeki tarifsiz sevgi ve özlem aniden nefrete evrilirdi. Belki de hayata çok erken veda etmesine neden olacak –ki bu gerçekten umurunda değil- bu virüsü olabildiğince çok kişiye bulaştırarak bu adaletsiz dünyadan intikam almak istemesinin en önemli sebebi de buydu. Ama artık bitti dedi, David ile tanıştıktan sonra yemin etti ve ne olursa olsun sözünden dönmeyecekti.

Artık polis, nezaret olmayacaktı hayatında. Zorla, aşağılanarak, dövülerek götürüldükleri hastane koridorlarından bir suçlu gibi kaçmak yoktu, pencerelerden atlayıp ortalıktan kaybolmak, kimliklerini geri almak için tüm hafta otuz tane saçma sapan adamla yatarak kazandıkları parayı, ne idüğü belirsiz bu karanlık adamlara vermek zorunda olmayacaktı. Artık nedensiz tokatlar, tekmeler olmayacaktı hayatında. Bedenini satmayacaktı. Artık eli kolu bağlı hissetmeyecek, tepkilerini açıkça haykıracak, isimlerini dahi merak etmediği insanların ağız kokusunu çekmeyecekti. İşten döndüğünde saatlerce kusmayacaktı. Sadece bu kadarı bile Emma için tastamam bir hayaldi ve çok yakın bir zaman içinde gerçekleşme ihtimali doğmuştu. Lara’yı öyle özledi ki tüm bunlar aklından geçerken.

David saçma bir saatte inecek olan uçak için biraz erkence perona gitmiş uyuklayarak bekliyordu. Emma David’i gördüğünde kendini tutamadı ve koşup üzerine atladı. Etrafta ayıplayan gözler olduğu kadar, imrenerek bakan gözler de vardı. Daha hareketli ve renkli günlerin geleceği Emma’nın gelişi ile kesinleşmişti. David iki yıl önce deneyimlediği intihar girişimi başarısız olduğu için ilk kez bu kadar mutlu oluyordu. O gün ölmediği için şükretti.

David içe dönük yanını iletişim teknolojisinin de yardımıyla uzaktan paylaşımlar yaparak törpülemeyi başarmıştı geçmişte. Son yıllarda ise tüm bu ilerlemeyi terse çevirmek ve tekrardan asosyal biri olmak için yeni taktikler geliştirmek zorunda kalmıştı. Bir başkası ile en güvenilir temasın bilgisayarı ya da telefonu aracılığıyla olması David için seçme şansı olan bir durum değildi.

Akvaryumdan dışarıda olup biteni seyretmekten başka bir seçeneği olmayan küçük turuncu bir balık gibi yaşamayı tam olarak henüz yeni kabullenmişti ki Emma’ya rastladı ve planlarında daha keyifli küçük ilaveler yapmaya başladı.

Hâlâ naftalin kokan annesinden yadigâr eski gardırobundaki boşlukları dolduracak, hüzün denizinde birlikte yüzecek, sıradan bir an nedensiz durup sarılacak, omzuna alnını yaslayıp ağlayacak, birlikte sarhoş olacak, bazen aklına takılan küçük bir ayrıntıyı paylaşacak, seyrettiği eski bir filmi ya da okuduğu bir kitabı anlatacak bir arkadaş, bir sevgili, bir eş, Emma, ona iyi gelecekti.

Okyanusun köpüklenmiş zehirli kıyısında oturup, geleceğe dair tüm ümidini yitirmiş halde tanımsız pis kokular, kulak tırmalayıcı sesler, insanın kanını donduran görüntüler arasında ufka bakarken, hem kaderine isyan edip hem de boyun eğmekten başka bir yol bulamayan Emma, sonunda tüm bunları yaşadığına inanmakta güçlük çekiyor, yaşadıklarının gerçek değil de daha çok küçükken bir öğle sonrası iyice kızaran güneş ışınları altında yarı uykudayken gördüğü düşlerden biri olduğunu sanıp korkuyordu.

Sırf bu yüzden bile David için gözünü kırpmadan ölebileceğini düşünüyordu Emma. Ne kötü bir şanstır ki aşkın daha ne olduğunu yeni yeni tartmaya başladığı zamanlar aslında bir daha âşık olamayacağına kanaat getirdiği zamanlara rastlıyor. Aşk ana karnında ölen bir cenindir Emma için. Âşık olmaktan çok daha yüce duygular olmalı diye düşünüyor ama David’e karşı hissettiklerinin ne olduğuna karar veremiyor. Belki David’i her ne koşul altında olursa olsun bırakmayacak bir baba modeli ile eşleştiriyor da olabilir. Emma çok zorlamıyor kendisini bir isim vermek için duygularına. Şu an çok mutluyum, bu fazlasıyla yeter diyor.

Hem Lara için daha çok gözyaşı dökecek fazlasıyla zamanı var artık.

David enerjilerinin düştüğü anlarda yan yana duran iki küçük akvaryumda iki küçük balık gibi hissediyordu Emma ile kendisini. Bu eylemsiz durağan anlar öyle uzuyordu ki bazen, akabinde ilk göz göze geldikleri anda sanki ilk kez karşılaşmış gibi heyecandan kıpır kıpır oluyordu içi.

Bu bir kaç ayın son derece uyumlu bir çiftin canım cicim ayları olduğu sanılmasın sakın. Oldukça gergin, karşılıklı sorgulamalar ve anlama çabası ile geçen günlerdi ve aslında anladılar ki ne aradıkları ne bekledikleri böyle bir şeydi. Bunu baştan konuşup peşinen kabullendiler. Birbirleriyle ilgili olabildiğince güzel olan şeyleri görüp onları parlatmaya karar verdiler. Sonra hayatın akışına bıraktılar her şeyi.

Bir kaç ay içinde gerekli bağlantıları oluşturdular, hazırlıklarını tamamlayıp kalan hayatlarını tüketmek için Hindistan’a doğru yola koyuldular. David yolculuk öncesinde bir blog oluşturdu, hem güzergâhı hem de uzun konaklamaların yapılacağı kesinleşmiş olan yerleri internet üzerinden paylaşıma açtı.

Daha önce bu yolculuktan haberi ve bir şekilde ilgisi olan arkadaşlarının her birine blog’unun adresini e-posta ile gönderdi. Bu sayede benzer seyahatler yapmış olan pek çok seyyah deneyimlerini hiç sakınmadan David ile paylaşmıştı.

David aslında yapacağı bu yolculuğu blog’unda yayımlayarak tüm dünyaya ilan etmiş oldu ve gideceği yerlerde kendisini bekleyen delilere de gizli bir davetiye çıkarmış oluyordu.

Tayfa

Yorgunsun.

Susuz bir su kemeri gibi; ayaktasın, heybetlisin, yukarıdasın, her yöne yol verirsin.

Diyeceğim o ki yorgunsun epeyce, tren istasyonlarında sabahlayan evsizler, günlerdir ıslak bir soğukta yürümek zorunda kalan yurtsuzlar gibi. Tablodaki en renksiz nesne, şarkıdaki en pes ton, romandaki en gereksiz paragraf gibi. Öyle bir kenarda, tedavülden kalkacak gibi.

İskenderiye’den haftalar önce kalkmış bir geminin tayfası gibi yorulmuşsun. “Hiçbir yere” giden bir geminin kaptanı gibi. Maaş kuyruğunda bastonuna yaslanmış iki büklüm bekleyen emekli dede gibi. Tarlanın ortasındaki ceviz gölgesi gibi. Noktasız bir cümle gibi eğreti, ünlemsiz bir haykırış gibi kifayetsiz.

Yorgunsun.

Yavaşlar, ağırlaşır hayalin, kanın akmaz akar. Eski bir dost susar gibi yanında. Uyur gibi ama uyumazsın gözlerin yarı açık.

Kanın akmaz akar, bir timsah gibi soğuk. Ağırdan inen sis gibi kaplar bedenini, nefesin kararsız, gözlerinde kalın bir pus, mermer sütunlar gibi bacakların ağır ve hareketsiz, kulaklarında o uğultu.

Yorgunsun.

 

Varoluş

“benim uzun boylu selvi çınarım yüreğime bir od düştü yanarım kıblem sensin yüzüm sana dönerim mihrabımdır kaşlarının arası” [7]

“Hadi ters yüz et her şeyi” dedi. Bu kez kadehini masaya daha sertçe bıraktı.  Hemen gideceksin oyalanmadan. Kelimeler bile sıkıldı aynı minvalde dönen cümlelerden. Tekrarlar yavaş yavaş öldürüyor bizi. Yine tükettik işte bak ve o gün bugündür dedi Mahir. Masadan kalktılar, kadehlerini aldılar ve kalan içkilerini de ayakta içtikten sonra sarıldılar. Ayrılan Celal oldu. Arkasına bakmadan yalpalayarak ama yine sadece seçtiği taşlara basarak yürüdü hanımeli kokulu bahçeli evlerin arasından. Sokak lambalarının ışığında yürüdükçe saydamlaştı ve gözden kayboldu. Arafa yolculuğuna böylece başlamış oldu. Bu sefer görev sırası ondaydı.

Mahir’in eline tutuşturduğu küçük not defterine şöyle bir baktı ve cebine koydu. Otobüs terminaline geldiğinde bir bilinmeze yolculuğun tedirginliğini üzerinden çoktan atmıştı. Kendinden emin bir şekilde “Ankara’ya bir kişi ilk otobüs için, lütfen mümkünse ön koltuklardan biri olsun” dedi. Yaklaşık sekiz saat sonra bir bilet daha alacaktı, ancak Ankara’da bir kaç gün kalıp gündelik işlerini hal yoluna koymak, banka işlemleri, ödemeler ve kullanacağı nakdi ayarlamak için Kızılay’a yakın bir otelden yer ayırttı. Dostları vardı evinde kalabileceği ama mümkün olduğunca iz bırakmak istemiyordu. Kurallar dedi içinden ve gülümsedi.

Bir kaç gün sonra uzun bir süre konaklayacağı küçük bir Anadolu kasabasına vardı. Ucuz bir otelle 3 aylık bir anlaşma yaptı. Kadın yok, içki yok, gürültülü müzik yok, esnafla komşularla sorun yok, vesaire vesaire, gibi konularda sözler verildi. Edebiyat öğretmeni olduğu, bir süreliğine ücretsiz izin aldığı, Anadolu’nun kasabaları üzerine bir tez hazırladığı gibi beyaz yalanlarla bir süre yaşayacağı Kasabaya ilk adımını atmış oldu. 3 aylık parayı peşin vermesinin de temiz yüzlü ve efendi bir görünüşü olması kadar etkisi olmuş olmalı.

İki katlı eski bir evken otele dönüştürülmüş, hepi topu üç personeli beş odası var. Celal ikinci katta yola bakan odayı tercih ediyor, hatta bunu balkon sayarsanız küçük bir balkonu da var. Odada tek kişilik bir yatak, küçük bir televizyon ve bir masa var. Yatağa oturduğunda karşı duvara yaslanmış masanın altında tek deliği iyice siyahlaşmış prizi görünce, bilgisayarını kullanmaya başlamadan bir sorun var mı yok mu diye prizin kontrol edilmesi gerektiğini düşünüyor.

Masadaki plastik sürahiyi kaldırıp yerine camdan bir sürahi almak, bir terlik, yeni nevresim, bir küllük, duşun sürekli damlayan başlığının tamiratı, tavandaki örümcek ağlarının temizlenmesi, yerdeki halının kaldırılması gibi pek çok iş var ve unutmamak için not almalı. Zamanın kıymetini idrak ettiğinden beri bu tür gündelik sıkıcı işleri en az kayıpla halletmeyi iyi becerdiği kesin. Her şey o kadar da vahim değil, nedense insanlar hep kötüyü hatırlar, anlatmaya kötüden başlar, bu genlerle ilgili bir sorun sanırım değiştiremediğimiz. Mesela ahşap sandalyeyi çok sevdi daha şimdiden. Bunu keşfetmek için masanın üzerindeki renkleri yıllar önce solmuş çiçekli muşamba örtüyü atmak gerekiyormuş.

Sonunda odayı çokbilmiş sanat camiasının en seçkin üyelerinin, ellerinde şarap kadehleri ile karşısında uzun uzun kalarak, hayranlıkla kafalarını yukarı aşağı sallayacağı bir resmin bir nevi bir yeniden üretilmiş haline benzetmeyi başardım diye düşündü. Oda önemli, oda önemli diye tekrarladı yüksek sesle.

Nisan ayının ortaları olmalıydı. Yanından ayıramadığı kitaplarını valizinden çıkardı, çarşıdaki eskiciden aldığı telli bir dolaba üst üste yerleştirdi. Priz sonunda tamir edilmişti. Bilgisayarını çıkardı, telefonunu günler sonra şarja taktı. Ertesi gün gayrı resmi mesaisi başlayacaktı. Her şeyin yolunda olduğuna dair Mahir’e de bir işaret göndermesi gerekiyordu, ancak bu işi civarda ankesörlü telefon olmadığından ancak postaneden yapabilecekti. Mobil telefonunu sadece internet bağlantısı için kullanıyordu. Hattı Ankara’ya giderken bir kasabadan almıştı. Ödemeleri düzenli olduğu sürece bir güvenlik sorunu oluşmayacaktı ve mevcut hattını Ankara’dan İstanbul’daki evine posta ile göndermişti. Kimse kendisine ulaşamayacaktı ya da ancak kendisi kimlerin ulaşabileceğine karar verecekti.

“Herkesin bir hikâyesi vardır”.

Evet defterin ilk sayfasında bu yazıyordu, belki de alkolün etkisi ile biçimsiz bir el yazısıyla. Bilgisayarının açma düğmesine basıp beklerken ki ne kadar yavaştır bilirsiniz, boynunu sandalyenin sırt kısmına dayayıp başını arkaya attı. Gözlerini bir kaç kez sıkıca kapayıp açtı. Tavanda onun hayalini gördü yine ve o rüya tekrar aklına düştü.

Akvaryum içinde bir koltuğa sıkıca bağlanmış halde, artık ümidi kalmadığından çırpınmayı dahi bırakıp tüpteki havanın bitmesini sakince beklerken, dışarıdan onun ağır ağır geçişi, elbette bir ömre bedel. Daha kaç kez göreceğini bilmediği bu rüya yüzünden ter su içinde nefessiz uyandığı geceler, pencereye koşup sokağa anlamsızca bakması çok yapmacık ya da teatral bir sahne gibi görünse de Celal bunu engelleyemediğini kendisi ile yüzleşmelerinde hep itiraf etmiştir. Unutmak için deneyeceği başka bir yol bulamadığından, hayatın akışına bırakmıştı.

Yine kendi kendine söylenerek kafasını öne eğdi, ekranın açısını dışarıdan gelen güneş ışığını en az yansıtacak konuma getirdi, ellerini klavyenin üzerine parmaklarını açarak yerleştirdi, omuzlarını hafif kaldırıp yazmaya başladı.

“Herkesin bir hikâyesi vardır”. Neyse ki “James Joyce’dan beri, yaşamımızın en büyük serüveninin serüvensizlik olduğunu biliyoruz”[8] diye mırıldandı.

Bir süre yazarmış gibi yaparak parmaklarını alıştırdıktan sonra ısınmak için köşeli parantez içinde “bu dünyada tek bir hikâye vardır ve insanlık yıllardır o hikâyeyi evirip çevirip kullanır, kutsal kitaplar dâhil” gibi iki üç cümle yazıp, kendini pencerenin önüne attı. Sol çaprazda kaldırımın dükkâna yakın tarafında, zayıfça uzunca boylu iki büklüm sandalyeye oturup bacak bacak üstüne atmış kafasında sekiz köşe şapkası, beyazlamış bıyıkları ve kalın kaşları ile dikkat çeken belki de doksanlı yaşların üzerinde bir ihtiyar dikkatini çekti.

Dükkân simit, poğaça, kurabiye yapan küçük bir fırın. Camekânında kırmızı mavi renklerde bir şeyler yazılmış ilk açıldığında ancak şimdi o dönem ne yazıldığı anlaşılamıyor. Çayı iki yan binadaki kahvehaneden getiriyorlar ya da sen fırından aldıklarını kahvehaneye götürüyorsun. En azından üç sabahtır bu böyle devam ediyor. Edindiğim izlenim en az bir kırk yıldır da bunun böyle olduğu, çünkü fırın kırk iki yıl önce açılmış. İlk ustası hayatta değil, ikinci usta İstanbul’a gitmiş ve bir daha dönmemiş. Bir kaç kez el değiştirmiş ama şimdi bu ikinci ustanın çırağı işletiyor fırını. Bu dükkânların sahipleri ya da bu esnaf bu işleri para kazanıp işlerini büyütmek, evler arabalar ya da yeni eşyalar almak için yapmıyorlar, yaşamın devam etmesi için birinin bu işi yapması gerektiğine inandıkları için yapıyorlar. Artık dükkânlarını ticari olarak çevirememeye başladığında da borç içinde yaşamayı onurlarına yediremediklerinden ya kaybettiklerini kabullenip köylerine dönüyorlar ya da dertten sıkıntıdan hastalanıp kısa zamanda bu hayatı terk ediyorlar.

Celal üç gündür ilk kez gördüğü bu ihtiyar ile mutlaka tanışmalıyım diye düşündü. Ama burada hayat olabildiğince yavaş aktığından bu tür aceleci hareketler haddinden fazla dikkat çekecekti.  Celal’in bunu öğrenmesi uzun sürmedi ama özellikle ilk günler “biz burada yabancıları sevmeyiz” bakışlarından da epeyce nasibini aldı. Durumu düzeltebilmek umuduyla kalabalığa karışıp cuma namazına gitti ve böylece cemaatle tanışma imkânı buldu. Recep’ten öğrendikleri tüm bilgileri tek tek teyit ettiler.

Namaz sonrası cemaatle birlikte caminin çay ocağına geçildi, uzun uzun politikadan, Türkiye’nin halinden, ekonomiden ve -olmazsa eksik kalırdı- futboldan bahsettiler. Celal tuttuğu takımı söyleyince cemaatin yarısı yüzünü buruştursa da son çaylar benden olsun deyince barış sağlandı.

Bir iki hafta çeşitli dedikodular dönmedi değil. Bu adam yabancı bir şirket için gelmiş değerli bir maden varmış bu civarda, bildiğin gizli servis elemanı, MİT’tendir kesin, görmüyor musunuz bıyıklarını apaçık terörist bu adam, devletten kaçıyor, alacaklılarından kaçıyor gibi de bir hali yok mu, tecavüzcü bir sapık olabilir mi, daha neler adam dolandırıcıya benziyor, gazeteciymiş İstanbul’da gibi pek çok muhabbete meze olduktan sonra geldiği nokta hiç de fena sayılmaz.

Bir sonraki gün gözlerini açtığında garip bir telaşla gülümsedi Celal, bugün güzel bir gün olacak dedi. Neredeyse her gülümsediğinde aklına düşen o gündüz hayalinden kurtulmak için eli müzik çalarına gitti, sanki hep az ötesinde gözlerini kaçırmadan gözlerinden uzun uzun bakıyordu. Onun gördüğü her ne ise Celal de onu aradı belki bugüne dek, ancak henüz muvaffak olduğu söylenemez. “Cahildim dünyanın rengine kandım, hayale aldandım boşuna yandım, seni ilelebet benimsin sandım”[9]. Yüzünü yıkayıp bir blucin, gömlek giydi çabucak ve kadife ceketini alıp kapıyı kilitledi. Merdivenlere gelmeden dönüp tekrar kontrol etti ve yine bu hareketinden dolayı bir de tekme savurup kızgınlıkla kapıya hızla uzaklaştı. Pansiyonun dışındaki temiz hava -hani o güney kasabalarındaki gibi değil, karlı dağlardaki bin bir kokulu ağacı yalayıp gelen serin ve ferahlatıcı bir hava- içini her an patlayacak bir enerji topuna çevirdi. Kısa selamlaşmalardan sonra fırına girdi, Usta daha söylemeden kâğıda sardığı çöreği uzattı. Celal eyvallah deyip kahvehaneye uzadı.

Gazeteler henüz gelmemişti, ince hasırdan örülmüş oturaklı iskemlelerden birine çöktü,  dizlerinin biraz altında kalan masaya çöreği bıraktı ve yarısı yıkılmış kaleye doğru baktı bir süre. Söylemeden gelen çayı daha çok sevdi. Neden dedi neden gelmişler buraya, ne çekmiş insanları, ne cazip gelmiş? Hadi bu soruların mantıklı yanıtları var diyelim, peki neden kalmışlar, bunca yoksulluğa bunca hüzne rağmen. Hâlâ bilmediği çok şey olduğunun farkındaydı, yanıt bulamadığı ne çok soru vardı bu hayatta.

Doğruluğundan çok emin olmasa da, önceki gün internetten hızlıca bulduğu bilgiler şöyleydi. Romalılar devrinde adı Arjiopolis imiş, Canca, Çatha, Hatça, Zanca, Urla, Gümüş gibi isimlerle anılmış, bir ara Arz-ı Rum’a[10] bağlı bir kaza olduğu biliniyor. Kâtip Çelebi “Cihannüma” adlı eserinde ahalisinin rumca konuştuğunu söylemiş. 4. Haçlı Seferi sırasında Trabzon’u ele geçiren Cenevizliler, Torul’u da alarak ilçenin birçok yerinde kaleler ve haberleşmede kullanılan ateş kaleleri inşa etmişler.

Türkmenler bu ilçeye 1040’lardan itibaren Akkoyunlular ve Safaviler döneminde yerleşmeye başlamışlar. İlçe 1461‘de Fatih Sultan Mehmet‘in Trabzon İmparatorluğu‘na son vermesinden 1828‘e kadar Sancak Beyliği olarak kalmış. Yeniçeri ve Bektaşi ocaklarının kapatılmasıyla birlikte, Bektaş-i Güvenç Abdal’ın ocağı da kapatılmış ve yoğun Bektaşi nüfusun yaşadığı ilçenin sancak beyliği kaldırılmış.

Hacı Bektaş Velâyetnamesi’nde Bektaş-i Güvenç Abdal hakkında şöyle bir efsaneden bahsedilir. “Hünkâr’ın hizmetinde er terbiyesi görmüş Güvenç Abdal adlı bir derviş varmış. Bir gün, Erenler Şahı’na gönlümde bir düğüm var günler oldu çözemem, izniniz olursa söyleyeyim demiş. Hünkâr, söyle de duyalım deyince Güvenç Abdal hemen oracıkta sormuş; Şeyh kimdir, Muhip[11] kimdir, Âşık kimdir?

Hünkâr; Güvenç demiş, tez git bir sarrafa, orada bin altın nezirimiz var, alıp getir. Güvenç Abdal, sarraf kimdir, hangi şehirdendir demeden Hünkâr’ın elini öpüp, yola revan olmuş. Gide gide varmış, bir şehre.

Görmüş ki pek büyük bir şehir. Kendi kendine bizim ellerde böyle büyük bir şehir yoktur, acaba bu şehir, hangi şehir demiş. Bir adama sormuş hangi şehirdir burası? Adam; burası Bharat[12], bu şehre de Delli derler demiş. Güvenç, şaşırmış. Rum ülkesi nerde Bharat nerde demiş. Şehrin içinde gezerken pazara ulaşmış, etrafına bakınırken görmüş ki, karşıda bir sarraf oturmakta. Sarraf onu görünce hemen kalkmış. Beri gel derviş diye yanına çağırmış. Sarraf, Güvenç’e; Hangi ildensin demiş. Güvenç; “Rum ülkesinden” demiş. Kimin hizmetindesin deyince, Güvenç; Hacı Bektaş Hünkâr’ın hizmetindeyim, bana, bir sarrafın bize bin altın neziri var, al gel buyurdu demiş. Sarraf, Hünkâr’ın adını duyunca, onu evine götürmüş, üç gün boyunca ağırlamış.

Derviş demiş, neziri olan sarraf benim. Bir vakit ticarete giderken denizde fırtınaya yakalanmıştım. Az kaldı, gemimiz batacaktı. Hemen vilayet erenlerini çağırdım, beni kurtarın bin altın nezirim olsun dedim. O anda erenler yetişti, gemiyi mübarek eliyle tuttu. Adını sordum; Hünkâr Hacı Bektaş’tır, dedi. Rum ülkesine nezirimi nasıl ulaştıracağım dedim, ben birisini yollarım buyurdu. Adamın şeklini sordum, senin şeklini tarif etti. Onun için seni çağırdım. Hamdolsun ki, hata etmemişim. Şu bin altını al, erenlere götür. Bin altın daha saymış. Bu da erenlerin hizmetinde bulunanlara, bin altın daha saymış, bunu da sen harca demiş. Güvenç Abdal, üç bin altını alıp, sarrafla vedalaşarak yeniden yola revan olmuş.

Şehir içinde giderken, bir çardağın penceresinde, gün yüzlü güzel bir kız görmüş ve görür görmez bin canla âşık olmuş Güvenç Abdal. Aklı başından gitmiş. Pencereye gözünü dikmiş ve üç gün üç gece öylece kalmış. Kız, dervişin halini görünce kötüye yorarlar diye halayığına; söyle şuna da çeksin gitsin buradan. Halayık gidip dervişe, vazgeç bu sevdadan. Bu kız ulu bir tacirin kızıdır. Adamları duyarsa başına iş açarlar. Öyle bir avı elde etmek isteyen kişinin bol altını olmalı demiş . Güvenç Abdal, bu sözleri duyunca; Alınma, ne oldu ki demiş, üç bin altını koynundan çıkarıp halayığa göstermiş. Altına tamah etmişler, bir yolunu bulup dervişi içeri almışlar. Güvenç Abdal, keseyi çıkarıp kızın önüne koymuş. Güvenç, kızın ayakucunda otururken, duvar yıkılmış, bir el çıkmış, Güvenç’i göğsünden iterek yere yıkmış, aklını başından almış. Kız bu hali görünce korkmuş, beti benzi atmış, iyice beyaza kesmiş, bir kalkmış, bir oturmuş. Güvenç Abdal’ın aklı başına gelince bu ne haldir diye sormuş kız. Güvenç Abdal, şeyhimiz Hacı Bektaş Hünkâr’ın vilayetidir demiş. Böylece beni bu kötü işten kurtardı.

Bunun üzerine, Rum ülkesinden nasıl çıktığını, oraya nasıl geldiğini, o ana kadar başından geçenleri bir bir anlatmış. Kız bu kerameti gözüyle görünce erenlere âşık olmuş, ziyaretine varmak istemiş. Altınları alarak akşam saatinde yola çıkmışlar. Karanlık olunca ıssız bir yerde yatmışlar. Uyanınca bakmışlar ki sabah olmuş, bulundukları yerle yattıkları yerin aynı olmadığını görmüşler, Arafat dağının yanındaki Kızılcaöz’den gelen yolun yanındalar. Kalkıp yola düşmüşler. Halifeler tarafından karşılanmışlar. Hünkâr’ın huzuruna çıkarılmışlar. Güvenç Abdal, erenlerin ellerini öpüp eteğine yüz sürmüş. Başından geçenleri bir bir anlatmış.

Hünkâr; Güvenç Abdal demiş. Bu işlerdeki hikmeti bildin mi? Güvenç Abdal buyurun erenler şahı demiş. Hünkâr; Sen bizden Şeyh kimdir, Mürit kimdir, Muhip kimdir, Âşık kimdir diye sormuştun, bizde sana cevap verdik. Mürit odur ki, senin yaptığını yapar. Biz seni hizmete gönderdik, nereye gideceğim, kimi göreceğim demeden yola düştün. Muhipliği sarraf gösterdi. Bir kerecik denizde helak ola yazdı, erenler diye çağırdı, bin altın nezretti, vardık, imdadına yetiştik, gemisini kurtardık, yerimizi sordu, haber verdik, seni yolladık, şöyle böyle demeden nezirini sana teslim etti. Şeyhliği biz yaptık; seni kolayca götürüp getirdik, seni o yüz karasından da kurtardık. Âşıklığıysa o kız yaptı, bir vilayet görmekle âşık oldu bize; buraya gelmedikçe karar etmedi.

O kızı Güveç Abdal’a nikâhladılar. ”[13]

Celal, Güvenç Abdal’ın gide gide Hindistan’a ulaşıp bir hint kızına âşık olmasından oldukça etkilenmişti. Bir kaç yıldır hep aklındaydı, o da Hindistan’a gitmek istiyordu ama öyle iki üç günlüğüne değil.

İlçe, Harşit Çayı kenarında Trabzon-İran transit yolu üzerinde kurulmuş, dağlık bir araziye sahip bir ilçedir. Doğu Karadeniz Türkmen Çepnileri’nin, Horasan üzerinden gelirken burada konakladıkları rivayet edilir.  Celal için ise burası masmavi bir gökyüzüydü, sessizlikti, oksijen dolu tertemiz serin havaydı, elma ve dut ağaçları ile dolu küçük bahçelerdi, yüksek dağlardı.

İlçe nüfusu 1877-1878 Osmanlı-Rus harbinde bir miktar göç vermiş. Birinci Dünya Savaşı sırasında Ağustos 1916’da Rus ordusu yöreyi ele geçirmiş, 1917 Sovyet Devrimi sırasında Ruslar geri çekilmiş.

İnsan en çok da yaşadığı yere yabancıdır. Dışarıdan gelen biri nedense daha çok bilir orası hakkında. Çünkü okur, altlarını çizer cümlelerin, notlar alır, anlamaya çalışır. Daha taze ama kuru bir bilgidir bu ve bunun önemi olmadığı gün gibi aşikârdır. Herhangi bir bilgi başka bir bilmeceyi çözmene yardımcı olmuyorsa, ancak kibir ya da vesvese kaynağı olur, sevgisizleştirir seni. Bu yüzden bazen bilmemek ya da biliyorsan unutmak en iyisidir.

Celal aklında Güvenç Abdal gökyüzü ile tepenin birleştiği noktada bulutların arasından yol bulan ışığa hayranlıkla bakarken çayını yudumluyor. Çok değil yüz yıl önce çay yetiştirilmiyordu bu ülkede, tamamı doğu ülkelerinden geliyordu. Mahir’in “bizi yaşamaya ikna eden içecek” dediği çayı dahi içmenin ayrıcalık olduğu yıllar çok da uzak değilmiş bu topraklarda. Celal beş yüz yıl önce çayın da getirildiği güzergâhı içeren bir gezi yapmak ilginç olabilir diye not aldı defterine.

Şimdinin açgözlülüğünü ve tamahkârlığını çok da hor görmemek lazım diye geçirdi içinden.  Aynı anda bu nefret kültürü, bu kendiliğinden özden gelen ırkçı tutum, bu milliyetçi yaklaşımlar da, daha çok değil yüz, yüz elli yıl öncesine kadar rumca, ermenice hatta rusça’nın türkçe kadar hatta daha fazla konuşulduğu bu toprak parçasının bir eseri olmalı.

Külliyen reddediş.

Hulasası buraların suyundan olsa gerek o zamanlar otoriteye biat etmek var maalesef. Gerekirse dil, din değiştirilir, yeter ki kadınlarının namusuna dokunmasınlar, yeter ki aç kalmasınlar. Diğer taraftan seni öldüreni öldürerek cezalandırmak yerine daha fazla ölmemek için saklanmanın daha onurlu olduğunu düşünen naif insanların da memleketi.

Ancak bu naifliğin zaman içinde açıklayamamanın verdiği sıkıntıyla evrilerek sinsi bir nefrete dönüşmesi ve insanların yüzüne yansımış olması muhtemel. Birbirine hiç benzemeyen insanlar var burada, bunun bir sebebi de bu olmalı. Bir de yasaklı kelimeler var tabi. Bir nesle unutturulan kelimeler. Kızmayacaksın, hiddetlenmeyeceksin, her şeyin bir açıklaması vardır diye geçirdi içinden.

Yine bir özlem kapladı içini, bu akıl oyunlarına takılmış giderken daha da özlediği, bir daha göremeyeceğini konuşamayacağını bildiği için daha da özlenen bir dost, bir çay daha geldi. Aynı anda cızırtılı radyodan hafifçe yükselen seslerin içinden “senden ayrılalı gülmedim dostum”u[14] seçti acı bir gülümsemeyle. Şarkı, türkü mevzu olduğunda bilimsellik, nedensellik unutulmalıdır derdi Mahir. Bazen “öyle bir yerde bulur ki seni bir türkü yerin dibine de geçersin, sevdanın camdan kulelerine de kanatlanırsın ve hep bulur bir şekilde -sadece dikkat kesilenler duyar ama-”. Konuşulmayanlar var, Allahtan da konuşulmazlar diye mırıldandı Celal ve bir çay daha geldi, bu da bizden olsun yakışıklı kardeşim.

Tüm bunlar sadece otuz dakika içinde mi oldu diye hayretle saatine baktı ve bilmeden, anlamadan, farkına varamadan geçen zaman için hayıflandı. Bu arada iki genç delikanlı amcayı iki koluna girmiş halde getirip fırının önüne oturttular, elini öpüp sırayla, Kenan Usta’ya bir şeyler söyleyip araçlarına binip uzaklaştılar. Az ilerde kırmızı bir minibüse bir kaç kez korna çalıp, pencereden hızlıca anlaşılamayan bir şeyler söyleyip gözden yittiler.

 

Hani?

Yeni bir gün yok. Zamanın istem dışı akışından oldum olası nefret ettim ve dahası “zamanı bölerek tariflemeyi” hiç kabullenemedim. Hatta başlangıçta onunla mücadeleye cüret ettiğim günler de oldu, ama ona hep yenildim. Geceleri karanlığı delip geçen biteviye tik tak sesleri peşini bırakır mı sanırsın?

Bir nefes ile başladı bir nefes ile bitecek. Ötesi? Yüzünü cama yasla, japon balıklarına dokun, dipte yatan sarı tüplü, mavi elbiseli plastik adamlara tutun, sadece rüyanda görebileceğin alabildiğine çimenle kaplı tepeden aşağı yuvarlan.

Nefes alıyor musun?

Bir sabah hamam böceği olarak uyanmaktan korkmadık hiç, maalesef. Uzaklardan hep güzel sesler mi gelir sana da?

Yeni bir gün yok. Yine de direnecek misin?

Çok gezdik, çok gördük, çok işittik ve geldik. Çok hikâye içinden geçtik. Çok aşklar gördük, savaşlar, ihtilaller, devrimler ve yeni sevdalar ve yine kavgalar, gürültüler, şiirler, pek çok farklı meseleler içinden akıp geldik. Yıpranarak geldik, yıprandıkça parladık, parladıkça uzaklaştık.

Nefes alıyor musun?

Hani?

Sevdaları, yarenlikleri varlıkla ve yoklukla sınadılar. Bakmakla hayal etmeyi, dokunmakla hasretliği koşturdular peş peşe. Ateşler yaktılar, kurbanlar kestiler, kan döktüler, kazıklara oturttular, canlı canlı ateşe verip yaktılar, birbirlerinin kalplerini söktüler, çiğ çiğ etlerini yediler, şaraplar şerbetler içtiler, resimlerini perdelere yansıttılar, durmaksızın kustular, atom bombaları, nükleer santrallar yaptılar, makineler yaptılar, makineler kırdılar, çocukları zehirlediler, yine makineler yaptılar, kollarını bacaklarını kafalarını bu makinelere sıkıştırdılar, binalar yaptılar, apartmanlar, karanlık apartman boşlukları, kuş kafesleri, kâğıtlar kestiler boy boy ve renk renk, elden ele dolaştırdılar,  mayınlar yaptılar, öldüren ciğerini söken kör eden gazlar, vesaire vesaire.

Nefes alıyor musun?

Uyursak nefes alabilir miyiz?

Kesit

Bıyıkları dudaklarına sarkmış, saçları karşı tepedeki kadim ağaçlardan sıyrılıp gelen yelde gelişigüzel dağılırken, kahverengi kadife ceketi elinde amcanın yanına yaklaştı Celal. Bir tabure çekip oturdu destursuz, toz kalkmasın diye az önce ıslatılmış yerden toprak kokusu geliyordu hafiften. Bir iki derin nefes alıp heyecanını dizginlemeye çalıştı, selamünaleyküm amca bey, izin var mı iki laf etmeye dedi. Kısık sesli bir gülüşle karşılandı ve bunu evet olarak yorumladı Celal, ama belli ki az duyuyordu amca bey. Celal bir an derinlere daldı, bir insanın yüzünde kaç çizgi olabilir ve bu çizgiler ne zaman oluşur, hep acılar mı yontar bizi gibi sorular düştü aklına.

Kenan Usta içerden bağırdı, duymaz o duymaz muhacirlikten arızalıdır kulakları, sesli konuşacaksın biraz yeğen.

Aniden ve habersiz ortadan kaybolana kadar bir hafta boyunca benim sorduklarımı değil de kendi anlatmak istediklerini dinlediğim Mahmut Amca’nın hikâyesi böyle kaleme alındı. O anlatırken başka bir dağın ardında birileri aynı şeyleri yaşıyordu hâlâ belki de. Kısa notlar alıyordum anlayabildiğim kadar, şiveye alışmak beklediğimden kısa sürdü ancak zamansız anılar, karışık ve karışmış, yıllar boyu evirilip çevrilmiş duygular, zor kararlar, benim bizzat dolduracağım boşluklar ile yeniden yazılan bir tarih gibi, yine de kusurlu olmasına karşın samimi.

Zaman makinesini bozacak kadar ileri geri oynayıp, alakasız bir tarihte uyanacağından korkmadan, keyif almaya çalışarak dinledi ve kargacık burgacık notlar aldı.

Mahir’i aramasının üzerinden -kahvehaneden arayıp her şey yolunda deyip kapatmıştı- bir kaç gün geçmiş olmalıydı.

Herkesin bir hikâyesi vardır.

Neyini anlatayım yeğenim? Ben burada kaldım. Hayatta kalan bir oğlan gardaşım daha vardı, o da İnönü Harbinde dediler dönmedi bir daha, simağını bile hatırlamam şimdi gelse. İşte ben öyle anasız babasız, yetim, zaman oldu sığıntı zaman oldu dağ başında eşkıya ama allahın izniyle büyüdüm. Tekrar köyümüze döndüğümüzde daha küçüktüm, urusu bildim, urumu bilirdim, ingilizi alamanı duydum, anca çobanlık ettim, gündelikçilik yaptım, gurbetçilik ettim, eh işte az biraz boylanınca pazarlara gittim, para yaptım, katırım oldu, adam ettiler beni işte everdiler sonra. Çalıştık çoluk çocuk oldu, ev yaptık, bahçe yaptık, tarla yaptık, yeri geldi öküz olduk saban çektik, harmanda horon teptik, hastalandık, öldük öldük dirildik ama hâşâ öldürmedik, başşehri bile gördük. Bu kadar, daha ne sorarsın dedi.

Bu kısa anlatımla yetinmeye niyeti yoktu Celal’in. O da anlattı bir şeyler, yarısı hedefe ulaşmasa da duydukça daha çok hatırladı Mahmut amca, hatırladıkça kâh keyiflendi kâh hüzünlendi. Kocaman kulaklarını iki eliyle ileriye itip daha çok duymak istedi bazen, vesselam belki otuz yıldır kendisi ile hiç kimsenin doğru dürüst iki kelam etmediği anlamına gelen bir kaç cümle edince Celal iki utangaç damla düşürdü gözünden.

Akşam ezanı okunmadan ilginç saç kesimli –her iki yandan bastırıp ortada yükseltilip jöle ile sabitlenmiş-, yer yer yırtılmış beyaz ipleri gözüken, açık renkli paçaya doğru daralan kot pantolonları ve üzerinde çıkartmalar, amblemler, yazılar olan siyah deri montlarıyla iki genç delikanlı, Celal sanki yokmuş gibi hiç konuşmadan Mahmut amcayı -deyim yerindeyse- paketleyip bordo renkli yerli bir aracın arka koltuğuna atıp gidiyorlardı.

Celal sonradan öğrenmişti, bu gençlerin aslında Berlin’de yaşadığı, türkçelerinin iyi olmadığını o yüzden konuşmaktan kaçındıkları, böyle arada bir iki haftalığına köylerine geldikleri.

Oysa ne gariptir ki bu gençler Berlin’deki rus askerlerini hiç bilmediler, bir zamanlar dedelerinin yaşadığı bu topraklardaki urusları bilmedikleri gibi. Onlara öğretilen, gösterilen ya da öğretilmeyen, gösterilmeyen “şeyler” bir kayıp mı tartışılır.

Ama şu da bir gerçekliktir ki, bu gençlerin birçoğu mesnetsiz bir milliyetçiliğin izini sürmektedir. Hayatın bizlere bahşettiği pek çok nimeti öyle elimizin tersiyle itmek gibi.

Mahmut amcanın “efendime söyleyeyim, işte öyle yeğenim” ile biten cümlelerinde kendisinin dahi adlandıramadığı özlem, bekleyiş, tükenmişlik, acı, sevgisizlik ve işte heder olan bir hayatın izlerini hissetmek çok zor değildi. Yıllardır susmuş bu adamcağız, bir eriğin çiçekten meyveye dönüşümünü seyrederken bir bahçe köşesinde, o an nerede olduğu, az sonra ne olacağı kaygısı olmadan ölümü beklemeye koyulmuş. Mümkün mü artık dönmek?

Sıradanlığın, durağanlığın ve sürekli tekrar eden güneş sistemi rutinin dahi bir gizemi olmalı diye düşündü Celal. Hani senin algılayabildiğin çevrene indirgersek dünyayı, sen sokmuyorsan o çomağı biri mutlaka sokacaktır bu dünyanın tekerine. Gecenin ilerleyen saatlerinde odasında volta atarken aklındaki soru şuydu? Neden? Neden tek yaptıkları ancak kendilerine yetecek kadarından bile az yiyecek, giyecek, eşya üreten bu dünyadan habersiz insanlar bu kahpe zulümün içine çekildi? Maden biteli çok olmuştu, arazi yaşamak için değil ancak saklanmak için uygundu aslen. Asker besleyecek buğdayı üretebilecekleri geniş düzlükler yoktu. Deniz yoktu, denize kıyısı yoktu gemilerini koruyacakları. Silahları yoktu gelen geçenden bac alsınlar. Kavgayı bilmezler, hırsızlıkları köyün dışındaki uzak bahçelerden elma, ayva, incir, kiraz çalmak, komşunun çileğini kendi bahçesine çekmektir. Yabancıya hürmet ederler, bir hısım akrabasıyla didişirler, o tarla senin o oluk benim, yok o ormana buradan geçemezsin gibi. Çağırdıklarında askere giderler, öl derlerse sorgusuz ölürler.

Aslında düşündükçe yanıtlayamadığı çok sorular oldu, notlar aldı küçük defterine. Geçen gün köylere giden minibüslerden birine binip, yakın bir köyü görmeye gitti. Gördükleri onu bambaşka bir mecraya itiyordu. Ama kurallar diye tekrarladı. Dağılmak yok. Diyeceğim, bu serin taş kilisenin içinde vaftiz edilen bir erkek çocuğunun büyüdüğünde yürüyüş ile yarım saatlik uzaklıkta bir başka köyde evde çorba kaynatan ya da dereden su taşıyan bir genç kıza tutulması kuvvetle muhtemeldir.

Urus daha önce de gelmiş, o zaman köyün büyükleri anlatırmış. O zamandan rusça öğrenen dilbazlar çıkmış, bir kısmı urus ellerine çalışmaya gitmişler, gelmişler, gelmemişler. O zaman gitmeler çok, gelmeler azmış. Kimisi buluğa ermeden gurbete gider ölmeye yakın dönebilirmiş. Çocukları babalarının köyden gittiği yaşa gelip hâlâ dönmemiş olanlar, babasız ve gözü her daim pencerede, kulağı kapı sesinde acılı bir ana ile büyümenin izlerini üzerlerinden nasıl atsınlar? Ha işte ötesini sen düşün; mahpusluk, askerlik, gurbetlik hepsi ayrı ayrı kötü ancak kalanlara yansımaları çok farklı değil. Kalmak mı zor gitmek mi hiç bilemedim derdi Mahir hep.

Peki doğduğundan aklı kesene kadar ne toplu bir para görmüş ne okul ne öğretmen, köyün imamından duyduğu islamın şartları imanın şartları dışında kitabi bir bilgisi olmayan bu doğa insanları nasıl oluyor da gözünü kırpmadan kolunu bacağını canını –büyük olasılıkla ilk defa askerde duydukları “vatan” için- verebiliyorlar, yavuklularından, kadınlarından, beşikteki bebelerinden, ellerini öpemedikleri dedelerinden kopabiliyorlar.

Batılı bir insan için vatan, hudut, bayrak kelimelerinin bir geçmişi var ve onların bu kelimelere bir anlam yüklemesi doğal karşılanabilir. Öyle bir öğreti ve dayatma ile kurulmuş bir düzenin çoktan parçası olmuşlar zira, bugün değil belki iki yüzyıl önce dahi. Çünkü taşınır ve taşınmaz mülkiyetin –para, mal, arazi, ev araba, altın, vesaire- hayali peşinde; ticaret, hukuk, milliyet gibi kolaylaştırıcılar gerekmiş, yıllar içinde hepsini kitabına uydurmuşlar. Bunu altın ve türlü madenler bularak köşeyi dönme hayali ile gittikleri topraklarda her türlü vahşilikten ve yok edişten sonra, medeniyet ve demokrasi aşığı olan bugünün büyük devletlerinin kısa tarihinde kolayca okuyabiliyoruz.

İşte tam bu noktada, mülkiyeti dedesinin ölmeden dağıtacağı iki dönüm tarla ile bir yıkık ev ve hükmetmeyi ancak çobanlık yaparken keçisini koyununu geri çağırmak zanneden bu naif insanlar, urus geldiğinde elbette “hoş geldin” diyecektir. [15]

Bu “hoş geldin”i anlamak öyle kolay değildir işte dedi Celal. Tam anladım sanırsın başka bir şey çıkar gelir düşer boğazına yutkunamazsın. Küçümsemeyeceksin hemen celallenip ilk aklına geleni söylemeyeceksin, önce durup uzun uzun düşüneceksin, nasılsa çok vaktin var diye geçirdi içinden. Ya çok erkendir ya da çok geç mutlaka ama bir hoş geldin hiç yoktan iyidir. Yine hülyalara daldı Celal, gözlüklerini çıkarıp gözlerini yumdu parmaklarıyla gözlerine bastırdı renk cümbüşü içinde yıldızlar, menevişlenen sular, ışığın çıktığı noktadaki karanlık ve odanın duvarlarında yansıyan o türkü “güzelliğin on par etmez, bu bendeki aşk olmazsa”[16], yine tam da olması gereken zamanda.

Velhasıl gel zaman git zaman uruslar iyice yerleşti yeğenim. Yol işi vardı, taş kırıp yol yardık, iyi de para verirlerdi, işini iyi yapanı severler daha çok para verirlerdi. Naçarsın, çulsuzsun kim iş, aş verirse paşa da o ağa da odur. Pek dokunmadılar köylüye, dilbazlar gelince daha rahat ederdik. Sürekli yaralı taşırlardı, öldür öldür bitmedi askerler öyle de çoktular. Duyardık ötelerde çok çarpışmalar olurmuş. Ağabeylerimizi, hısım akrabadan eli silah tutabilecekleri topladıydı zabitler, belki onlar da orada ölüyordur. Hemşireler vardı, kan içinde önlüklerini hatırlarım, hani gülse mi ağlasa mı bilemezlerdi bir çocuk görünce.

Urusların geldiğini duyan kimi köyler önce kuytulara kaçmaya yeltendi, bazıları kesebildiği hayvanlarını kesti, etini kıyma, kavurma yapıp küplere doldurdular, derisinden çarıklar yaptırdılar, tavukları kesip pişirdiler, alabildikleri eşyalarını alıp öküzlerine yüklediler ve uygun zamanı beklediler. Kimisi kaçabildi, kimi yollara düşüp urusla karşılaşınca gerisin geri döndüler.

Kadınlar için samanlıklarda gizli yerler, evlerden gizli geçişler yaptılar. Biliyorlardı eninde sonunda sıra kadınlarına gelecekti. Hoş geldin dahi demiş olsalar, ah o kadınlar; durmak, dinlenmek, gülmek nedir bilmez, hep utangaç, hep saklı, kendi bebesinin bile başını bir kez okşayamayan, tarlada buğday, bahçede mısır lahana, ahırda süt, ocakta ekmek, evde gelincik olan, günahsız, kimi zaman evin öküzünden daha değersiz, kimi zaman –bir kaç oğlan verirlerse- gözde, kiminde ana kiminde deli kadınlar, her savaş mutlak bir şekilde onları vurur ta ciğerlerinden.

Yeğenim, işte benden büyük kızlar vardı köyde onları kirli paslı, pis tutarlardı, yüzlerine ellerine kollarına hayvanların ettiklerini sürerlerdi ki kimse yaklaşmasın, kimse bir zarar vermesin. Birinde, çokça anlatırlardı o vakitler, urus gide gele köyden toplayacağı her şeyi almış, malı davarı kabı kaçağı toplamış, ne bir yiyecek kalmış ne de el tutan bir eşya. Lakin yine gelmişler köye, köylü tedirgin, urus da biliyor ki hiç bir şey kalmamış köyde, kadınlar bir alanda toplanmışlar, arı gibi oğul olmuşlar yapışmışlar birbirlerine, sanki tek kadın olmuşlar. Urus iki asker yaklaşmış kadınlara bakınmışlar öyle iki tanesini bellemişler. Kollarından tutup çekmeye çalışmışlar ki ne mümkün, bırakmamış kalabalık, öylece direnmişler eli tüfekli askerlere, koparırcasına çekmişler bırakmamışlar. Köyün erkekleri şaşkın uzaktan bakarlarmış, sinmişler hepsi, bir dilbaz bulsalar konuşup anlaşacaklar elbet ama olmamış işte. Sonra askerler sinirlenmiş, bir taraftan çekerlerken kızı tutan kollara tüfeğin dipçiği ile vurmaya başlamışlar, ta ki o kollar kırılıp cansız iki yana düşünceye kadar. İşte öyle yeğenim, böyle zalimlikler da olmuş. Derler ki o kızlardan birinin kocası kızı götürdükleri evin damına çıkmış görünmeden ve damdaki koca loğ taşını[17] nasıl kaldırdıysa kaldırıp atmış kapıdaki urusun tepesine, atlamış almış tüfeğini girmiş eve ve evdeki iki urusu da indirmiş. Sonra kaybolmuşlar ortalıktan. Artık hangi ormanda, hangi kuytuda kaldılar, geri döndüler mi bilmem.

Bunlar böyle böyle olurken kimileri -muhacirlik derler bizde- muhacirliğe gitmişler. Bütün köy başka diyarlara göçmüş, sonra bazısı gittiği yerde kalmış, bazısı duramamış dönmüş. Ama ne kalanın acısı dinmiş ne dönenin.

İşte yeğenim, kimi gitmiş yakın köylere birlik kalaba olalım ki bize bir şey etmesinler demişler, kimi de eşyalarını ata eksilte, ateşte kavurdukları buğdaydan başka bir şey yemeden Sivas ellerine kadar gitmiş. İşte öle kala gidiyorlar, ateşi çıkanın üstünü toprakla kapıyorlar ama fayda etmiyor, ölüyor hasta olanlar.  Rivayet olur ki, bir gün ne bilsinler oturmuşlar bir köye, bu defa da başlamış yezit, kızılbaş kavgası. Bu dünyanın direği yok yeğenim.

Bu insanlar hiç adam kesmemiş, vurmamış, hiç bir kadının ırzına geçmemiş. Öyleyse kim bu zalimlikleri yapan vahşiler, gözü dönmüşler?

Celal henüz urum’lar ve ermeni’lerle ilgili anlatılanlardan bahsetmedi. Belki de bu konudan hiç bahsetmese daha iyi diye düşündü. Sadece bu insanların yaşadıkları küçük dünyalarından bakışları, yorumları ile konuyu anlatmaya çalışmak, hem bu insanlara hem de onlara haksızlık olur diye düşündü. Bir kez, bir şekilde, öyle ya da böyle kan dökülmeye, hainliğe, vahşiliğe başlandı mı, başlangıç noktası ya da nedeninin önemi kalmıyor, şayet kaçıp gitmezsen, unutmaya çalışmazsan senin de üzerine sıçrıyor, yapışıyor ve ölene kadar da çıkmıyor.

Herkesin bir hikâyesi vardır.

Mahir’in anlattığı bir hikâye aklına geldi Celal’in. Bir Bosnalı Sırp anlatmış ağır şaraplı ve müzikli bir muhabbette. Bir gecede birbirimizle düşman olduk, ne olduğunu, nasıl olduğunu anlamadan. Yıllardır birlikte yaşadığımız, her sabah işe giderken takıldığımız, her akşam kadeh tokuşturduğumuz, aynı türküleri söylediğimiz, sevdiğimiz kadının akrabaları ile nasıl oldu da bir gecede birbirimizi boğazlayacak kadar düşman olabildik hâlâ anlayabilmiş değiliz -ki ayrıca belirtmek gerekiyor sanırım bu güzel şarkıları yapan insanlar nasıl bu kadar hızlı kötülüğe evrildiler inanması oldukça zor-. Birçoğunun yaptığı gibi erkekler karılarını, çocuklarını savaştan kaçırmaya çalışmışlar, savaşsız ülkelere göndermişler. İşte kalanların büyük çoğunluğu bir daha eşleri ile birlikte olamamış, diyeceğim eskiden olduğu gibi, tekrar buluşsalar da artık iki farklı insanmışlar. Bazısı kardeş gibi olmuş, çoğunluğu boşanmış. Aradan on yıl geçmesine karşın hâlâ o travmanın izlerini silmeye çalışan insanlar, aslında masada oturup sohbet ettiğin insanlar. Doğmasın diye dua edilen çocuklar yavaş yavaş delikanlılığa adım atıyor işte. Kime neyi nasıl açıklayabilirsin?

Garip bir dünya.

Yeğenim dedi Mahmut amca, urus’un da gitme vakti gelmişti. Halk sefil, aç, giyimsiz kuşamsız paçavralar içinde, çarıkları delik deşik, sevdasız, düğünsüz, bayramsız günler, yazın sıcağında suyun, kışın soğuğunda odunun derdinde saatleri günleri ayları düşünmeden yaşayıp giderken, urus gidecek dediler.

Gidecek de ne olacak? Dediler urus cephaneleri, silahları yakıyor ama ambarları bıraktı, gidin alın ne varsa. Alan aldı, gücü yeten başkasının rızkını da aldı, insan işte yeğenim, komşusunda var mı yok mu demedi, talan ettik az vakitte her şeyi. Bir kaç hafta yedik içtik, yaraları sardık, kadınlar yavaş yavaş dolaşmaya başladı ortalık yerde, içlerine attıklarını usul usul birbirlerine anlatmaya başladılar. Uzun suskunluklarını döktüler orta yere.

Bahçelere, tarlalara korkusuz çıkmaya başladık. Çocuklar gürültülü oyunlara, tepişmeye koşmaya başladı. Gidenlerin, kayıpların hesabını çıkardılar, umutlarını yeşerttiler yeniden. Yokluk bitmedi elbet ama, bir macera bitti işte, başka bir şey olana kadar böyle devam edecekti hayat. Saatler yine aynıydı, ağır ağır akıyordu ama daha az acıyordu canlar.

Neyini anlatayım yeğenim, yetimdim ana baba görmedim, ağabeyimden umudu keseli çok olduydu. O dağdan bu dağa, o köyden bu köye sürüklenip durdum, bir elin sıcaklığını ilk beni everdiklerinde anladım. Bayramları, düğünleri bilmezmişim, çok sonra anladım.

Sandım ki herkes böyle ben gibi eğreti tutunmuş dünyaya. Eh çocukluk ilerleyip gençliğe geçince acıyı, türküleri anlamaya başladım. Ana, baba, gardaş, yavuklu nedir, hayallerinde, yokluklarında anladım. Davar güderken anladım, danaları, kuzuları görünce anladım, sanki içimden kestiler beni yeğenim, etlerim parça parça koptu yeğenim. Cahillik sürse, delilik kalkmasa başımdan isterdim. Ayağımdaki nasırlar, belimdeki dizlerimdeki sızı, bağrımdakinin yanında hiçmiş yeğenim.

Cahil çağımda çobanlık yaparken an geldi delilere karıştım, sanki bir kuş gördüm. Bir bismillah diyemedim. Takıldım peşine bıraktım davarı, hayvanı düzde. Kanatlarını açınca sandım çiçekler yağıyor gökten, yedi renk. Ötüşü anamın sesi gibi alıp götürdü beni. O ağaç senin bu ağaç benim, kâh gözüküyor kâh kayboluyor derken, güneş battı, ortalık karardı, önce serine sonra soğuğa kesti orman. Bastığım toprağı da göremeyince bıraktım kendimi olduğum yere.

Yıldızlara, aya küsmem nedensiz değildir. Kapadım gözlerimi sıkı sıkı, yumak oldum tos top oldum. Açtım katığım yoktu, titredim dişlerim zangırdadı, ıslandım topraktan çıkan soğuk içime kaçtı, baktım ululardan bir hayır gelmeyecek başladım onu düşünmeye, onu getirdim gözümün önüne, sandım benim de kanadım çıktı, ışıklar gözüktü gözüme. Açtım kanatlarımı göğerdim iyice, baktım ışık karşı tepede, attım kendimi yardan. Öyle uçtum işte, nefesim tükenene kadar, kollarım yerinden çıkana kadar, yüzümden buzlar sarkana kadar uçtum. Ne ışık kaldı ne kuş aklımda. Emicemin sillesi düştü aklıma bir, yaktı yanağımı yeniden.

Ne urusu, ne urumu, ne osmanlısı göründü gözüme, baktım ki bir tek anam el salladı kel bir tepeden, burnumun direği sızladı, iki damla sıcacık aktı gitti gözümden. Önce iki pınar sonra iki dere oldu damlalar biri yeşil biri mavi. Öleyim keşke dedim o an, ben de öleyim ağabeyim gibi.

Kafasını öne eğip öylece kaldı. Çay söyledim, geldi. Ya sonra ne oldu diye sordum?

Kocakarılar anlatır ya hep, bilmem aslı var mıdır? Sonrası bilmem kaç gün sonra bulmuşlar beni, öyle ölü gibi. Lal olmuşum, öyle bakmışım boş boş, hayvan postuna sarmışlar, toprağa gömmüşler, terletmişler, yumuşlar, yıkamışlar, hocalar gitmiş gelmiş okumuşlar. Fayda etmemiş.

Neden sonra zaman geçmiş bahar gelmiş kaldığım evin bahçesine,  mavi kanatlı bir kuş konmuş dut ağacına, canlanmışım, bakışıma anlam gelmiş, ağlamışım, gülmüşüm bilmem artık, herhal demişim açım ben ama düze gitmem lazım hayvanlar kaldı.

Kesik kesik güldü yine Mahmut amca, Celal’e doğru çevirdi başını. Başka uçmuşluğum yoktur sonrasında.

Fırından yükselen yanan meşe odunu ve usul usul pişen hamurun kokusu herkesi başka bir yere götürecekti. Susmaların ve bakmaların memleketinde zoraki ve öylesine konuşmalar başlayana kadar tekrardan, gündüz düşünde kaybolan kaybolacak, dönene kadar iyice hareketsizleşip neredeyse duran kasaba, yaklaşan minibüsün gürültüsüyle uyanacaktı ne yazık.

Tatyana derler bir urus hemşiresi vardı yeğenim. Ben çok bilmem, bir iki kez görmüşlüğüm ya vardır ya yoktur ya da hayalimden gelir görüntüsü. Siyah uzun saçları, boylu poslu, incecik parmakları ve mavi-yeşil bakışlı gözleri kocaman bir güzel kadın. Ben daha çocuğum, ama yanına yaklaştıkça kızarır benim bile yanaklarım, kanım daha hızlı akar, sanki etrafında kendisine ait havası ile yürürdü, dururdu, o havayı soludun mu öldün, bir daha adam olmazsın derdik, her gözünü yumduğunda o koca gözleri sana bakardı. Büyücü mü derdik, cadı mı derdik karıştırırım şimdi. Hem korkardım, hem öyle hasretle bakardım ardından. Hem hep civarda olsun isterdim, hem kimse onu görsün istemezdim.

Bir gün muhacirlik zamanı bir çığlık duyduk, aşağı mahalleden. Koştuk sese indik, toprağı taşı dövüyor bir kadın, yandı oğlum, yandı oğlum. Dayanamadım kaçtım ben, koşarken koşarken aklıma düştü Tatyana, nasıl yaptım hatırlamıyorum şimdi ama akşama doğru Tatyana hemşire yanında iki askerle kaldığımız köye geldi. Yanık Ömer derler şimdi, Ömer’in anasının evine gittiler, baba Çanakkale’den dönmemiş. Öyle işte o günden sonra hep gittiler geldiler, ilaçlar içirdiler, merhemler sürdüler derken, ölmedi Ömer. Öyle yanık kaldı ama yaşadı epeyce. Bu iyiliği unutmadı köylüler, Tatyana hemşire köylü için adeta bir melek oldu, kadınlar, kocakarılar ne hikâyeler anlattılar ardından. Ta ki urus’un gitme zamanı geldiğinde Tatyana hemşire geldi yine Ömer’e bakmaya. Anasının elini tuttu, söyledi bir şeyler ama anlamadık ne dedi. Ağladık hepimiz ama. Utanmadık, öyle sesli sesli ağladık. Bir an geldi baktık hepimizin anası oldu, bir an geldi ki baktık hepimizin yavuklusu, bir an geldi ki öyle can dostumuz olmuş bu urus Tatyana hemşire.

Yeğenim, anladım ki; bazı zamanlar vardır, konuşmadan anlatmayı, bakmadan görmeyi, duymadan işitmeyi, değmeden dokunmayı öğretirsin kendine. Olmuş bitmiş için üzülmeye, kendini sıkmaya gerek yok. Bak bu garip yetim bile “uçtu mu uçtu”, anası ona “el salladı mı salladı”, nefesi kesilip kalbi “pır pır etti mi etti”, o gözlerde “kayboldu mu kayboldu”, hem de “boğuldu kaldı”. Daha ne ister bir kul Allah’tan?

Celal odasına dönüp elyazısı ile aldığı notlarını bilgisayarına aktarıyor, ayrıca daha sonra bunları toparlarken yardımcı olması için kısa notlar ekliyordu.

O gün Mahmut amca ile son görüşmesi olduğunu bilseydi ona bir kaç soru daha sorardı elbette. Ama olmadı, Mahmut amca’yı bir kaç gün getirmediler kasabaya. Sorup soruşturdu Celal, sizlere ömür Mahmut amca’mızı kaybettik dediler. Çok yaşlıydı, doğrusu çevresine de yüktü. Cennete gidecektir, günahsız adamdı, allah rahmet eylesin deyip unuttular.

Ölüm

“Yersizsin toprak yok,

Nefessizsin hava yok,

Uçtun ya çocuk hiç bir şey kifayet etmez artık,

Işıktın simi delip geçen,

Şimdi bak bakabilirsen gözlerime,

Karanlık, nemli ve soğuk buz gibi,

Bu rüzgârda ot bitmez,

Ah be! uçtun ya sen çocuk, kıymeti de yok artık.”

Harfler ceplerinden bir bir düşer. Bir şarap şişesi ile bir nefes ne kadar üşüyebilir arnavut kaldırımda? Tıkırtıları olmayan ayaklar geçip durur gözünün hizasından. Bir şeyler yazarsın parmağınla boşlukta. Bir çocuk arabası geçer üzerinden dört teker. Bütün pencereler ne kadar da uzak sana, sarı lambalar bir bir sönerken.

Bir oyun daha hitama ererken; suskun, bitmeye yüz tutan kelimeleri sakınarak kullanmaya meyilli, balın akması gibi ilkin ve sonra köpüklenen sular ve sarı bir çöle dönen bataklık ve ömrünün force majeure’larını[18] bekleme, yeni bir oyun bulursun nasıl olsa.

Şeffaflaşıp kaybolan cismin geride bir kaç kelime bırakır masada. Yarısı boş bir bardak, karalanmış bir kâğıt. Lekeli bir gözlük. Yürümekle koşmak arasında gidip gelirken uçmayı keşfeden bir çocuğun rüyasındaki gülümseme gibi bir anda kayboldun. Oysa ne çok yasak vardı boynunu eğip kabulleneceğin. Kader elif gibi sıska bir ağaç arka bahçende güneşe hasret. Islık mı kurşun mu bilemedim, kuş mu şahmeran mı yoksa yüreğini delip geçen. Donmuş ellerinde kor olmuş demir.

O an

 

Celal, Mahmut amcanın ölümünü öğrendikten sonra bir kaç gün odasından çıkmamıştı. Tüm yazdıklarını tekrar tekrar gözden geçirip, eksik kaldığını düşündüğü kısımları eklemeye çalıştı. Ölüm acıtmıyor artık nasır bağlamış yüreğimi diye yazmış haber aldığı gün.

Ertesi gün civarı dolaşmak için erken saatte bir minibüse bindi. Minibüs şoförü yağız bir delikanlı, gözü kara dedikleri tiplerden, yirmili yaşlarını bitirmek üzere olmalı, ön cama oğlunun sünnet düğünü sırasında çekilmiş bir fotoğrafını sıkıştırmış, yanındaki konsolda rengi solmuş bir havlu ve üzerinde bozuk paralar saçılmış bir halde,  muhtemelen kışın kar kalktıktan sonra iyice bozulmuş asfalt yolda gözü dışarıda müşteri bakınarak minibüsü atlata zıplata yol alıyor. Yıllarca büyük şehirde yaşamış Celal insanı karıncadan daha küçük hissettiren bu yüksek dağlardan, dönüp duran daracık yollardan korkuyor biraz. Ama şoföre de güveniyor. Bir zaman sonra elindeki not defterine arazinin düzleştiği vadinin alt kısmındaki bir derenin iki yanında sıralanmış ağaçlardan bahseden bir iki cümle yazıyor.

Bu arada ön sol tekerleğin gürültüyle fırladığını görüyor, sola yatan minibüs kontrolden çıkıp dereye doğru sürüklenmeye başlıyor ve bir kibrit kutusu gibi taklalar atarken kırılan camdan dışarı fırlayıp bir kayaya çarpıyor Celal. Muhtemelen son nefesini burada veriyor. Bu kadar ani, bu kadar çabuk işte.

Nice zaman sonra yoldan geçen bir tur otobüsünün yolcularından biri derenin kenarında yan yatmış minibüsü görüyor. Hemen bağırıyor ve otobüsü durduruyor. Bazı yolcular otobüsten inip yardıma koşuyor, şoför polisi arıyor. Ölüm yine beklenmedik bir anda gelmiş ve kurbanlarını hazırlıksız yakalamış besbelli. Bir tarafta sonsuz bir sessizlik, diğer tarafta çığlıklar, gözyaşları, derin bir yoksunluk, özlem.

Celal arabadan fırladığı o anı defterine kaydetme şansı olsaydı neler yazardı acaba. Az sonra bu dünyadan sonsuza dek kalacağı ebedi istirâhatgâhına göçüp gideceğini düşünmüş müydü?

Kayaya önce omzu sonra kafası çarpmış olmalı, sol bacağı ve sol kolu kırılmış. Çocukken bisikletten düştüğünde kafasını çarptığındaki gibi bir an her şey durmuş muydu? Acı yoktu, hiçbir şey hatırlamıyordu, kafatası içindeki dolaşan seslerden başka hiçbir şey. Dünya durmuş gibi, tek hareket edebilen kendisi gibi. Ayağa kalkabilse, üç dakika öncesine gidebilecek gibi hissetmiş midir?

Ölüm ölen kişi için yokluğun başlangıcıdır. Beyin tüm kayıtları o an silecek, bedenin tüm enerji kaynakları kesilecek, kalp fişi çekilmiş bir elektrik süpürgesi misali tedricen sessizleşecek, nefes bitecek, kumanda devreleri işlevsiz hale gelecektir.

Diyeceğim, doğduğun gün ortaya çıkan ve peşine düşen ölüm imgesinden ya da korkusundan, öldüğün an kurtulmuş olacaksın.

Celal de kurtulmuş muydu?

Elbette o andan az önce seçme şansın olsa “yaşamda kal”  kapısından geçmek istersin. Ama mutlaka “ölüme git” kapısında yığılmış insanlar da olacaktır, onlar ölümü istemediklerinden değil, o kapıdan geçme cesaretini kendilerinde bulamadıklarından perişandırlar ve heder ederler kalan ömürlerini.

Bir de işte çok hızlı ve talihsiz ölümler de vardır. Ölmeyi hiç istemeyeceğin bir anda, ölüm aklının ucunda bile yokken ölmek en kötüsüdür. Celal’in ölümünün yansımasını bu şekilde -hiç istenmeyen, beklenmedik, kabul edilemez bir ölüm olarak nitelendirmek- pek mümkün değil. En azından yazdıklarının tümünü okuduğunuzda ne “yaşamda kal” ne de “ölüme git” kapısı çıkıyor karşımıza, Celal için “arafta kal, gerektiğinde gel” penceresi daha uygun olurdu.

Etrafında ölmeni hiç mi hiç istemeyen, hatta öldüğünde yüreği paramparça olacak, bu zamansız ölümü hiç kabul etmeyecek birçok insan olması muhtemeldir. Ancak ölümün penceresinden görülebilen asıl trajik durum, ölen kişinin o an gerçekten ölmemek için yürek dağlayan makul sebeplerinin olmasıdır. Hâlâ sana ihtiyacı olan korumasız bir çocuk, henüz başlamış tutkulu bir aşk, ödenmemiş borçlar, seni hâlâ doyasıya saramamış bir ana, yarım kalmış bir kitap gibi onlarca neden olabilir.

Ya da yıllarca dişini sıkıp çalışmış ve artık geceleri rüyalarına giren dünya seyahatine çıkmak üzere tüm hazırlıklarını tamamlamış bir memurun ölümü sıradan değildir.

Henüz yirmi dört yaşında, kalan ömründe yazmayı planladığı kitaplardan birini dahi yazmamışken ölen müstakbel bir yazarın ölümü de sıradan olamaz.

Selim

Bir kaç yıl önce günlük gazetelerin birinde etkileyici bir ölüm vakası görmüştüm. Bir adam sevgilisi ile birlikte içki içiyor, içkiler tükeniyor, gece geç saat, bir yerlerden ispirto buluyorlar, onu da içiyorlar, durumu fark edenler yardım etmek istiyor ancak ada’da doktor yok zaten olsa da yeterli teçhizat yok, İstanbul’a yetiştirmeye çalışıyorlar, adam ne yazık ki yolda ölüyor, kadın hastanede alıkonuluyor, komada. Buraya kadar her şey olağan bir üçüncü sayfa haberi gibi ancak bu trajediyi, şöyle de okuyabiliriz.

Selim son yıllardaki iç sıkıntılarından kurtulmak için çıkış yolu aramaktadır. Eşinden boşandıktan sonra uzun bir süre alışkanlıkları ve anıları ile boğuşmuş, toparlanmak için kararlar almış, koşmaya başlamış, yıllardır bir türlü okuyamadığı kitapları okumaya başlamış, kendisini işine yoğunlaştırmış.

Bu sefer de iş dünyasını zorlayan ekonomik krizlerden birine denk gelmiş, işleri bozulmuş, borçları artmış, bankalarla sıkıntılar yaşamaya başlayınca yine her şeye bir dur deyip pek de düşünmeden adalardan birine gidip bir süre orada kalmayı istemiş. Sağdan soldan gerekli parayı denkleştirerek, eski bir arkadaşının yazlık olarak kullandığı evine yerleşmek üzere, küçük bir sırt çantasıyla ada vapuruna bindiğinde, yeniden doğmuş gibi hissetmiş kendisini.

Bir kaç hafta sonra sahilde yürürken bir restoranda kalabalık bir grup ile takılan Maria’yı gördüğünde beyninden vurulmuşa dönmüş. Aylardır peşini bırakmayan sıralı kâbuslarında kendisini derin karanlık bir çukura iten kadının Maria’nın tam da kendisi olduğuna kanaat getirmiş. İki üç saatlik bir çaba sonunda Maria ile tanışmış ve daha o ilk göz göze geldikleri an, Maria ile birlikte olmanın, o güne dek hiç görmediği büyük okyanusu küçük bir tekne ile aşmakla aynı hissi uyandıracağını düşünmüştü.

İki hafta sonra Maria ile Selim kalan ömürlerini tüketmek için aynı evde yaşamaya başladı. Önceki yaşamlarında eksik kaldığını düşündükleri şeyleri hızlıca tamamlama çabasına girdiler, konuşacak her şeyi neredeyse konuşup, ilişkilerinin dümenini olağan gürültüsüz seyrine kilitlediler. Gidecek bir yeri olmayan teknelerinde kendilerini okyanus ve atmosferin insafına sığınmış halde yol aldıkları haftaların birinde, büyük olasılıkla nemli ve soğuk bir ada akşamında, sahilde köpüklenen denizin insanı dinginleştiren sesini dinlerken başladıkları alkol seansına, evde devam ettiler.

Gecenin ilerleyen saatlerinde içkilerin tümü tükenmişti. Sınırı aştıktan sonra bir daha geri dönmeme arzusu bir tutkuya dönüştü. Sıcak bedenlerini birleştirip etrafta dönen hayatı unutmak yerine, o an orada tümden kaybolmayı –mümkün olsa buharlaşıp dağılmayı- öyle çok istediler ki, bir yerlerden buldukları ispirtoyu suyla karıştırıp içmeye başladılar.

Bir süre sonra görüntü tamamen yok oldu, sesler anlamsızlaştı, ayrı yönlere uçmaya başladılar. Selim öyle hızlı uçuyordu ki, dağlar, denizler okyanuslar altından kayıp geçiyordu. Bir an durdu ve yavaşça düşmeye başladı.

Aşağıda uzun yeşil bir düzlük, kıvrılıp akan kahverengi büyük bir nehir ve ağaçlar içinde kaybolmuş küçük bir ev gördü. Evin bahçesine indiğinde, yıllardır burada yaşıyormuş gibi kapıya yöneldi, avludan geçti, merdivenlerden hızla çıkıp üst kattaki odanın kapısını açtı. İçeride incecik, kocaman kara gözleri simsiyah saçları burnunda hızması alnında kızıl bir mühür ile bir kadın onu bekliyordu. İçeri girer girmez, hoş geldin dedi kadın sevgiyle, ama çok geciktin.

Pencereden dışarıya baktı, Maria bir kaplanın sırtında iki koluyla kaplanın boynuna sıkıca sarılmış güneye doğru yol alıyordu.

İki gün sonra Selim’in cenaze töreni yapıldı. Maria hastaneden taburcu olduğu halde ülkesine dönmedi, bir kaç gün İstanbul’da kaldıktan sonra Dharamkot’a[19] gitmek üzere yola çıktı.

Tercih

Herkesin bir hikâyesi mutlaka vardır, yoksa da olacaktır. Her ölüm geride kalanlar için yüzlerce hikâyedir ve biliniz ki herkesin gözünden, kulağından aynı hikâye bambaşka görülür, duyulur.

Celal, ölülerin seslendirdiği hikâyelerin peşindeki bu yolculuğunun son yolculuğu olacağını bilseydi,  neredeyse ölüm anına kadar böylesine hevesle çalışıp notlar alır mıydı? Ya da ölmeden tamamlaması gerekli işlerin telaşına kapılıp son günlerini heba mı ederdi? Şu an bunu bilemeyiz. Ama yazdıklarından çıkardığım ve tanıdığım kadarıyla şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki; Celal ölüm saatini önceden öğrense bile, muhakkak bir aksilik olup infaz saatinin öteleneceğini düşünür ve kafasına hiç takmazdı, hatta olayı karambole getirip infazın bir süre daha ertelenebilmesi ihtimalini de göz ardı etmezdi.

Celal hayatın anlamını arama yaşlarını çoktan geçmişti ve onun için şu an en muteber iş “yaşadığını sanan bir ölü olmama arzusu”ydu. Hem de bu hayata zerre kadar değer vermemesine karşın. Son döneminde –bunu tahmin etmesi elbette mümkün değildi- hırsla sıkı sıkıya tutunduğu düşünce de, tabi ki “öldükten sonra bir müddet daha yaşamak arzusu” olmalıydı. Yeni yeni idrak ediyorum ki, en azından bunu başarıyor.

Mahmut amcanın kimilerine göre vakitlice hatta gecikmiş ölümü ile Celal’in neredeyse herkese göre ani ve zamansız hatta oldukça erken ölümünü kıyasladığımızda, hangisinin etkisinin daha ağır olduğunu tartışmaya gerek yoktur sanırım. Ancak yaşanılan hayatları tarttığınızda değerlendirme tam ters sonuç verecektir. Ölüm ve yaşamı sayısallaştırıp karşılaştırmak gibi bir niyetim yok elbette, ama ölümden az önceki ruh halinin bu değerlendirmeyi bir bilinmeze sürükleyeceği görüşündeyim, pozitif de olabilir negatif de tabi. Sevdiğine kavuşamadan ölmüş biriyle, sevdiğine hiç bir zaman kavuşamayacağını bilerek yaşayan biri arasında bir tercih yapmak zorunda olsaydınız hangisini seçerdiniz?

Sarai

İstanbul Sarayburnu’ndaki surların dibinde cansız bedeni öldükten 12 gün sonra bulunan Sarai Sierra’yı öldürdüğünü itiraf eden “Laz Ziya” lakaplı kişinin, genç kadını nasıl öldürdüğünün ayrıntıları gazete sütunlarında yer almıştı. Mahkemede Laz Ziya için “öldürmek suçundan ağırlaştırılmış müebbet” ve “nitelikli cinsel saldırı” suçundan ise 19 yıla kadar hapis cezası talep edilmişti.

Laz Ziya savunmasında –aynen bir gazeteden alıntıdır- şöyle demiş; “Sur dibinde oturuyordum. Tiner çekmiştim, kafam iyiydi. Saat on iki civarında kadını tren raylarında gezerken gördüm. Üstünde kısa bir atlet vardı, yarı çıplak gibiydi. Yanına gidip kadını öpmek istedim. Ama o iki kaşımın arasına elindeki telefonla vurdu. İttim yere düştü. Kaldırmak istedim. Ama bana bu kez elindeki taşla vurdu. Kadını bacaklarından tutup kaldırdım sur dibine çekmeye çalıştım. Dilinden anlamıyordum. İşaretle yüzümü kanattığını anlatmaya çalıştım. Bana vurmasın diye bileklerinden tuttum. Ama o cinsel organıma tekme attı. Sonra pantolonumu çıkarmaya çalıştım. O sırada üzerimdeki kurusıkı tabanca yere düştü. Ben silahı yerden alırken kadın kendi pantolonunu çıkarmıştı. Ama yerden aldığı taşla yine suratıma vurdu. Ben yerden aldığım taşla başına vurup onu öldürdüm. Ölmeden önce ona tecavüz etmedim.”

Mahkeme sanığın adli tıp kurumuna gönderilip gözlem altında tutulmasına dair rapor hazırlanmasına karar verdi. Duruşma ertelendi. Katil duruşmada pişman olduğuna dair tek cümle etmedi.

Laz Ziya’nın savunması bu tür cinayetlerde artık klişe olmuş söylemlerden oluşuyor. Kadın önce neredeyse yarı çıplak olmakla suçlanıyor, sonra kadın muhakkak sanığın canını yakıyor. Sanık avukatları kendilerince hafifletici tüm sebepleri hiç yüzleri kızarmadan kullanıyorlar. Laz Ziya’nın ölmeden önce tecavüz etmemiş olmasının dahi altı çizilmiş. Ölülere tecavüz etmek canlılara tecavüz etmekten daha az ceza gerektirir diye düşünüyorlar. Sarai için ölümünden az önceki yaşama tutunma çabası, maalesef Laz Ziya’nın yaşamındaki kapatılması mümkün olmayan kara deliklerinde sonsuza kadar yok oluyor.

Genç kadın, bu talihsiz ve dehşet verici –gazete okurlarını dahi derinden etkileyip dağıtan- ölüm anından az önce, daha kafasına taş ile vurulmadan Laz Ziya’nın ilk darbesi ile yere düşerken yaşamı boyunca yapabilecekken yapmadığı ya da yapamadığı pek çok şey için öfke ile karışık bir pişmanlık duymuş mudur? Ya da bilmediği bu ülkeye ve bu ülkede yaşayan insanlara bu denli güvenip tedbirsiz davrandığı için kendisine mi kızmıştır? Bu iki olasılık dışında da pek çok şey düşünmüş olabilir elbette, ancak en hazini sonsuz huzura geçiş anında hayatındaki tüm güzellikleri unutturacak kadar dayanılmaz,  düşmanca, gaddarlık ve korku dolu dakikalar yaşamış olmasıdır.

İşgalci askerlerin ya da savaş sırasında güvenlik zaafından faydalanan milislerin, mutlaka ve mutlaka güzel ya da çirkin, çocuk, genç, yaşlı ayırt etmeksizin savunmasız kadınlara saldırması gibi Laz Ziya da eline geçirdiği ilk fırsatı geri tepmemiş, atalarının izinde erkekliğini de bahane edip, savunmasız bir kadına tecavüz edip sonra da onu öldürmüştür, ya da önce öldürüp sonra tecavüz etmiştir.

İşin kabul edilemez hatta mide bulandırıcı sonuçlarından biri de bu adamın tüm bu haltı işledikten sonra Suriye’ye kadar kaçmasıdır. Bir kadını gözünü kırpmadan öldüren ve üstüne üstlük bir de ona tecavüz eden bu cani, kaygısız ve akıl sağlığı yerinde olmadığı iddia edilen adam, her nasılsa yapmış olduğu şeyin bir suç olduğunu idrak edebilecek bir beyne sahiptir ve yakalanıp ceza almamak için yaşadığı toprakları dahi terk edebilecek yetkinliktedir.

Mahmut amca, Celal, Selim ve Sarai, birbirlerinden çok farklı ölüm öncesi anları olmasına karşın -ölüler dünyasına girişte tüm yaşadıkları, tecrübe edip ya da çeşitli yollarla öğrendikleri her şey sıfırlandığından-  hepsi aynı derecede ve değerde ölüdür artık.

Diğer taraftan kalanlar; Mahmut amcanın Berlin’de yaşayan torunları, Celal’in ailesi, arkadaşları ve Mahir, Selim’in geç bulup yine erken kaybettiği sevgilisi Maria, Sarai’nın anne babası ve eşi ölümün o ilk an dayanılamazmış gelen acısını ve travmasını -kimi kısa kimi de sandığından daha uzun bir süre- deneyimleyeceklerdi. Ama hayattaydılar ve yaşıyor olmanın telaşesiyle eninde sonunda unutacaklardı. En azından onların ölümleri öncesindeki o kısa ana kadar.

Kostas

Ellili yaşların ortalarında dev adam Kostas’ın İstanbul’da ölümü basının ilgisini hiç çekmemişti ve bir şekilde tanıdıkları tarafından cenazesi paketlenip sessizce ülkesine gönderilmişti. Ölüm’ün kendisini uykuda yakaladığını tahmin ediliyor.

Sabah kaldığı evin odasından çıkmayınca, ev sahibi arkadaşı kapısını bir süre çalıyor, uyandırmak için sesleniyor ve uzun bir süre yanıt alamayınca kaygılanıp odaya giriyor. Yatakta Kostas’ın cansız bedeni ile karşılaşıyor, gözaltları iyice koyulaşmış, yüzü kireç gibi bembeyaz, gözleri ölüm anının şokunu anlatır gibi. Panikle ne yapacağını bilmez halde bir süre bocalasa da, yardım için aradığı bir arkadaşının gelmesinden sonra önce polisi arıyor, durumu kısaca özetliyor, sonra konsolosluğa bilgi veriyor.

Ailesine haber vermesi gerektiğini düşünse de, yaşadığı şok ve derin üzüntü içinde bu sorumluluğu yerine getiremeyeceğini konsoloslukta görüştüğü memura söylüyor, kendisinin ve Kostas’ın ailesinin iletişim bilgilerini onlara veriyor.

Adli tıp raporuna göre Kostas’ın ölümü kalp krizi sonucu gerçekleşmiş.

Ölümünden bir gün ve iki saat önce Kostas boğaz’daki kayda değer balık restoranlarından birinden ayrılırken, misafir çok değerli tamam mı, sakın unutmayasınız diye şef garsona takılmıştı.

Ölümünden bir gün ve dört saat önce, yarın Atina’dan çok değerli bir misafirim gelecek –bu arada göz kırparak misafirinin mahiyeti ile ilgili beden diliyle bilgi vermeyi de ihmal etmiyor-, iki gün sonrası için özel bir yer ayarlayabilir miyiz diye sorduğunda, siz onu bize bırakın dedi şef garson. Size hiç unutamayacağınız bir gece yaşatacağız misafirinizle.

Ölümünden bir gün ve altı saat önce, boğaza karşı oturmuş kızarmış ekmeğe tereyağı sürerken, masaya uzun boylu, yer yer ak düşmüş kısa saçları ve yüzünde rahatlığını temsilen kesmediğini düşündüğüm sakallarıyla hayli cüsseli bir adam yaklaştı ve şaşırtıcı derecede akıcı bir ingilizceyle ben Kostas diye başladı, neredeyse hiç susmadan konuşmasını kalkana kadar da sürdürdü.

Yıllarca Amerika’da kalmış, şu an Atina’da yaşıyormuş, evli ve büyük küçük birçok çocuğu var, midesine kelepçe taktırmış ve son bir yılda toplam ağırlığının yarısı kadar kilo vermiş, yarın kız arkadaşı gelecekmiş, onu çok önemsiyormuş ve dahası mevcut işler, gelecekle ilgili planlar, yeni projeler derken saatler şarap ve mezelerin de etkisi ile büyülü bir şekilde geçmişti.

Kostas’ın ölüm haberi Celal için sıradan bir haber değildi. Bu ölümü “zamansız ölümler listesi”nde en dramatiklerinden biri olarak kaydetmişti hatta.

Kostas belki de ilk kez –evlendikten sonra tabi- her şeyi göze alıp birine onu sevdiğini hatta ona âşık olduğunu söyleyecekti. Yanında heyecandan dilinin dolaştığını, ondan ayrı geçen bir dakikaya dahi tahammül edemediğini ve daha da önemlisi onun yanında kendisini yirmi beş yasında hissettiğini söyleyecekti. Elbette sadece abartılı iltifatlar değildi tüm bunlar. Önüne geçemediği hisleri, onu hiç olmadığı kadar cesur kılmıştı.

Kendi çocuğu ile aynı yaşta birine ilk kez âşık oluyordu, bunu öncelikle kendi içinde hazmetmesi kolay değildi, eşinden ayrı değildi, eşine rağmen bir başkasına hem de kendi yaşının yarısında birine onu sevdiğini söyleyecekti. Kendi kızının böyle bir durumla karşılaşması halinde deli olacağı ve şiddetle karşı çıkacağı kesindi. Kendisini çok iyi biliyordu elbette, hatta beş yıl önce biri gelip böyle bir şey olacağını anlatsa kahkahalarla gülerdi. İşte aşk böyle bir şey olmalı dedi Kostas, az sonra ölecek olabilirim mesela ve bunu hiç önemsemiyorum inan. Kim bilebilir ki beş dakika sonra ne olacağını?  Sabah takip ettiğimiz proje için toplanacağımız şirketin ofisine giderken bir köprü’den uçan büyük bir kamyon bindiğimiz taksinin üzerine düşebilir ya da başım dönse ve sessizce açıkta bekleyen gemileri seyredip şarabımı yudumladığım balkondan aşağıya düşebilirim.

Dışarıdan bakılınca ayıplanacak, açıklaması çok da kolay olmayan bu aşkın, Kostas’ın ölümden az önceki, mistik anlamda ruhu bedeninden ayrılırken, nefesi kesilirken, öleceğini anladığı, yine de son bir şans verilmiş olabilir diye yataktan doğrulmaya çalıştığı “o an”ın nasıl bir işkenceye dönüştürdüğünü tahmin edebilir misiniz? Eminim ki Kostas tüm servetini vermeye razı olurdu ölümü bir gün ertelemek için. Genç çalışanına aşkını ilan ettiğinde, onun yüzünü öylesine çok görmek istiyordu ki. Yanıtını merak ettiği kadar, -belki de çok daha fazla- nasıl bir tepki vereceğini de merak ediyordu.

İnsanların cenneti ya da cehennemi ölmeden önceki bu kısa anda yaşanıyor olmalı. O anı yaşadıktan sonra geri dönmüş biri ile karşılaşmak istemezdim doğrusu.

Genç kadın uçağa binmeden az önce ölüm haberini almış olmalı. Belki de patronunun ölümünü kısa bir şaşkınlıkla geçiştirdikten sonra sevgilisine bir mesaj gönderip, seyahatinin iptal olduğunu, hafta sonunu da katarsa dört gün boş olacağını ve isterse yanına gelebileceğini söylemiştir.

Hrant Dink

2000’li yıllarda bu coğrafya ile yolu kesişen ve az çok medyayı takip eden herkes Hrant Dink’i bilir.

1954 yılında Malatya’da doğmuş. Anne ve babası İstanbul’a taşındıktan sonra boşanmış ve Gedikpaşa Ermeni Yetimhanesi’ne yerleştirilmiş.

Büyümüş, okumuş, hatta Marksist Leninist söylemle siyaset dahi yapmaya başlamış, bu arada İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesinde Zooloji okumuş, yetimhanede birlikte büyüdüğü Rakel ile evlenmiş, piyade er olarak askerlik yapmış, yayınevi ve kırtasiye açmış, kimsesiz ve yoksul çocukların yerleştirildiği bir kamp[20] yönetmiş, türkçe ve ermenice olarak halen çıkan Agos Gazetesi’nin kuruculuğunu, yayın yönetmenliğini ve başyazarlığını yapmış. Türkiye‘deki etnik toplulukların barış içinde yaşaması için sadece uzaktan temennilerde bulunmamış, ciddi çalışmalar yapmış, zaman ve bir gün gazetelerinde de makaleleri yayımlanmış.

2002 yılında Urfa’da verdiği bir konferansta söylediği “Ben Türk değil Türkiyeliyim ve Ermeniyim” sözlerinden dolayı “Türklüğü aşağılamaktan” üç yıl yargılanmış ve beraat etmiş. Reuters Ajansı’na söylediği “Evet 1915’te olan bir soykırımdı çünkü 4 bin yıldır bu topraklarda yaşayan bir halk ve onun uygarlığı artık yok” sözlerinden dolayı, “Türklüğü aşağılamaktan” hakkında davalar açılmıştı.

Yazdıkları, açıklamaları, konuşmaları, tavırları, olaylara yaklaşımı dolayısıyla etrafında “güzel insan” algısı uyandıran Hrant, kendisinden bahsederken isminin önüne gayri ihtiyari “abi” kelimesi ekleyiveriyoruz hâlâ.

İşte bu güzel insan Hrant Abi, 2007 yılında 19 Ocak günü öğleden sonra saat üçe altı kala, Şişli‘de Halaskargazi Caddesi üzerindeki Agos Gazetesi’nin bulunduğu eski binanın kapısının önünde yakın mesafeden üç el silah atışıyla öldürüldü.

Olay kısa sürede duyuldu ve insanlar Agos Gazetesi’nin önünde toplanmaya başladı. Bir grup Taksim’den yürüyüşe geçti. “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz” diye ilk kez bağırmıştık. Yaşarken anlatmaya çalıştıklarını belki de öldüğünde daha iyi anladık, hiç unutmamak üzere öğrendik. Aslında ölen yalnızca Hrant Abi değildi. Ailesi, sevenleri, mesai arkadaşları, komşuları, okurları, hepsi biraz ölmüştü, hepsi biraz öldürülmüştü.

Ama asıl bu ölüm sonrası yaşananlar Hrant Abi’yi sevenleri binlerce kez öldürdü. Davalar halen devam ediyor, maalesef klasik devlet ve adalet yaklaşımı ile bu hazin olay kapsamı daraltılarak, bir kaç bireysel suçlunun yarım yamalak cezalandırılması ile kapatılmaya çalışılıyor. Ölümünün öncesinde ve sonrasında yapması gereken hiç bir şeyi yapmamış olan kamu görevlileri, yapmamaları gerekli her şeyi ellerinden geldiğince yaparak adeta dalga geçiyorlar. Bu açıkça cinayeti sahiplenmedir. Hiç utanmıyor ve hiç çekinmiyorlar.

Üzerine serilen kanlı kâğıdın altında yüzüstü kaldırımda yatarken daha, büyük olasılıkla otobüs ile şehir dışına kaçmak üzere yola çıkmış olan 19 yaşında bir tetikçinin ne hissettiğinden ziyade, ona o tetiği gözünü kırpmadan çektiren, onu azmettiren, yalanlarla kurgulanmış kokuşmuş anlayışın yer ettiği aşağılık bünyelerin ne hissettiklerini ortalığa sermek mümkün olsaydı keşke.

Çok ciddi tehditler alan ve bunlarla ilgili gerekli mercilere başvurmuş Hrant Abi ama bu sinsi ve hain ölümün çok yakınında olduğunu bile bile, ölüme hayatının akışını değiştirmeyerek meydan okumuş. Elbette bu korkusuzca meydan okuma takdire şayandır. Bu yüzden adı her işitildiğinde ensemizde ince bir sızı duyuyoruz ve duyacağız.

Onun arkadan üç kurşun ile vurulduğu kaldırımdan onbinler geçiyor her gün ve geçecek bilmeden, hissetmeden.

Her terki diyar bir kurtuluş değildir.

Hrant Abi o çok kısa anda mutlaka bir dolu koşan çocuk görmüştür yemyeşil tepelerden. Umuda koşan çocuklar. Denize koşan çocuklar. Toprağına koşan çocuklar. Anasına koşan çocuklar.

 

Azize

Gözümü açtığımda siyah monitörde hızla ilerleyen yatay yeşil çizgiyi gördüm ve sinir bozucu tiz bir ses kulaklarımda çınladı. Ayak parmaklarım hareket ediyor, o halde önemli bir sorun yok.

Nefes alıyor muyum?

Paul’ün[21] beyaz odasına gönderme yapamayacak kadar halsiz olmasam da isteksizim, yaşama arzusu bitmez mi?

Burada noktalamak istiyorum her şeyi.

Kapının hemen üzerine denk düşen beyaz badanalı duvardaki siyah nokta kadar biçimsiz tutunmuşum dünyaya. Bedenimi yerden kesen şırıngalı gülümseyen Azize Teresa’yı daha sık görmek istiyorum etrafımda.

Güneşi takip etmeyeli çok olmuş, takvim yaprakları faydasız ancak sorunca yanıt veren beyaz önlüklü melekler var etrafta. Gün dönse de yenilenmiyor.

Hasret bildiğiniz gibi, kâğıdın kestiği parmağın sızlaması gibi ilk anda dayanamam sanıyorsun ancak bir müddet sonra unutup boşluğunu başka bir hüzün ile dolduruyorsun.

Burada bitsin artık.

 

Hoş geldin

“Yürüme bandına kaptırdığın ömrün,

Merdaneler, oklavalar, hadde tamburları, değirmen taşları,

İşte bak dolap beygiri dünyan.”

Derin bir mağaraya inecekti, mağaranın nemli ve soğuk girişinde titreyerek hazırlık yapıyor, elindeki listeye bakarak daha önce sıraladığı işleri tamamlamaya çalışıyordu, fakat bir türlü işler yolunda gitmiyordu. Her denemesinde bir aksilikle karşılaşıyor, birinde feneri göz kırpıyor, bir türlü düğümleri atamıyor,  sonra emniyet kemeri gevşiyor, bareti düşüyor, çaktığı kazık gevşiyor, yarasalar etrafında dönüp duruyor, velhasıl ümitsizce bir girdaba kapılmış gibi dönüp duruyordu. Nerdeyse iplere dolaşmış halde kendini nem kokan karanlık mağaranın dışına atabildi. Gece yarısı kitap elinde kolu uyuşmuş halde uyandığında kafasının içindeki film makinesinin ışığı azalsa da hâlâ dönüyor olduğunu hissetti. Sol kolu bir süreliğine iptal olmuştu, mutfağa gidip büyük bir bardak soğuk su aldı.

Kendisini pencerenin önündeki koltuğa bıraktı. Eliyle pencerenin kenarındaki sigarasını aradı, bardağı paketin yanına bıraktı ve iki üç denemeden sonra odayı aydınlatan çakmağın ateşi ile sigarasını yaktı.

Hâlâ sönmemiş bir kaç lamba vardı karşı evlerde, belki de koltukta uyumuşlardır dedi, bu saatte kimler uyanıktır diye düşündü. Tekdüzelik insanın kanına öyle sinsice nüfuz eder ki, seni tamamen ele geçirinceye kadar asla farkına varmazsın. Gücünü toplayıp notebookun olduğu çalışma masasının önündeki döner koltuğuna attı kendini. Önce bilgisayarın tüm dış bağlantılarını kapattığına emin olmak için bir kaç deneme yaptı. Sonra her ihtimale karşı Celal’in yazdıklarını toparladığı dizini bir harici diske kopyaladı. Gizlenmiş herhangi bir dizin ya da dosya olup olmadığını anlaması bu aşamada zordu elbette, ama yine de bir kaç klasik dizini kontrol etti.

Dosyaların isimlerini de dikkatlice inceledikten sonra tarih sırasına göre sıralayıp, en eski tarihli dosyayı açtı.

Hoş geldin, evet dosya ismi buydu. Celal’in böyle huyları olduğunu bildiğinden garipsemedi. Uykusuna dayanabildiği kadar okumaya devam etti Ayşen. İşinin çok zor olduğunu daha baştan anladı, zira Celal en azından okuyabildiği kadarıyla sadece peş peşe kısa notlar yazmıştı ve bu notların birbirleri ile bir bağlantısı varsa da, Ayşen için bu bağlantıları ortaya çıkarmak pek de kolay olmayacaktı. İlk bakışta Celal’in bir başkası için not tuttuğu fikrine kapıldı. Kişiler belirsiz, anlatıcı belirsiz, öznesiz ya da yüklemsiz cümlelerle dolu bir yığın yazı vardı.

Ayşen Celal ile tanıştıktan bir süre sonra -ya da ona güvenebileceğini hissettikten sonra da diyebiliriz-, Celal’in davranışları ve sözlerinden yola çıkarak, onun aslında zamanın ötesinde zararsız bir deli olduğunu düşünmüştü. Hani bazen oldukça sıradan ve olağan bir kişi iken, tümünü toplayıp tarttığında terazi şaşıyordu. Ayşen kurulan bu münasebete –ilişki kelimesinin anlamı hafiflettiğini söylerdi hep- neden bu denli kendini kaptırdığını kendisine dahi yanıtlayamadı hiç. Belki de diğer arkadaşlıkları ya da dostluklarından farklı olan, bu münasebette her zaman yanıtlanması gerekli soruların olmasıydı. İşte aradan geçen zamana karşın bugün bile bu farklılığı açıkça ortaya koyuyordu. Ayşen artık oyunun içinde nasıl yer alabileceğini –aslında belanın içine, kendi isteğiyle hem de, nasıl atlayacağını- iyi öğrenmişti.

En son ne zaman görüştüklerini hatırlamaya çalıştı, ama bir türlü karar veremedi hangisinin son olduğuna. Ne önemi var ki dedi kendi kendine. Hafif esen rüzgâr odayı temiz hava ile doldururken, yatmasının iyi olacağını düşündü. Bu sefer daha güzel bir rüya hayali ile derin bir uykuya daldı, bu kez elinde kitap yoktu.

Sabah ya da öğleye doğru desek daha doğru olacak uyandığında yataktan kalkmadan radyosunu açtı Ayşen. Müdahalenin yakın olduğu, belirlenen noktaların vurulup bir kaç gün içerisinde durumun kontrol edileceğine ilişkin zırvalıklar tekrarlanıp duruyordu. Yıllar önce Irak için söylenenler aklına geldi. Ne kadar balık hafızalıyız diye düşündü, sanki her defasında tüm bunlar ilk kez oluyormuş ya da bu defa farklı sonuçlar doğuracakmış gibi konuşuyorlardı. Dolar yükseliyor, borsa düşüyor, petrol fiyatları yine tavan yapıyor diyen spikeri o an o vahşetin yaşandığı kente ışınlamak istedi, daha fazla dayanamayıp radyoyu kapattı. Yaklaşık bir haftası vardı ve yapacaklarını düşünerek gücünü toparlayıp kendisini banyoya attı.

Kısa bir kahvaltı sonrası kahvesiyle birlikte tekrar masanın başındaydı, kendi bilgisayarını da açtı ve bu kez daha bir disiplinle okuduklarından yaptığı çıkarımları yazmaya koyuldu.

 

Aşk

Ben bir ölüyüm.

Kusura bakmayın, önceleri ben de anlamakta güçlük çektim. Âşık oldum sandım önce, yüreğim sıkıştı, olur olmaz terledim, yağmurda ıslanmadım, rüzgârda ürpermedim, ben uzaklara bakarken o hep bana bakıyor sandım. Sonra bir sonraki görüşmemize kadar hareketsiz kaldım diye düşündüm, insanlar geldi, en yakın akrabalarım, dostlarım, beni görmüyorlar sandım. Bana dokundular çekinmeden. Ağladılar. Çok üzüldüm elbette. Ama ben bir ölüydüm, kendisini âşık sanan.

Doğru dürüst nefes almayı hiç öğrenemedim hayatta kaldığım sürece. Geceleri yüzüstü yattığımı hatırlıyorum, sanki bir yük taşıyor gibi zorlanarak doldururdum ciğerlerimi.

Yok hastalık gibi değil.

Aslında durumu anlamaya başladıktan sonra biraz rahatladım. Zira yaşarken bir ölüden farksız öyle çok zaman tüketmişim, şimdi anlıyorum.

Ben bir ölüyüm.

Yüzleşme

“yaklaştıkça birbirimize

mıknatısın iki zıt kutbu gibi

ayırıyor bizi,

zaman.”

Ayşen notların içinde Mahir’in adını gördüğünde biraz şaşırmadı değil. Celal Mahir’den bahsetmiş ancak onun hayatta olmadığını yıllar önce bir trafik kazasında öldüğünü söylemişti. İsim benzerliği olma ihtimalini de düşündü bir süre, belki de bir ölüye notlar yazıyordu, söz konusu Celal ise yadırganacak bir durum değildi bu. Ancak okudukça kendisinin bildiği Mahir’in aslında Celal’in öldüğünü söylediği Mahir ile aynı kişi olduğunu anladı. Doğrusu bunu Mahir istemiş, İstanbul’dan ayrılırken. Benden ya bahsetme, illa bahsedeceksen de öldüğümü söyle demiş Mahir.

Ayşen genellikle notebook üzerinde okumalar yapıyor, sıkıldığında el yazılarını çözmeye çalışıyordu. Kâğıtların boşluklarına karalanmış resimlerin ve çizimlerin fotoğraflarını çekip ayrıca saklamaya karar vermişti.

İzninin yarısı geçmişti bile ve bu süre zarfında edinebildiği en kayda değer bilgi Mahir’in yaşadığıydı.  Bu yapmaya çabaladığı şeyin –tam olarak her ne ise işte- öyle çok sevimli bir iş olmadığını zaten biliyordu ama düşündüğünden çok daha uzun süreceğini de anlamış oldu. Bu arada birilerinin Recep ile Celal’in bilgisayarı hakkında konuşmuş olabileceğini de düşünmüştü. Kimseye açıklayamayacağı bir durumla karşı karşıya kalmak istemiyordu. Kim inanırdı ki?

Hemen dışarı çıkıp defterler ile yazılı notları tarattı. Bunları harici diskine kopyalatırdı. Eve dönünce notebookdaki verileri olduğu gibi kendi bilgisayarına aktardı.

Notebook’u ve notları düzgünce çantasına yerleştirip, Celal’in oğluna bir mesaj gönderdi.

Olcan, başın sağ olsun. Kendini iyi hissettiğin bir ara buluşmamız lazım, babanın notebooku bir şekilde benim elime ulaştı. Sana teslim etmem gerekiyor. Kendine iyi bak. Ayşen.

Olcan mesajı aldıktan bir iki saat sonra Ayşen’deydi. Nasıl oldu da sana geldi diye sormadı bile, çanta yanında biraz oturdu, bir kahve içti, kitaplara baktı. Gitmem lazım deyip izin istedi. Liseyi iki yıl önce bitirmişti, üniversitede okuyordu Olcan, babasına benziyordu biraz ama bu kez biraz daha farklı gördü onu. Ölüm onu da değiştirmişe benziyordu.

Bana yazabilirsin bir ihtiyacın olursa diyebildi sadece Ayşen. Celal’den hiç bahsetmediler. O günden sonra uzunca bir süre bir daha Olcan’ı ne gördü ne de sesini duydu Ayşen. Ta ki Kadıköy’de bir maçta tesadüfen karşılaşana kadar.

 

Troçki

Rusların 1917 yılında Doğu Anadolu’dan çekilmelerine ilişkin Celal’in yazdığı dağınık bilgileri derlerken bir dipnot gördü Ayşen. “Araştır, Troçki’nin hayatı”. Bu çekilme ile Troçki arasında bir bağ kurmak istemiş olabilirdi pek tabi. Celal’in ne yapmak istemiş olduğunu tam olarak tahmin edemese de olayları onun tarzında sorgulamaya çalışarak bir yol çizme çabasındaydı.

Celal kuvvetle muhtemel bir kitap yazmak için yola çıkmıştı. Maalesef bu kitaba dair ne bir plan,  ne de bir yordam yoktu notlar arasında, Celal bunu yazıya dökmemişti doğal olarak, ama bu projede yalnız değildi, Mahir de işin içinde olmalıydı, Ayşen öyle hissediyordu okuduklarından.

Ayşen şimdilik Mahir’i bir kenara bırakıp Celal’in bıraktığı izleri sürmeye karar verdi. Şayet Celal bir kitap yazmaya başladıysa, pekâlâ onu ben de tamamlayabilirim hatta tamamlamalıyım diye düşündü.

Ertesi gün Beyoğlu’nda bir pasajda eski kitaplar satan bir dükkâna uğradı ve Troçki ile ilgili bir kaç kitap aldı. Bu arada internetten bir kaç ansiklopedik bilgi de toparlamıştı.

Ayşen Troçki ile ilgili yazılmış kitap ve makaleleri okudukça kafası oldukça karıştı. Bazı yayımlarda Troçki’nin gerçekleri görmeyen, görüp saptıran, yeri geldiğinde yakın arkadaşım dediği Lenin’i dahi karalamaktan kaçınmayan, hizipçi, entrikacı, usta bir demagog,  oportünist, anti-bolşevik, dış basına parti ile ilgili yalan haberler pazarlayan,  parasal konularda zaafları olan, hiçbir dönem örgütlü olmayan ve partisiz devrimci, köylüyü yok sayan elitist, şovenist, solcu görünen ama sağcılara yardım eden, hatta Hitler’le dahi işbirliği yaptığı iddia edilen, uzun lafın kısası tam bir şeytan olarak tanımlanması karşısında oldukça şaşırdı.

Tüm bunlara karşın Celal’in dikkat çekmek istediği bağlantıyı ortaya çıkarabilirim ümidi ile –belki de Celal sadece merak ettiği için böyle bir not almıştı- mümkün olduğunca tarafsız kalmaya çalışarak Troçki’nin hayat hikâyesinden bazı kesitleri kaleme aldı. Büyük bir çoğunluk tarafından kötü sıfatlarla kullanılan bir ismi olmasına karşın, Ayşen Troçki’nin anlatılandan daha farklı –pozitif anlamda- bir insan olabileceğini düşünüyordu. Ya da en azından Troçkistlere kızıp Troçki’yi böylesine suçlamak olsa olsa kara cahilliktir diye düşündü. Bu çok eski bir akıl oyunudur, herkesin az buçuk tahmin etmesi gerekir; Troçki troçkist değildir, elbette ve ayrıca şu kesin bilgidir ve bilinmelidir ki Troçki iyi bir Marksist’tir.

Zira muhalefet ettiği fikirler ve mücadele ettiği kişiler aslen o dönemde ve o çevrede neredeyse dokunulmaz kalelerdi ve Troçki’nin tüm bunlara karşı yaptığı ya da yapmak istediği işler cesaret gerektiriyordu. Özellikle sürgün olduğu dönemlerde kaleminden başka bir silahı ya da yönlendirdiği silahlı güçleri hiç olmamıştı. En azından Troçki muhalefetinin bir dönem Sovyet devrim tarihini ileri yönde zorladığı ve mesnetsiz bulsalar da onun eleştirilerinin toplam ilerlemeye katkısı olduğu yadsınamaz bir gerçektir diye düşündü Ayşen.

Kimine göre de Troçki hiç bir yenilik getirmemiş, Lenin ve hatta Stalin’in söylediklerinden farklı bir şey söylememişti. Diğerlerine göre daha çok yabancı dil bilmesi, entelektüel kişiliği ve edebiyat konusundaki yeteneği kendisinin daha farklı algılanmasına neden olmuş da olabilirdi.

Tam olarak aynı ortamı tahayyül etme ve kurgulama şansı olmadığından, Troçki hakkında net bir hüküm vermesi mümkün gözükmüyordu. Yalnız emin olduğu bir şey vardı, bir insan ne kadar kötü olursa olsun tek başına tarihin akışını değiştiremezdi. Kaldı ki Troçki, tek başına kurtuluşun asla mümkün olamayacağını, diğer dünya ülkelerinde de sosyalist devrimlerin gerçekleştirilmesi ile ancak asıl hedefe ulaşılabileceğini savunuyordu. Öyle ya bir kaç sosyalist işçi devleti dünyadaki dev kapitalist ülkelerle nasıl mücadele edebilirdi.

Lev Davidovich Bronstein yahudi bir ailenin çocuğu olarak 1879 yılında bir kasım ayında Yanovka’da[22] dünyaya gelmiş. Sekiz yaşında öğrenim için ailesi tarafından Odessa’ya gönderilmiş. 1896 yılında okulun son yılı için Nikolayev’e[23] gitmiş ve burada Marksizm ile tanışmıştı. Çok kısa bir süre içinde devrimci hareketlerin içinde aktif olarak rol almaya başlamıştı ki 1898 yılında Çarlık polisi tarafından tutuklanarak iki yıl hapis yattı. Sonrasında Sibirya’ya sürgüne gönderildi. Bu sürgün sırasında evlenmiş ve iki yıl içinde iki kız çocuğu olmuştu. 1902 yılından itibaren Leon Troçki ismini kullanmaya başlamıştı.

Sürgünden firar eden Troçki önce Viyana’ya oradan da Londra’ya gitmişti. Bolşevikler ve Menşevikler olmak üzere iki hizip oluşan Londra’daki Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi‘nin kongresinde, Bolşevik Lenin’e karşı Menşeviklerin yanında yer aldı. Ancak bir yıl sonra Menşeviklerle görüş farklılığı yaşayarak bu gruptan ayrıldı ve 1905 devrimi yenilgisinden sonra ikinci kez Sibirya’ya sürüldü. Bu kez de firar etmeyi başardı. 1917 yılında devrim öncesinde Lenin’in daveti ile Bolşeviklere katıldı.

Troçki, Sovyetler Birliği’nin yer altı ve yer üstü kaynaklarını başka devletlere bırakmasını öngördüğü gerekçesiyle Brest-Litovsk Antlaşmasını imzalamadan geri döndü. Oysa Lenin’e göre, ilerleyen yıllarda devrim dünya çapına yayılacak ve yapılacak bu barış ile kabul edilecek yenilginin tesiri fazla uzun sürmeyecekti. Yeniden yapılanan Sovyetler Birliği’nin iç sorunlarıyla uğraşırken, dışa karşı bu tavizin verilebileceği düşüncesiyle Brest Litovsk Antlaşması Troçki’nin yerine görevlendirilen Kamenev tarafından imzalandı. Bu antlaşma ile Rusya 1878 yılında ele geçirdiği Kars, Ardahan ve Iğdır‘ı Osmanlı İmparatorluğu’na geri veriyordu.

Komünist Enternasyonal‘in kurulmasında da önemli rol oynayan Troçki, ilk dört kongrenin programları ve bildirilerini hazırlamıştı. Meydana gelen sorunların çözümünde sergilediği farklı tutum ve fikirler sebebiyle, parti çoğunluğuyla ters düştü.

Troçki, Stalin ile giriştiği siyasi mücadeleyi kaybedince tüm resmi görevlerinden alınmış ve sürgün edilmişti. Kalan hayatını sürdürmek için önünde iki yol vardı. Ama o zor olanı seçti, Stalin ve Mao’un görüşlerine karşı muhalif hareketler oluşturdu, tarihe en önemli Marksist teorisyenlerden biri olarak adını yazdırdı ve öldürülene kadar sürekli çalışmalarını sürdürdü. Belki de geriye dönüp baktığımızda tek mükâfatı işte hâlâ kendisinden bahsediyor oluşumuzdur.

Bir dönem Kızıl Ordunun kurucusu olarak Lenin’den sonra ikinci adam olarak anılan, 1917 Ekim devriminin önde gelen isimlerinden biri olan Troçki iç isyanlar ve ayaklanmaların bastırılmasında da önemli bir rol oynamıştı. 1924 yılında Lenin’in ölümünden sonra hızla yetkileri elinden alınarak güç kaybetti ve sonrasında Siyasi Büro ve ardından Komünist Enternasyonal yürütme kurulu merkez komitesinden alındı. Troçkistler tarafından Saint Petersburg’da Sokak gösterileri yapınca parti üyeliğinden de atılmıştır. Böylece Bolşevik Parti’ye karşı bir işçi ayaklanması örgütlenmesi ve işçi sınıfı iktidarına karşı silahlı ayaklanmayı teşvik etmekle suçlanarak tekrar sürgüne gönderildi.

1927 yılında parti üyeliğinden atıldıktan sonra sürgün hayatı önce Kazakistan’da Almatı yakınlarındaki Semyonov-Tiyanşansky’da başladı. Burada daha bir yılını doldurmadan 26 yaşındaki kızı Nina’ın Moskova’da öldüğü haberini aldı. 1929 da Sovyetler birliğinden kovulduğunda başvurduğu ülkelerden hiç birinden kabul görmezken, Osmanlı sonrasında yeni kurulmuş olan genç cumhuriyet Türkiye tarafından davet edildi.

İstanbul’a geldiğinde önce Taksim’de Tokatlıyan Han’da ve sonra Şişli’de bir konakta çok kısa süreler kaldı. Akabinde 1933 yılı ortalarına kadar yaşayacağı Büyükada’ya yerleşti ve yılmadan, pes etmeden büyük bir titizlikle sürdürdüğü devrimci faaliyetlerini buradan yönetti.

1932 yılında Stalin tarafından Sovyet vatandaşlığından çıkarıldığında İstanbul’daydı. Büyükada’da geçirdiği yıllarda bir taraftan Pravda dergisini çıkarırken, diğer taraftan Sürekli Devrim, Stalin Grubunun Hatası, Rus Devrimi Tarihi, Çin Devrimi’nin Sorunları, Hayatım adlı kitaplarını da kaleme almıştır.

1933 Ocak ayında diğer kızı Zina, Hitler rejiminin altında Berlin’de intihar etmeye zorlandı. Daha sonra oğlu Lev Sedov da öldürüldü. Tüm bunlara karşın mücadelesini hiç bırakmadı. Ayşen için çocukların ölümünü o zamanın şartları düşünüldüğünde olağan karşılanabilirdi belki ya da çok şaşırmazdı o dönem yaşasaydı. Ancak daha güzel bir dünya kurmak adına kendi hayatını gözden çıkaran bir insanın, bu uğurda kendi çocukları kaybetmesine rağmen mücadele hırsında hiç bir düşüş olmamasını asla anlayamayacak hatta kabul edemeyecekti. Ne için olursa olsun ben yapamazdım, yapanı da hoş karşılamazdım diye düşündü Ayşen.

1933 yılı Temmuz ayında İstanbul’dan ayrılarak Fransa‘ya giden Troçki burada 2 yıl kaldı ve sınır dışı edildi. Ardından Norveç‘e gitti, burada da 2 yıl kaldıktan sonra ülkeyi terk etmek zorunda kaldı.

1937 yılı Ocak ayında Meksika‘ya sığınmak zorunda kaldı ve Dördüncü Enternasyonal‘in inşasına bu ülkede başladı. Alman Nazi ordusu Sovyetlere saldırmak üzereyken gerçekleştirilen Dördüncü Enternasyonal ve ayaklanma fikri Sovyetler Birliği’nde Troçki’nin Nazilerle işbirliği yaptığı şeklinde yorumlanacaktı. Bu arada Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği Alman faşizmi karşısında savaşı kazandığında, dünya genelinde yayılmış olan Troçki yanlıları güç kaybettiler.

1940 yılında Sovyetler Birliğinin İçişleri Halk Komiserliği (НКВД) ajanı olan Ramón Mercader adlı Stalinist bir İspanyol tarafından buz kırmak için kullanılan bir kazmayla başına vurularak ağır şekilde yaralandı ve ertesi gün hayatını kaybetti. İlk gençliğinden itibaren bir şekilde kaçtığı ölüm onu altmış bir yaşında evinden çok uzaklarda bir başka kıtada yakalamıştı.

Ayşen kendini Troçki’nin etkileyici hayat hikâyesine kaptırmış okumaya devam ederken, Tatyana hemşire ile Troçki’nin bir yerlerde karşılaşmış olma ihtimalini hayal etti.

Troçki’nin 1929 yılında Taksim’den Şişli’de kısa süre kaldığı ve güvenli bulmadığından terk ettiği konağa yürürken Hrant Abi’nin vurulduğu kaldırımda durup nefeslenmiş olduğunu düşledi. Troçki ilk sürgünden ailesi ile birlikte firar ettiğinde gittiği Viyana’da kalıp sadece edebiyatla ilgilenseydi ve sonraki yıllarda Kızıl Ordu’nun başına geçmeseydi, muhtemelen 1917 yılındaki devrim daha farklı gelişecek ve belki de Ruslar diğer ülkelerdeki birliklerini geri çağırmayacaktı. Bu da Doğu Anadolu’nun kaderini tamamen farklılaştıracak, böylelikle Hrant Abi’nin vurulmasına kadar devam eden ve belliki devam da edecek insanlık dışı, anlamsız kanlı süreç belki de hiç yaşanmayacaktı.

Ayşen bu noktada Celal’in böylesine bağlantılar kurgulamış olduğunu tahmin edemezdi elbette. Ancak Celal yoktu artık ve bu konuda yeni bulgular elde edene kadar bu şekilde devam etmekten başka bir yol da yoktu.

Bir bağlamda şu an kendi yaptığı işle, Troçki’nin hayatı ve düşünceleri ile ilgili yazanların arasında bir benzerlik vardı. Ayşen, Celal’in kısa notlarından bir bütüne varmaya çalışıyordu, bu nedenle yazdıklarında Celal’in etkisini silmek mümkün değildi.  Troçki’nin kendi hayatı ile ilgili yazdıklarını bir tarafa bırakırsak, devrim sürecinde yeterli özgürlüğün olmadığı baskıcı ortamda tarihe düşülen notların ister istemez taraflı olması kaçınılmazdı diye düşündü. Troçki sütten çıkmış ak bir kaşık olmayabilirdi ama hakkında yazılanlar kadar da şeytani bir insan da olmazdı diye bağladı konuyu Ayşen kendi kafasında.

 

Ora

Bir şehir uyanıyor yine sensiz.

Kaç dehliz, kaç tepe, kaç mahalle, kaç sokak, kaç ev, kaç okul, kaç arka bahçe var bu şehirde, biz kaçının farkına varabiliyoruz bu şaşkın ömrümüzde?

Sahi kaç yüzü var bu şehrin? Ne kadar az biliyorsan, o kadar huzurlusun değil mi? Ama unutma birileri o senin bilmediğin dünyanın tam ortasına kordona dolanmış halde doğuyor, o birileri senin yanından geçemediğin sokaklarda yaşama savaşı veriyor.

Bir şehri sevmek ne ki? Sokaklar, binalar, parklar, istasyonlar. Peki nedir şehir, nasıl olur? Bir koca nehir ve iki yakası ya da bir deniz ya da bir tepenin eteği yeter mi?

Onu şehir yapan farelerdir apartmanların kuytularında yaşayan. Onu şehir yapan gecekondularıdır, uzak bostanlarıdır, varoşlarıdır. Onu şehir yapan parklarıdır, ağaçlarıdır, yan yana sıralanmış banklarıdır. Onu şehir yapan köprü altlarıdır, metruk binaları, kale dipleridir sokak çocuklarının sığındığı. Onu şehir yapan ilkokul terk gençlerin sokakta kendiliğinden üç dil konuşmasıdır ekmek parası için. Otomobil camı silen insanlar, dilenciler, hayat kadınları, travestiler, şarapçılar, haytalardır.

Peki en çok kimindir bu şehir?

Bilir misiniz geceye gizlenmiş renkli hayatlar gündüz nasıl görünür? Gün ışığının hiç acımadığı insanlar da yaşar şehrin bir yerlerinde. Kırkından sonra evlerine kapanarak hayata tutunmak zorunda olan insanlarındır şehir.

Bir ömür polisten kaçanlarındır şehir. Kimi rengi, kimi adı, kimi de dilinden dolayı daha doğduğu gün ilk suçunu işlemiştir. Büyüdükçe kaçınılmaz suçun kendisi olacaktır.

O şehir için erken ölmeyi göze alanlarındır şehir. Kim onlardan daha fazla hak eder bir şehri. Onlar bu şehrin asıl ve asil sahipleridir. Elinde bir bavulla şehre gelen korkusuz adamların, otobüs garajlarındaki yalnız kadınlarındır şehir. İşte onlar içindir şehir, onlar giderse şehir de arkalarından gider.

Şehir işçilerindir. Artık her an kapanacak korkusuyla atölyelerine, fabrikalarına, şantiyelerine gitmek için otobüs duraklarında,  tren istasyonlarında, minibüs kuyruklarında bekleyen -bugün de işten atılmamasına sevinen- büyük elli insanlarındır.

Daha zengin mahallelere temizliğe giden kadınlarındır şehir. Daha gün doğmadan poğaça, simit, çatal yapan una bulanmış insanlarındır şehir. Seni meşrulaştıran ve kişisel tarihinin dönüm noktalarındaki seni kayıtlara geçiren vesikalık fotoğrafları çeken şipşakçılarındır şehir.

Şehir o şehirdeki güvencesizlerindir. Bilcümle ve külliyen hem de. Değilse de bir gün olacaktır, beklemeye inananların o günleri de görme ihtimali yüksektir.

Bir çocuk en güzel evin kendi evi olduğunu düşünür ve doğrudur da. Viraneymiş, küçükmüş, büyükmüş, bakımsızmış, bakımlıymış bilmez. Dış kapısından içeri girdikten sonra dünyanın en güvenli alanındadır. Ahşap bir cümle kapısı, az özenli daima açık, kilitsiz, anahtarsız ve mutlaka mavi olmalı. Önce düzayak geniş merdivenler karşında iki kapı, sonra daralıp dönen demir doğramadan tırabzanlı bir tarafı cam çerçeveli geniş bir hole açılan merdivenler ve üç kapı.

İşte okuldan nerdeyse koşarak gelip ayakkabılarının bağcıklarını çözmeden çıkarıp zar zor tuvalete yetiştiğin ev burası. Doğduğun ev, rüyalarında gördüğün ev, bahçesinde kaybolabildiğin, kışın kömür taşıdığın yazın balkonundan sarktığın ev. Hasta olunca tavanındaki lekeleri seyrettiğin, duvarında işlenmiş kanaviçeden çerçeveler, televizyonun üzerinde dantelli bir örtü, küçük bir kütüphanesi olan, ders çalıştığın açılır kapanır ince ahşap bacakları olan yüzeyi etrafına çakılı çıtalarla tutturulmuş muşamba ile kaplı masa. Sobanın bir odayı ısıttığı ama soğuk odada yün kazağınla cama burnunu yaslayıp ıslak bir geceyi seyrettiğin ev.

Sokaklarında gözleri ışıldayan duvarlara yazılar yazan gençlerin bir anda ortadan kaybolduğu ve askeri araçların, her daim yeşil üniformalı polislerin bekleştiği mahallenin evlerinden biri sadece. Uzaktan bir silah sesi duyduğunda hep genç bir kadının vurulduğunu zannettiğin, henüz asfalt ile tanışmamış geniş düz taşlarla döşeli yollarında, hep taşlara basarak sekerek yürüdüğün ve her defasında dönüp dolaşıp aynı kapıya geldiğin, bahçesindeki kuyunun etrafında inşaat artığı tahtalardan yapılmış bir sıra oturak ve ne zamandan beri var olduğunu bilmediğin asmanın gölgesinde bir dünya.

Ağızları sigara kokan, dumandan sararmış bıyıklarıyla kahvehanelerde gazete okuyan, çay içen şapkalı adamlar, elleri nasırlı usta elleriyle duvar ören demir büken inşaat işçileri, ezan okunurken hızlı adımlarla ağızlarında belli belirsiz bir dua ile iki büklüm eli bastonlu camiye yürüyen sakallı adamlar, tezgâhın arkasında ellerinde plastik küçük bir rakete benzeyen renkli aletle sinek avlayan ya da veresiye defterinin sayfalarını yeşil muhafazalı turuncu ıslak süngere bastırdıkları işaret parmaklarıyla dikkatle ve yavaşça çeviren, gözlükleri burunlarının ucunda, kulaklarının arkasında ya sigara ya kalem olan adamlar, kravatlı ceketli çantalı adamlar, gece çalışıp gündüzleri pijama ile dolaşan adamlar. Ayı oynatan adamlar, horoz şekeri satan adamlar, pamuk helva yaptıkları arabaları ile dünyanın en ucuz mutluluğunu ince çıtalara saran adamlar.

Pencere önünde, balkonda, bahçede çorap, kazak, süveter ören kadınlar, kızları, çocukları. Başörtülü, tülbentli, yazın bahçelerde tarhana, salça yapan ya da döşeklerindeki, yorganlarındaki yünleri döven yahut halılarını köpürte köpürte yıkayan kadınlar. Akşam saatlerinde kuytu köşelerde topladıkları bakır tencereleri kalaylayan bir dişleri altın kaygısız ve hep gülen kadınlar. Şişman bohçacı kadınlar ve kızları. Hastaneden, tezgâhtan, fabrikadan, okuldan gelen sade ve tertemiz giyimli, yorgunlukları yüzlerinden akan mütevazı kadınlar.

İlkbaharda çiçek açıp yazın meyve veren erik şeftali armut elma ağaçları, üzümler, okullar açılmadan irileşen ayvalar. Yaz boyu tırmandığın incir ağaçları. Bahçelerdeki çeşmeler, tulumbalar, müştemilatlar. Top koşturduğun boş arsalar. Domates, patlıcan, biber yetiştirmek için büyük bostanlardan aldığın fideler, bellediğin bahçe, su olukları, inşaatlar, sokak lambaları, sıvasız apartmanlar, pastaneler, kaportası paslı, rengini kaybetmiş arabalar, kamyonlar. Sahildeki çay bahçeleri, simitçiler, kâğıttan külah yapan cam bardaklı çekirdekçiler, gazozcular, elma şekerciler, kâğıt helvacılar.

Çarşıya gitmek deyiminin kullanıldığı yıllar. Cebinde paran varsa lahmacun, sütlü bir tatlı, dondurma, gazoz, kuruyemiş, büyükçe bir un kurabiyesi, üzerinde arap kızı olan golden sakızları alabileceğin, göz alıcı kırtasiyelerine hep tükenmiş bir okul kitabını ısrarla sorduğun ama bulamadığın yıllar. Önünden utana sıkıla geçtiğin sinemalar ve camlarına yapıştığın spor malzemeleri satan dükkânlar.

Tren sesi ile kendine gelip dönmek zorunda olduğunu hatırlaman ve yolda başında güneş terleyerek okulun önünden geçmen, lağım akan derenin etrafında boylu boyunca uzayan duvarın üzerinden dengeni kaybetmeden yürümeye çalışman.

Hep aynı kapıya dönersin. Dolaptan çıkardığın su dolu cam meşrubat şişesini kimse görmeden ağzına dayaman ve her defasında yakalanman kader olabilir.

Tren yolunu geçmeni sağlayan alt geçit seni gerçek dünyana biraz daha yaklaştırır. Loş hatta karanlık dar geçitte yere serilmiş hediyelik eşyaları kırmadan ve elindeki çantana daha sıkı tutunup yürüdüğün, her yağmurda nasıl bir havuza dönüştüğünü düşünmekten kendini alamadığın mavi fayanslı yeraltı geçidi. Geçidin öteki tarafı tamamen başka bir dünyadır hep. Geçişlerin farklılaştırdığı mekânları anlamaya başladığın yıllar. Ötekiler, diğerleri ve onların dillendirilmeye başlandığı yıllar. Akrabalarının ya da tanıdık bir büyüğünün hep haklı olduğunu düşündüğün yıllar. Henüz sorgulamak, tartmak eylemleri sana uzak.

Tren yollunun bittiği noktaya bakakalıp, akan paslardan demir gibi görünen tahtalar üzerindeki yüzeyi ayna gibi olmuş raylar, elektrik taşıyan hatlar, büyük çiviler vidalar cıvatalar ve taşlar, kısa boylu demiryolu işçileri, kondüktörler, ellerinde yeşil kartondan biletleri muntazaman delebilen aletleriyle şapkalı biletçileri unutabilir misin?

Çığlık atarak yaklaşan tren yalpalaya yalpalaya hızla kayıp giderken önünden; saçların, yüzün, kolların, bacaklarında hissedersin demir kütleyi, havayı tutabilirsin arkaya düşmezsen.

İstasyonda raylara bakan yalnız insanlar, karşı perona bakan yalnız insanlar, kitap okuyan yalnız insanlar. Ne kadar kalabalıksınız.

Ve bostanlardaki büyük su kuyularına korkudan yaklaşamayan çocuklar ile o kuyularda yüzen çocukları birbirinden ayıran sadece duvarlar değildir. İhtimallerle ayrıştırılmış hayatları aynılaştırmanın karmaşıklığından sıyrılanlar ile hep buna takılıp kalan insanların yaşadığı kentlerden biri işte.

Zeytin ağaçlarının yeşil olmaması suç mu? Zeytin ise siyah değil yeşil. Her gün yeni bir şeylerin farkına vardığın yıllar. Yıllar sonra yeni bir mekânda “boyalı kuş”[24] gibi hissetmemen için yeterli değil bütün bunlar. Ne kadar çok farkındaysan anlıyorsun ki bir o kadar çok farkında olmadığın şeyler var bu hayatta.

Sen hep onu mu aradın? Oysa hep senle birlikteymiş. İyi ki fark etmemişsin.

Olduğun yerler biçimlendiriyor kişisel özelliklerini çoğu zaman. Pek az olan bir durum da senin olduğun yerin özelliklerini değiştirmen ya da sadece senin değil de senin ve sana benzerlerin birlikte değiştirebildiği durumlar olabiliyor.

Senin orada olduğunun hiç fark edilmediği yerler de var elbette. 1994 yılı Diyarbakır’ına biraz çekinerek gitmiştim önce. Köyler boşaltılmış, şehir merkezinde yüksek apartmanlar yapılmış ve insanlar mezralardan köylerden sonra bu mezarlığa benzer beton yapılara yerleştirilmiş. Çocuklar aslen hiç tamamlanmayacak bu yarı inşaat evlerine alışamamış elbette, asansörler kilitleniyor,  hepsi her an yıkılacakmış gibi. Üniversitenin yarattığı hava Ofis caddesinde kendisini hissettirse de, hava karardıktan sonra sokağa çıkabilen sayısı hayli düşük daha o yıllarda.

Olur olmaz saatlerde bir patlama ya da çığlık sesiyle irkilmelere alışılıyor zamanla ya da bir kafede yüzü mayından tanınmaz hale gelmiş bir genç insanla, bir Avrupa kentinden gelmiş olduğu anlaşılan rahat ve alımlı bir kadının muhabbetlerini umursamamayı olağan bir durum gibi kabul ediş.

Hele ki daha ilk gün bir ağaca vida ile tutturulmuş kulakları gördü bu gözler, o vahşetin fotoğrafları, yemeklerde anlatılan öyküler. Bazen yok olmak istersin ama başaramazsın ya, bazı anlar Diyarbakır öyle bir kentti benim için. Ama gerçek bir kentti ve hep öyle olacak.

Ofis caddesinde bir tatlıcının önünde kaldırıma oturmuş çocuklar hiç aklımdan çıkmaz. Evsiz, ebeveynsiz, parasız, geleceksiz. Ama gülüyorlardı, hem de gözleriyle. Newroz piroz be!

Gerçekten rutubetli bir gün. Her iki duvarında iki divan yaslanmış ve orta duvarında geniş bir pencere, bordo renkli kalın perdeleri kenarlara itip boyaları kabarmış ahşap pencerenin camındaki buğuyu da elinle silersen ağaçlar arasından boğazı görebilirsin.

Pencerenin karşısında ahşap bir bölme ve kapı var ve bir oda daha ve devamında bir mutfak. Her odaya bir kapı ile açılan bir koridor, koridorun sonunda ortak bir banyo-tuvalet ve giriş kapısının açıldığı bu koridordaki sola dayalı merdivenle ulaşılan ikinci kat. O muhteşem küçük balkon, şimdi toprak olmuş iki yaşlı insan. Aç, yorgun ve neredeyse bitikken size çorba getiren ya da çağırıp bir tas çorbasını paylaşan bu güzel insanlar da, bu eski ev de yok artık.

Ama zihnime kazınmış bu mekânları sıfırlayacak kadar gelişmedi henüz tıp bilimi. Evet yokuşları tırmanırsın, elini beline koyup ya da tutmaktan parlamış demir tırabzanları kavrayıp merdivenleri çıkarsın, balkonlardaki teyzelerle gülüşürsün, bakkalla iki dakika sohbet edersin, kapıyı anahtarınla açıp kendini derin bir kuyuya atarsın.

Güneşli bir gün. Gürültüye aldırmadan pencereleri açıp bitişik biteviye çirkin binaları seyreder ve sigaranı daha efkârla içine çekerken, ortaokulda belliki amerikan dizilerinden görüp etkilendiğin gökdelenler şehri Newyork’u düşünüp mukavvaları keserek üst üste koyup yapıştırdığın o el işi ödevin aklına geliyor. Modern şehirler. Uzağı görmemeye başlıyorsun sonra, buğulanıyor gözlerin ve arkana dönüyorsun dumanı içinde tutarak ve bir mekân daha, karşında tüm duvarı kaplayan kitaplık ve solda mahzene giden kapısız bir koridor.

Uçağa bindiğinde on bir yaşındaki gibi hissetmese de yine de heyecanlıydı. Yalnızdı, on yedi yaşındaydı, yaz tatilini daha iyi değerlendirme şansı olamazdı. İstanbul’un bir kenar mahallesinden -hani Kadıköy’de gezmek bile çok önemliyken bizim için- Yeşilköy’e hava limanına ve oradan da orta avrupa’nın bir kentine gitmesi o yıllarda büyük bir olaydı.

Temiz giysiler, yeni bir ayakkabı, taranmış saçlar ve küçük bir çanta ile bekleme salonuna yollandı. Gelecek ile ilgili düşünecek çok şey vardı ama etraf o kadar renkli ve hareketliydi ki yolculuğun büyüsüne kendisini çabucak kaptırdı. Hava alanı film seti gibi görünmüştü gözüne, çalışanlar dahi farklıydı, her yer oyuncularla doluydu, her yerde başka bir sahne çekiliyordu sanki.

Az sonra müzik sesi yükselecek ve aniden dans etmeye başlayacak gibi ortalıkta bekleyen genç kadınlar omuzları dik, göğüsleri gergin ve burunları yerle mutlaka küçük bir açı ile yukarı bakar durumda kuğular gibi gezerlerdi. Genç erkekler tek kollarında ceketleri, diğer ellerinde havalı valizleri ile hafif kamburlarını çıkartıp tek gözleri kısık yere doğru eğdikleri başlarıyla etrafı keserlerdi. Hava alanları hem en çok ağlanan hem de en çok gülünen mekânlardı o zamanlar.

Pilotlar ve hostesler ellerinde çantaları ve her adımlarında metalik bir ses çıkaran parlak ayakkabıları ile adeta insanların bakışlarının şişirdiği yelkenleri ile daha yerden yükselmeden süzülmeye başlamışlardı.

Uçak alana indiğinde aslında bir kaç sefer daha gelmiş olduğu ancak farklı bir bilinçle hafızasına yazdığı görüntüler tanıdık gelse de aslında yepyeni bir kişi olarak yeni bir şehre geldiğini anladı. Karşılamalar, hal hatır sormalar derken hava alanından ayrılış ve kısa bir süre sokaklarını arşınlayacağı bambaşka bir dünyaya giriş. Sokaklar, tramvaylar, arabalar, tek katlı evler, tek katlı bahçe içinde evler, apartmanlar, kiliseler, okulları hızlı akan bir film şeridi gibi izledi. İstanbul’dan gelmiş bir misafirdi ve herkes ona azami iyi davranıyordu. Evet çekimleri yaz boyu sürecek bir sinema filminin başrol oyuncusu gibi hissetmesi olağandı.

Yıllar sonra bu kente tekrar geldiğinde yürüdüğü, paten kaydığı kaldırımlar, karşıdan karşıya geçtiği trafik ışıkları, patates kızartması aldığı -bizlerin o vakitler kötü bir milliyetçi ağız ile yunan dediğimiz- greko döner dükkânı, gazete ve loto satan büfe, yan yana dizilmiş tek katlı mağazalar, bunların arkasındaki ağaçlar ve çocuk parkları ile konutlar, yolun karşısında geniş bahçesinde kömür yığınlarından tepeler olan devasa endüstriyel tesise kadar uzayan apartmanlara daha uzun uzun bakacaktı.

Yollarda, kaldırımlarda, döndüğü köşelerde çocukluğundan bir iz elbette kalmıştı. Büyük alış veriş mağazalarının olduğu merkeze doğru yürürken solda yükselen kilisenin hemen yanındaki kütüphaneyi,  banklarda oturan ve hep uzağa bakan yaşlı insanları, metrodan çıkan yorgun yüzleri, liseli punkları, hafta sonları kurulan bitpazarlarını, yeşile çalan ve muntazam kesilmiş ağaçlardan yapılmış oyun alanlarını, ellerinde bira şişeleri ile dolaşan saçı sakalı birbirine karışmış haytaları, ortama uyum sağlama gayretinde olmayan gurbetçi işçileri, yarı türkçe yarı almanca gürültülü muhabbetleri ile dikkat çeken kara kavruk gençleri, otobüs durağında ellerindeki kitapları heyecanla okumaya dalmış insanları tekrar tekrar –beşeri bilimler dersi için not alır gibi- izledi.

Eczaneler hep kalabalıktı, ihtiyarlar çok gençler azdı. Renkli ışıklarla süslenmiş ancak içeride ne olduğu görünmeyen cezbedici dükkânların önünden geçerken bir elin seni içeri çektiğini sanırdın. Gerçek dünya burası, içeri gel diye bağırırlardı kadınlar sanki. Etrafa hızla bakıp kendini içeri attığın o gün bir kaç yaş büyüdün işte birden. Lisede kendini özenle sakındığın o muhabbetlerin iki beden büyüğünü denedin üzerinde. İdrak etmek zaman alsa da öğrenmek hızlı bir eylemdir.

Etrafında anlamadığın bir lisanın sesleri dolaşırken, kendini özel ve farklı hissetmen anlaşılır bir şey. Ama hemen şunu da fark ettin, kimse seni görmüyor. Sen aslında yoksun, basbayağı bir hayaletsin, hem o şehir hem de o şehrin insanları için. Suç yok burada senin için, daha önce yaptığın tüm kötü şeyler, kırdığın kalpler, yalanların hükmü yoktu burada. Vicdanını temizleyip her şeye baştan başlayabileceğini anladın birden ve bir gün ihtiyacın olursa elbet kaçabileceğin düşüncesi beynine yerleşti.

Sokaklarda yalnızsın, okulda ya da işte içe kapanık idare edebilirsin. Kimse seni görmeden yaşlanabilirsin.

Yine bir uçak yolculuğu seni Karadeniz kıyısında rusça konuşulan bir kente götürmüştü, yaşın artık kırkı geçse de anladın ki sen hâlâ kemale ermemişsin. Sırtındaki sıkıntılarını unutabileceğini hayal ettin, tatar yemekleri yedin, insanlarla tanıştın, yürüdün, içki içtin, dans ettin, yine yürüdün, içki içtin, dans ettin ve uyudun. Sabah belki iki üç yaş geçleştin, ama üzerindeki bu gereksiz ve saçma yüklerle ihtiyar olduğunu, bu safraları atmadan yaşamdan tat alamayacağını iyice anladın.

Nereye gidersen git -Seoul’de, Newyork’da, Moskova’da, Astana’da, Belgrad’da, Selanik’te, Ankara’da, Paris’te, Londra’da, Bağdat’ta, Lagos’ta- eninde sonunda bir otel odası misafir eder seni.

Sokakları arşınlarsın, müzeleri gezersin, mağazalara bakarsın ve yine köhne bir otel odasına dönersin. Her kent farklıdır ve benzer yanları olsa da gerçekten çok farklıdır. Bazısı seni sarar bırakmak istemez, bazısı daha hava alanından ya da tren istasyonundan kusar. Otel, restoran, iş, restoran, bar, gece kulübü, bazen müze, tekrar otel eylemli yolculuklarda mekânlar hakkında doğru bilgiler elde etmek hiç kolay değil.

90’lı yılların ortasında Antalya Kaleiçi’nde eski bir ahşap konak’ta bir hafta kadar kalmıştık. Avludaki asmanın altında kahvaltılar, akşam yemekleri, şarap, ahşap merdivenlerin sesleri, pencereler ve perdeleri, dantellerle bezenmiş pervazlar, konakta çalışan insanlar, turistler, civar esnaf hatta köşedeki köfteci, sinekler ve arılar dahi aşka dair bir filmin ta kendisidir.

Akşam saatlerinde kavruk delikanlıların çapkın bakışlarla ortalıkta gezinmeleri, kıskançlık krizine giren sevgililer, hayata ürkek yeni evliler, sürekli abazalar, parçalanmasına ramak kalmış yerli turist aileler, eski süsü verilmiş pek çok kalitesiz süs eşyası ve pahalı mücevheratların sergilendiği küçük dükkânlar, artık daha fazla kararması mümkün olmayan yaygaracı gençler, dondurmacılar, kahvehaneler, açık hava sineması, öğretmen evleri, oteller, tatil köyleri, turlar, çay bahçeleri, mısırcılar, çalgıcılar, apartman balkonlarına deniz havlularını asan rengârenk askılı elbiseleriyle hafifçe kilolu esmer tenli teyzeler, beyaz şapkalı emekliler ve göz alabildiğine o yere özgü ve orayı mekân yapan şeylerle muhatap olabilirsin.

Hatta zengin, güzeller güzeli ve ulaşılmaz –başka bir dünyadan- bir kıza âşık olup falezlerde ölümle imtihana da girebilirsin.

Şehir seni öylesine çeker ki içine, kendini çok eski dostlarınla bir ağaç üstünde ya da küçük çakıl taşlı bir sahilde şarkı söylerken bile bulabilirsin.

 

İstasyon

Başka başka mekânlarda açsam da gözümü tavanlar aynı bana, kokular farklı olsa da solumaya çalıştığım hava aynı. Göz alabildiğine uzayan tozlu bir yoldayım, ne bir ağaç ne bir tepe ne bir göl var. Güneş gözümün tam içine akıyor. Kelimeler bir bulut misali tepemde dolaşırken başkalarının diyorum ama yine de bana ait olmalılar. O seni dağıtan sözler, gülümseten şiirler, yaralayan karakterlerin dudaklarından dökülen bir kaç çift laf. Köstebek yuvalarına basmamaya çalışarak yumuşak beyaz toprakta bata çıka yürürken aynı anda dünyanın öte yanında erimiş madeni kalıplara döken işçilerin kırmızıya çalan yüzlerini tarifleyen bir şairi ne kadar sahiplenebilirsin. Ama sahiplenmelisin. O da sensin, benim.

Bu yolculukta hiç bir şeyi anlatmaya ve açıklamaya çalışmak istemiyorum. Herkes dilediği kadarını dilediği şekilde anlamaya meyillidir zaten. Deliliğin başladığı yer kimin umurunda. İnsanlar incinmek de ister, hüzünlenmek de ister, tıpkı sevinmek ve mutlu olmak istediği gibi. Ben de kendi payıma düşeni alacağım elbet süslü cümlelerden.

Küçük bir kasabada bir tren istasyonunda başlamadı her şey. her şey zaten oluyordu ancak o tren istasyonunda bekleyen yorgun yüzler o sahnenin binlerce kez daha çekileceğini bile bile aynı ciddiyetle oynadılar rollerini.

Gereğinden fazla durgun ve gri bir sonbahar sabahında belli ki az önce olmayan her neyse, az sonra da olmayacak. Bezgin, umutsuz ve nedensiz bir zamana gebe bir gün daha. Hareket eden nesneler yabancı ve uzak. Ana fikri beklemek olan bir makalenin bir türlü okunamayan ikinci paragrafı kadar anlamsız. İyi bir okumanın ruhu yücelteceğine inanmanın saçmalığını inatla onaylayan günlerden biri ve hadi sars artık şu hayatı diyen o iç sesi boğmak isteği ile yanıp tutuşan bir roman kahramanı. Ne kahraman ama, kıçının ucu ile oturduğu döner sandalyesinde uyuklamamak için dinlediği ve sözlerini anlayamadığı La bohème[25] kadar yabancı kendine. Huzursuz evet. Tek sermayesinin bitmek tükenmek bilmeyen huzursuzluğu olduğunu anladığı o benzer sabahlardan birinden beri daha da huzursuz. Sırf kendini oyalamak için kendine bir türlü yakıştıramadığı halde ilgileniyormuş gibi yaptığı tüm o sıkıcı işlerle bezenmiş sahte bir kişilik.

İç sesleri ile oynamak, yalnızlık mı? Sağa sola yalpalaya yalpalaya giden banliyö treninin penceresinden bakarken hazırlandığı, kurguladığı ve hiç gerçekleşmeyen yüzleşmeleri, itirafları, istifaları, sözde kahramanlıkları ne de göz alıcıdır. Tek biletli şehir içi otobüs seyahatleri ile gittiği, yerleştiği hatta öldüğü ülkeler sonra. Aslında bir sinema filminin parçası olmayı yeğlerdi. İki dakika sonra sonsuza kadar unutacağı kareler için bunu da bir filmde kullanmalıyım diyen de oydu. Aklına gelen ve kendisini kırıp geçiren nükteleri artık bir deftere yazmalıyım diyen de. Gerçek dünya ve olayların üzerini kaplayan köpük gibidir. Onları kısa süreliğine örtebiliyor ama kaybolup gidiyor işte ne bir fayda ne de bir zarar veremeden.  Bellek sorunu olamasa hani, eğlenceli bir insan olmasına ramak kalmıştı belki. Dışarıdan bakıldığında en azından düz bir adam gibi göründüğünü düşünüyor olması onun hezeyanlarının çekilebilir düzeyde kalmasını sağlamış olabilir.

Alacakaranlık ve soğuk bir sabah, istasyon ahalisi bugün bir hayli farklı. Gerçekten tuhaf ve düne ya da önceki güne benzemeyen bir sabah bu. İstasyondaki büyük saat bile farklı. Evet doğru tahmin, bu tastamam bir yanlış alarm durumu ve iki saat erken başlangıç yapılan bir gün. İstasyonda uyuyan ne kadar çok evsiz var ve ne kadar fazlaymış bilmediğimiz hayatlar. Yeşil renkli dokusu deriye benzer ama plastik ile kaplı metal iskeletli koltuklarda bir yer bulup bir süre kestirmek en iyisi. Ancak kokular peşini bırakmıyor insanın, hatta biraz üşütmekten zarar gelmez insana. Hep istasyon gibi kokacak evsizler bundan sonra.

Hareketler konuşmalar birbirine geçen renkler ve insanı delip geçen bakışlar. Bir de kokular demiştim ya, işte nerden geldiğini bilmediğim bu koku getirdi beni ilk gençliğimin küçük istasyonuna. Sabah altı otuz treni en idealidir. Ne fazla kalabalık ne de çok tenha olur, oturmak mümkün değildir ancak insanın omzunu yaslayacağı bir yer elbette bulunur. Şansın varsa bir arkadaşın denk gelir, vapura kadar laflarsın.

İstasyonların orta yaşlı ahalisi ve onların bembeyaz olmuş solgun ve bezgin yüzleri daha o yaşta, hayata karşı önyargılı bakmayı öğretti bana. Kahkahalar atan kırmızı yanaklı gürbüz bir adam olmak istiyorsan trenlerden ve belki de istasyonlardan uzak durmalı sanırım. Zamansız ve kulakları tırmalayan anonslar, önceden davranmak için gözümü alamadığım sinyal lambaları, biletçinin metal düdüğü, simitçiler, ayakkabı boyacıları, mendilciler, tedirgin bakışlar, yılankavi uzayıp giden raylar. Mavi bir ışık bile görebilirsin tellerde yağmur başlamışsa hafiften. İstatistik mağduru mutsuz insanlardan olmak istemiyorsan, nadir görünen şeylere yüklememek lazım anlamları. Bazen kolay oyunlar da oynamalısın.

İstasyon o dönem bir günde ortalama yirmi dakikalık fon oluştururken hayatıma, şimdilerde bir saliselik bir anımsamaya konu olabiliyor ancak. Elbet yüzlerden eser yok belleğimde, ama o istasyonda olma duygusunu unutmak mümkün değil. Hayatında kısa da olsa bir süre istasyon müdavimi olmuş kişileri bir kenara ayırırsak bu duyguyu tam olarak anlatmaya çalışmak faydasız olacaktır. Anlatılamayacak şeyleri anlatmaya çalışmak kadar sıkıcı bir şey de, o anlaşılamayacak şeyleri okumak olmalı. O halde açık bırakalım kapıyı ve dileyen girip içeriyi karıştırsın. Çatı katları gibi; tozlu kutular, kiminin kapağı ardına kadar açılmış kimi sıkıca kapalı sandıklar, telli bir dolap, yerlere saçılmış mavi mürekkepli kalemle ve mutlaka muntazam bir el yazısı ile yazılmış defterler, sayfaları kemirilmiş sararmış kitaplar, kapağı kırık bir pikap, 45’lik plaklar, yere yatırılmış ahşap bir elbise askısı, üzerinde İstanbul manzaraları olan tebrik kartları, tahtaların arasından sızan güneş ışığının huzmesinde uçuşan parçacıklar.

Her istasyonda durmaz trenler.

Her kim genç yaşta bir tren istasyonunda –ne sebeple olursa olsun- bulunmuşsa, muhtemelen mimar olmayı düşünmüştür. İşte o şanslı gençlerden birçoğu ilk aşklarını yâd eden şiirlerinde o istasyondan mutlaka bahsetmiştir. Belki de onlardan biri günün birinde -kifayetsiz de olsa- tanınmış bir yazar olduğunda her kitabına o istasyonda bahsederek başlayacaktır. Dış kapısını kapatıp çıktığı apartman dairesinin şekilsizliği ile karşılaştırıldığında, taştan yapılmış o eski istasyon binaları tam bir sanat eseridir, hatta başyapıttır. Uzun uzun bakıp belki de kara kalem ile bir kopyasını resmetmeliyim diye düşüne düşüne yıllar geçer ve gün gelir istasyon terk edilir.

Bizler sarı kâğıt üzerine baskılı neredeyse şeffaf biletlerimizi alırken, ellerinde çantaları, bavulları olan ciddi insanlar yeşil kartona basılı biletlerini gururla sıkıca tutuyorlar ellerinde. Onlar uzak yolcusu. Maalesef onları ancak şimdi tam olarak anlayabiliyorum. Sizin bir köyünüz oldu mu hiç ilkokulda yaz tatili sonrasında öğretmeninize anlattığınız? En kötüsü de kasabalı olmak. Ne köylü ne şehirlisinizdir. Çocuk aklı ile bu işlerin içinden çıkmak kolaydır elbet.

Sorgu

Mektup mutlaka -hep geçmişe ait- hüzünlerin yazıya dökülmüş halidir. Hani en sevinçli haberleri taşıyanı bile yıllar sonra insanı derinden sarsabilir. Zamanın deli eden mekanik sürekliliği bize yeni oyuncaklar sunarken, diğer taraftan tüm biriktirdiklerimizi de saygısızca elimizden alıp gidiyor. En son ne zaman el yazısı ile yazılmış bir mektup okuduğunu hatırlayamadı, en son ne zaman yazdığını da.

Bir mektup zarfa konulduktan sonra -şayet gönderme cesaretini kendinde bulup gönderdiysen- artık senin değildir. Kısa bir süre sonra ne yazdığını bile anımsayamazsın. İşte iyice sıradanlaşmış, üretimsiz ve olağan akışında yaşamın, mutlaka geçmişte iyi bir şeyler yapmışımdır ve onları bulup gün yüzüne çıkarmalıyım düşüncesi ile sevgilisine yazdığı mektupları aramaya koyuldu evde. Önceleri bir ilaç torbasındaydılar, torbanın çıkardığı sesi anımsayabiliyordu hâlâ, sonra bir taşınma sonrası özenle bir kutuya yerleştirilmişlerdi. Defalarca okumayı denemişti. Başlangıçta bir başkasına yazılmış oldukları için okumanın etik olmayacağını düşünmesine karşın, sonra sonra geçmişinde nasıl olduğuna dair kayıtlara olan merakına yenik düşüp mektupları okumaya başladı.

Elbette beklenen son oldu. Yaklaşık yirmi yıl önce yazmış olduklarına önce inanamadı, tüm bu yazdıklarına yıllarca çok büyük anlamlar yüklemişti. Oysa okuyabildiği kadarını tarttığında bugünün koşullarında ve bilincinde çok kötü olduklarını açıkça söyleyebilirdi. Evet aralarında samimi duygular vardı ancak ifade ediş tarzları ve aralara serpilmiş bayağı cümleler oldukça rahatsız ediciydi. Mektupları okurken bazı cümleler kendisi ile bire bir örtüşürken, bazı cümlelerin kendisi tarafından yazılmış olduğunu kavramakta güçlük çekti.

Tüm hayal kırıklığına karşı bu mektupların içlerinden rahatlıkla genç bir insanın yaşadığı yerden zorla koparılıp hiç kabullenemediği bir görevi ifa etmesi, bir şehir ve asıl önemlisi bir sevda hikâyesi çıkarmak mümkündü. Ancak asıl sorun 20 yıl öncesi ile yüzleşmek ve gelinen noktada o yılların açtığı yaraların iyice derinleştiğinin şaşkınlıkla fark edilmesiydi. Kendisi tarafından yazılmış bu metinlere baktığında aslında ne kadar değişmiş olduğunu ve genç yaşına bir kaç kez büyük gelen bu travmaların nelere yol açmış olduğunu acıyla gördü.

Yaşamı büyük bir değirmen olarak düşündü. Ama kendi ellerimizle yaptığımız bir değirmen. Mütemadiyken değirmen taşlarının arasında paramparça oluyordu düşlerimiz. Bunu bir karakter sorunu olarak da tartışmak mümkündü tabi.

Yaşamı, işgal altındaki bir köydeki evde iki asker tarafından zorla alıkonulan bir kadının yaşadıklarına benzetti. Başlangıçta bir kaos hâkimdi, seni diğer kadınlara yapışık halde bir oraya bir buraya çektiler bir mıknatısla yönlenen demir tozları gibi, hep olmak istediğin yerden, sevdiklerinden, tüm düşündüklerinden, hayallerinden ayırmak istediler. Kaçınılmaz son çok yakındır.

Şımarık bir şehvetle salyalar saçan güçlü kuvvetli askerler silahlarını kullanarak seni koparacaklardır dalından. İşte bu askerler bir çığ gibi üstüne yıkılan ve bir türlü kaçamadığın, adi düzeni –yaşadığımız dünyayı- temsil ediyor. Diyeceğim alıkonan kadın inatla dilediği gibi yaşama arzusundaki sensin. Kapıdaki nöbetçinin üzerine o büyük taşı atan kurtarıcın, eli kalem tutan aydınlık yüzlerden biridir, ölen nöbetçi o düzenin sorgusuz sualsiz memurlarından biridir.

İşte bu temsilde farklı sonuçlanabilecek birçok ihtimal, senin yaşamını nasıl sürdürdüğüne göre tekrar tekrar yorumlanabilir, başlangıç noktasına doğru yol almak istersek. Mesela kalabalık bir toplulukta seçilen kadın olmak bu örnekte istenmeyen bir kötü şans iken, kocanın damdaki o büyük taşı görmesi ve ardından erketeci askerin üzerine bırakması ve akabinde içerdeki askerlerin seni halen öldürmemiş olması iyi şans olarak senin hayatta tutunmanı sağlamaktadır.

Ancak hangi olasılık gerçekleşirse gerçekleşsin bu temsil korku ve endişe üzerine dönen bir dünyanın tarifinden başka bir şey değildir.

Seçilmemiş kadınlar bilir ki eninde sonunda sıra kendilerine gelecektir ki gelmese dahi, doğrudan kendilerine yapılmış bir hareket olmasa bile, bu aşağılanmayı zaten ömür boyu zihinlerinden atamayacaklar ve aslında tüm erkeklerden nefret edeceklerdir ki bu bile kendileri için zalimce büyük bir cezadır aslında.

Kahvehane önünde bekleyen erkekler bu aşağılanmayı sindirdikçe hem kendisinden hem de bu olanı biteni görmüş duymuş herkesten nefret etmeye başlayacaktır. Unutmak için çaresizce türlü yöntemler uygulayacak, yollar arayacak, zaman gelecek kendini tanımaz hale gelecektir.

Topyekûn bir kaybediştir aslen hayat, şayet unutmayı beceremezsen.

Muayenehane

Mahir Şişli’nin işlek caddelerinin birinin ikinci katındaki tabelayı okumaya çalıştı yolun karşısından. Gözleri artık eskisi kadar keskin olmasa da sabah telefon ile konuştuğu hekimin ismi ile aynı idi tabeladaki isim. Hemen yolun karşısına geçti. Siyah boyalı ağır demir kapı tam kapatılmamıştı, Mahir itince gıcırdayarak açıldı, geniş merdivenleri aşıp asansörün önüne geldi. İki kişilik diye özellikle büyükçe bir yazılmıştı bir A4 kâğıda ve asansörün kapısına yapıştırılmıştı. Asansörün içinde ise yine başka bir A4 kâğıda kata gelmeden asansörün kapısını açmaya çalışmayınız yazıyordu.

Mahir ikinci katta asansör durduğundan kapıyı itti ama kapı açılmadı, sonra kapının mandallı olduğunu fark etti, araba kapısı gibiydi, parmaklarını oyuğa soktu ve kilit mekanizması harekete geçiren iç kola bastırdı, kapı açıldı. Yazılan yazı eksik hatta yanıltıcı olmuş diye mırıldandı, etrafta kimsecikler yoktu. Daire kapısına kadar üç adım ilerledi ve butona bastı. Hazırlıklıydı bu kez, kulaklarını kasmıştı ve zil sesinin kıyısından dahi geçmeyen, sözüm ona elektronik bir zımbırtı sesini karşıladı. Kapıyı saçları sarıya boyanmış, Cumartesi günü çalışmak dünyanın en kötü şeyidir der gibi bakan orta boylu hafif kilolu kadın, hoş geldiniz isim neydi diye sordu.

Ben Mahir dedi, Mahir. Bir katkısı olacaksa soyadımı da söyleyebilirim dedi, gergin ortamı bir espri ile yumuşatmak umuduyla. Ama karşılık görmedi. Evet dedi kadın, nedir? Soyadınız yani?

Duvarlardaki resimlerin özenle seçilmiş olduğu hemen anlaşılıyordu. Bu Mahir’i biraz rahatlatmıştı, zira buraya ilk kez geliyordu ve daha bugün hem de bir Cumartesi sabahı google arama motoru ile bulmuştu, karşısına bir hekim değil bir şarlatan da çıkabilirdi ve bu tür şeyler olmuyor da değildi. İşte Mahir bu resimleri bir süre inceledi, bir ya da iki adet resim olsaydı şüphesi ortadan kalmazdı elbette ama bu kadar tabloyu toplamak, korumak ve bu şekilde duvarlara yerleştirmek kolay bir iş değildi. Belki de bu hekimin yine hekim olan eşi tarafından düzenlenmiş olabilir diye de düşünmedi değil.

Gerçi Mahir aralarda sağ sola yatmış, gönyesi bozulmuş tabloları düzeltmemek için kendisini güç tutmuştu -o ayrı bir mesele- ama yine de sevmişti bu muayenehaneyi. Hastanelere gitmeyi sevmezdi hiç. Özellikle böyle sessiz ve kimselerin tercih etmediği saatlerde işini görüp sonrasında hiç bir şey olmamış gibi kalabalığa karışmayı tercih ederdi.

Doktor Bey sizi bekliyor Mahir Bey diye seslendi kadın içerden, ma hecesini biraz fazla uzatmıştı sanki. Mahir bu kadına pek ısınamadı, masasının önünden geçerken kendisine çelme takıp düşürebileceğini düşünüp temkinli bir biçimde ilerledi kadının eliyle işaret ettiği yöne.

Ve Doktor Beyimiz Mahir’in karşısındaydı, küçük odada. Kapıyı sıkıca kapatınız Mahir Bey dedi, müstehzi bir gülümsemeyle. WEB sayfalarındaki fotoğraflara güvenmemeli diye düşündü hemen, ama diğer yandan bu saçı sakalı birbirine karışmış beyaz önlüklü adam o WEB sayfasındaki mankenden bozma hem yakışıklı hem efendi adama göre daha çok güven vermişti Mahir’e. Yine de Mahir ufak bir bozgun yaşadığını söylersek hata yapmış olmayız.

Evet anlat bakalım Mahir, hikâyeyi bir de senden dinleyelim. Bildiğin bir hastalığın var mı? Ameliyat filan geçirdin mi hiç? Sigara kullanıyor muyuz? Ot, hap ya da başka bir bağımlılık var mı? Bunu sormak zorundayım zira birazdan yapacağım şeyleri etkileyecek, bu yüzden rahat ol. Çapkınlık durumları nedir Mahir? Hımm, meslek neydi, iş stresli mi? Yaş kaçtı? İnanmam. En son ne zaman yurt dışına çıktın? Hımm.

Sizi karşı odaya alıp bir bakalım durumlar neymiş? Mahir bunun çok daha formal halini bir yıl önce yaşamıştı. O hastanedeki odada üç kişi orasını burasını gerdirip bir şeyi becerememişlerdi. Oraya gitmemeye karar verdi, hastaneler ölmeden bir kaç ay önce önce uğranılan mekânlardı Mahir için. Ama burayı sevdi ve o küçükken seyrettiği çizgi filmlerdeki, çılgın doktorlardan birini buldum diye bir hisse kapılmıştı bile. Tabi Mahir bu, babasına güvenmezdi iş konusunda. Bakacaktı, deneyecekti ama ilk izlenimler iyiydi.

Doktor bakacaksın dedi, dikkat edeceksin, ihmal etme bir yıl boyunca takip edeceksin. Hemen geleceksin bana, o çıkacak biz yakalayacağız, gizlenecek bulacağız, derken ihtimalleri iyice ufaltacağız. Ama sen o kadar da ümitlenme, tamamen yok olmayacaktır. Yıllar sonra bir gün sana tekrar selam çakabilir.

İşte bazı hastalıklar vardır, önemsenmez, yanlış anlama ama işin doğrusu para getirmez bu işler pek ve o yüzden de bizim camia ilgilenmek istemez. Belki de o yüzden ilk gittiğin hekim sana yeterince bilgi vermemiş. Neyse işte böyle şeyler de olmazsa biz bu işi yapmayacaktık. Hastalıklar bizi var ediyor bir anlamda. Bu nedenle yılın belirli günlerinde bize en çok para kazandıran hastalıkları anma gecesi yaparız dedi gülerek, sonra da ekledi şaka tabi anlıyorsun değil mi?

Mahir toparlanıp odayı terk etti, Doktor Bey’imize şükranlarını sundu. Geldiği gibi sessizce çıktı apartmandan ve ilk gördüğü eczaneye girip doktorun yazdığı ilacı aldı. İsyan etmiyordu artık başına gelen bu ufak tefek şeylere, ne yazık ki bir insanın görmesi gerekenden çok daha fazlasını görmüştü geçen yirmi yılda. Artık biraz olsun olağanlaşsın istiyordu hayatı.

Kayışı kopardığı günlerden biri olmalı bu Mahir’in. Sonrasında bir süre hiçbir muhabbette adı geçmiyor, ta ki Celal’in aniden Mahir’in yanına gittiği güne kadar.

Ayşen pencereye yaklaşıp dairesinden görebildiği muayenehaneleri saydı tek tek. Bayağı vardı. Şimdi yeni yasayla bunların kapanması gerekmiyor muydu dedi kendi kendisine? Yanlış anlamış olabilirdi, belki de hastanedeki görevlerinden istifa eden hekimlerin muayenehaneleri olabilirdi pek tabi. Bu ikinci akıl yürütme sonucu daha mantıklı geldi Ayşen’e. Sonra sırtında, göğsünün altında o soğuk demir parçasını hissetti ve irkildi. Derin nefes al canım, daha derin, nasıl üşüttünüz bu çocuğu bu kadar kuzum, iğne yazacağım size, günde bir kez, aksatmayın lütfen. Bir de bu kadar beklemeyin bir daha, maalesef hastalık iyice ilerlemiş, bu kadar ilerlemesine müsaade etmezdik daha erken getirmiş olsaydınız. Ayşen camın önünde tekrar titredi bir süre ve gözünden akan bir kaç damla yaşa engel olamadı.

 

Özlem

Dinmeyen hüzün çarpıntısı tren istasyonu olmayan bir semtte yakaladıysa seni; parklar, sokaklar, sahil çay bahçeleri, kahvehaneler, sinemalar evin gibi olur, olmalı. Dost evleri bile boğar seni, ya bir gemi fark etmeden dalarsa sis bulutuna, bir uçak ya da. Sokaklarda yürürken hep telaşlı bakışlar, hep mi arayacak insan bıkmadan, yılmadan?

Diyarbakır Ofis Caddesi’nde daha çok üniversite öğrencileri, öğretmenler ve muvazzaf subayların takıldığı diğer bir deyişle olabilecek en keyifli şekilde zaman öldürdüğün bir kafede çayını yudumlarken beklediğin ya da aradığın her neyse işte, yirmi yıl sonra burada da o değil mi?  Hepsini söyleyemezsin bazen ki bu aslında kabul de görür. Dedim ya zamanla hiç barışık olamadım. O anki sessiz bakışı, geçmişte bir ana taşıyıp seslendirmek mümkün olsaydı keşke. Belki de gelecekte olabilir, daha mümkün. Duyuyor musun uzaktan gelen ezgiyi “ayrılık saksıdaki çiçeklerimiz gibi büyür, sessiz ve nedensizce durmadan”[26].

O gün sen ne bekliyorsun burada diye sorsalardı, saçma da olsa kaybolan bir gemi var ve o gemide çalışan bir dostumu bekliyorum diyecektim. Sanki orada loş bir köşede birlikte çay içmişiz uzun uzun ve sakince konuşmuşuz gibi hatırlıyorum şimdi, ancak bu gerçekten oldu mu tam olarak anımsayamıyorum. Sanki cebinden çıkardığın ince bir şiir kitabının arasındaki dörde katlanmış bir kâğıdı açıp okumuştun bir gözünü kısarak.

Özlemek ve ayrılık üzerine bir şeyler de söylemiş olmalısın. Kahverengi merserize bir hırka ve kalın çerçeveli gözlükler var aklımda. Şairler de özler mi? Özlemek ölümle at başı koşar mı hep hayatında? Ve bir başka gün bir başka masada seni taklit ederek etkilemeye çalışmışsam bir kadını, buna da ihanet diyebilir miyiz? Ve “hey sen ne güzelsin kavgamızın şehri”[27] diye övünürken, kavgamız kelimesi dışında seni ayıplayan olur mu?

Özledim evet, şöyle ki; kıyıda içini ürperten rüzgârla gelen tuz kokusuyla beklerken, yıldızların göz kırpmasını ve bir kibritin anlık alevini avucunda, henüz daha devrilmemiş bir bardağın içinden dökülen ılık sütün masada yayılmasını ve giderken ardında ufalan karartıyı, en sıradan bir ânı unutulmaz kılan; işte o sessiz, eğreti bir bakışı ve ışıldayan cam çubuklarını kırılmadan hemen önce, kurşun kalemi açarken çıtırdayan ağacın kömüre bulanmış kokusunu ve köşedeki gri dört köşe çöp kovasını, kusurlu şarkıları detone söylemeyi ve sözlerin notalara yetişemediği ışıltılı günleri.

Çok özledim evet ama itiraf etmeliyim daha çok özlediğim anlar da olmuştur.

Elimden kayıp düştüğünde tepeye ulaşmak üzereydim. Şimdi derenin kıyısında bir karınca kadar sessiz ve nefessiz bekliyor olmalısın. Duvarın öte yanından yükselen ıslak bir çığlık gökyüzünü ikiye böldü az önce. Ama her zaman üçüncü bir nefes vardır ardında ya da kanlanmış bir göz az ötende.

Korkmuyorum tüm bunlardan sadece bir endişe var damarlarımda tüm bedenimde dolaşan. Dikenli küçücük metal bir yüzük yüreğimden çıkmış yırtarak ilerliyor gibi.

Parmağının ucundaki mavi mürekkebi çıkarmaya çalışırken tırnağının altına sızan mavilik içinde kaybolmuştun. Daha derine çekiliyordun, derinleştikçe mavilik artıyordu, hiç düşünmeden ardından bıraktım kendimi, aynı mavilikte kaybolan iki görmeyen göz kadar sessiz, dilsiz ve kulaklarımızdan, burun deliklerimizden içeri sızan abı hayat suyu mu sanırsın?

Seninle taburesi olmayan küçük bir masa gibi olduk hep. Geldiler gittiler ama biz hep öylece oradayız, sessiz ve nedensiz. Eşiksiz kapı, bahçesiz ev gibi. Boşluğunu yanında taşır gibi. Eksik değil, yitik bir şeyler vardı hep.

Yıprattığın kelimeler mi sanıyorsun sadece, nice cümleler harcadın, harcadık. Yüzyıllar geçmiş gibi şimdi ardıma baktığımda ve hâlâ çocukluğumun tekerlemeleri gibi ansızın düşersin aklıma.

Özlem işte, bak, dilinde değil, elinde değil, tam da içinde öyle bağrının orta yerinde kor gibi.

 

Nadya

Güneş doğdu doğacak, sokakta -sanki bir iki saat sonra dünyanın büyük bir çarpışma akabinde yok olacağı haberi alınmış gibi- yüzlerde umarsızca bir gülümseme, alkolün verdiği keyif ile yürüyorlar. Kimsede “sevişme ya da sevişememe gerilimi” yok, bir şekilde bu konu bir üst kurula sevk edilip sulh ile halledilmiş gibi ya da kimse ihtiyaç duymuyor işte. Bu altı koyuca çizili italik durum bile açıkça konuşulmadığı halde bir şekilde anlaşılıyor geçici topluluğun üyelerince.

Bir sinema filminin içine çekiliyor hepsi bir bir yavaşça.

Topluluk tamamen tesadüfî olarak bir araya geliyor aslında. sigara içmek için barın dışına çıkıyor Celal, esmer bir kadınla selamlaşıyor, gülümsüyor sadece. Tanışıyorlar bir şekilde, adı Gulnar. Sonra üç arkadaşı daha geliyor. Bu birliktelik beş kişilik bir oyuna dönüşüyor hızla. Herkes bunu seziyor her nasılsa, sanırım bazen hayat ödüllendiriyor insanı.

Bir önceki sigara seansında tanıştığı Nadina ile karşılaşmıyor bu kez. Kendisi Osmanlı döneminde ailesinin İstanbul’da yaşadığını ve cumhuriyet ile kurucularından nefret ettiğini söylemişti. Belki büyük büyük ninesi ve dedesi ülkeyi terk etmeseydi o da İstanbullu olacaktı. Şayet Nadina ile ikinci kez karşılaşmış olsaydık, kuvvetle muhtemel Gulnar ile görüşmeyecektik diye geçiyor aklından.

Nadya, bira diyor, bira içeceğiz. Çok değil iki üç saat önce tanıştığı dört kadın ile birlikte tamamen yabancısı olduğu, hiç tanımadığı bir şehirde bira içecek bir yer arıyorlar, sanki bulamazlarsa ölecekler gibi, isterik bir durum ortaya çıkıyor yavaştan ve bu kahkahaları daha çok kamçılıyor. Tutkunun ne olduğunu hiç anlamadığını hissediyor utanıyor. Taksi ile ihtimaller dolaşılıyor, iki üç dört derken, açık bir yer bulunuyor.

İçlerinde yaşça en büyüğü Gulnar parayı veriyor şoföre. İçeride kahvaltı eden insanlar var, belliki güne erken başlamak zorundalar. Celal’i bir masanın duvar tarafına oturtuyorlar, yanına Gulnar oturuyor, diğerlerinin isimlerini henüz aklında tutamıyor ama en genç olan Nadya olmalı, en uzunu Swetlana ve en az konuşanı Galina, bu üçü birlikte tezgâha gidiyorlar. Birazdan ellerinde biralar ve etli yahni’ye benzer bir yemekle tepeleme dolu büyükçe bir tabakla geliyorlar.

Nadya sürekli Gulnar’ı sıkıştırıyor, ona bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Celal anlayamıyor. İçlerinden sadece Nadya ile konuşabiliyor -o da çok kısıtlı-, ancak nasıl oluyorsa oluyor ve sanki yıllardır birbirlerini tanıyor gibi bir sıcaklık var masada. Bu dört kadın kentin tren işletmesinde çalışıyor ve Gulnar bölüm şefleri. Nadya durmaksızın sorular soruyor, kelimeleri hatırlamaya ya da doğru telaffuzunu bulmaya çalışıyor. Celal anlıyor ki; Gulnar, içlerinde en büyüğü ve en yalnızı, nefes alamıyor gibi ve hep birlikte ona hayat vermeye çalışıyorlar. Celal de oyuna katılınca, iyice mutlu oluyorlar.

Gulnar, hafif çekik gözleri, kısa siyah saçları ve yuvarlakça yüz hatlarına sahip, Celal’in boylarında ve kırklı yaşlarda olmalı. Bir oğlu var on sekizini geçkin ve gece boyunca dışarıda arabalarında annesini bekliyor ve anlaşılacağı gibi oğlu daha çok küçükken kocasından ayrılmış. Hüznü gülümserken bile fark ediliyor. Herkes onun için çabalıyor, Gulnar da bunun farkında ve her şeyi anlamış kabul etmiş bir tavırda gülümsüyor sadece. Yine de kim ne derse desin kendi kararlarımı kendim veririm der gibi de bir duruşu var.

Swetlana, kızıla boyalı saçları, beyaz teni ve açık yeşil gözleri ile dikkat çekmesine karşın, erkekleri peşinden koşturacak bir cazibeye sahip değil. Sebebi ise –Celal’in tahmini- güçlü görünümü ve çevreye yaydığı kendine güven duygusu. Diğerleri de –eminim ki- onun yanındayken kendilerini daha güvende hissediyorlardır diye düşünüyor Celal.

Galina, diğerlerine hiç benzemiyor, anladığım kadarıyla içlerinde en çok okumuş, en bilgilisi o diye geçiriyor içinden Celal. Ancak sosyal değil, biraz içe kapanık, elindeki telefon ile tercüme yapmaya çalışıyor, eksik bir şey varsa tamamlıyor, yaşanan her şey onun dışında gerçekleşiyor ve o kendisini bir sinema izleyicisi olarak görüyor.

Nadya için mutlaka ayrı bir parantez açmak gerekir, içlerinde en neşeli olan. Bu hayata eğlenmek ve eğlendirmek için gelmiş bir genç kadın. Öyle hafif anlamında değil ama gerçekten yaklaşımları ve davranışları ile insanı imrendiren bir yapısı var. Diğer üç kadın için hâlâ küçük bir çocuk olsa da, aslında o hepsini peşinde sürüklüyor. Gulnar ile Celal’in yakınlaşmasını istiyor ve bunu alenen belli ediyor. Soruları genellikle; daha ne kadar buradasın, nerede kalıyorsun, ne zaman döneceksin, bir daha gelecek misin, telefonun var mı vesaire vesaire. Torbasında hâlâ yeterince umudu var, bu yüzden diğerlerinden ayırt ediliyor hemen. Öğleden sonra pikniğe geleceksin diyor. Celal kollarını açıp, bilemiyorum anlamında, kafasını sallıyor, ama hayır da demiyor. Bildiği o ki, içkili iken verilen bu sözler uyuyup uyanınca anlamsız gelir ve aslında o anın da büyüsünü bozar.

Tekrar dışarıdalar, hava artık tamamen aydınlık, üzerlerinde uyumamanın ve alkolün etkisi var ancak serin hava insanı ayıltıyor. Nadya Celal’in elini tutup ayrılma vakti diyor, Gulnar hariç diğer üçü ile vedalaşıyor Celal. Üç kadın kaldırımda bir ağacın altında hâlâ bekliyor. Celal ve Gulnar geçiş caddede parke taşları döşeli kaldırımda olabildiğince küçük adımlarla yavaşça yürüyor.

Ayşen bundan sonrasını Celal’in ağzından aktarıyor. “Filmin son sahnesinin yaklaştığını hissediyorum. Yaklaşık beş dakika sonra Gulnar duruyor. Artık arkadaşları yok, görünmüyorlar. Evine yaklaştığımızı ve otele dönmem gerektiğini anlıyorum. Teşekkür ediyoruz karşılıklı ve aynı anda dönüp yürüyoruz ayrı yönlere. Bakışlarını unutmam mümkün değil, sanki tüm bu coğrafyanın acılarını ve hüznünü yansıtıyor gibi. Ellerinin titrediğini anımsıyorum, bitecek kaygısı duymadan geçirdiği iki üç saatten sonra yeniden kürkçü dükkânına dönüyor olduğunun farkında. Fazlasını da yapabilir, bunun da bilincinde ama yapmıyor. Biliyor ki bu, yaralarını daha da derinleştirecek. Boş yolda trafik ışıklarının olduğu buz gibi soğuk metal bir direğe yaslanıp soluklanıyor, ben taksi ile uzaklaşırken.

Bir sinema filmi yapsaydım ya da bir kitap yazsaydım bu gece ile ilgili, adı Gulnar değil Nadya olurdu tahmin edeceğiniz gibi. Çok basit bir açıklaması yok, aşkın herkesin baktığı yerde ya da beklentileri yönünde olmadığı gibi, bu gece hikâyesinde de herkes açısından farklı sonuçlar var aslında. Maalesef insanların dışarıya gösterdikleri ile içeride hissettikleri çok farklı oluyor genellikle. Hani bunu zaten tahmin etmek zor değil, ben de böyle düşünmüştüm dediğiniz anlarda dahi aslında olanı biteni tamamen yanlış anlamış olma ihtimaliniz çok yüksek.”

Celal ertesi gün şöyle bir çözümleme yapmış ve not almış. Hayatla dalga geçiyor olma ihtimali de var elbette ama değerlendirmekte fayda var.

Celal, Gulnar ile yoksunluk, hüzün ve özlem yoğunluklu bir paylaşım ve yakınlaşma içindedir. Bu bir aşk yanılsamasıdır aslında, bu birliktelikten bir aşk çıkması mümkün değil. Birbirlerini incitmeleri mümkün değil. Gulnar o an ne istese Celal yapacaktır, ama bir taraftan da Celal Gulnar’ın kendisini zora sokacak bir istekte bulunmayacağını bilmektedir, bundan adı gibi emindir. Bu ikili ancak evlilikle sonuçlanabilecek bir ilişki doğurabilir.

Galina konunun tamamen dışındadır Celal için, çünkü Galina Celal’e çok yakın arkadaşı ya da kardeşiymiş gibi bakmaktadır. Bu çevrimde Galina tüm üyelerin dertlerini sıkılmadan dinleyecek, her zaman sevilecek ama ne yazık ki her zaman en yalnız hissedecek kişidir.

Nadya açık deniz gibidir Celal için. İnsanı her an bir bilinmeze götürebilecek bir genç kadın. Aşk değil de aslında, buyruğuna gireceğin bir imparatorluk bahşedecektir sana. Bu elbette çok fazladır Celal için.  Şöyle de bir durum var Nadya ile ilgili, onun bu özelliklerini fark etmeyecek ellerde anlaşılamama, heba olma, kendi kendisini yiyip bitirme, heder etme olasılığı çok yüksek.  Mesela anlatırken dokunur sana Nadya, bu sana özel bir şey değildir, kapılıp gitmeyeceksin. Velhasıl kelam Nadya yemyeşil bir vadide omuz omuza soluksuz kalana kadar koşacağın, yarışacağın, durup kahkahalarla güleceğin bir genç kadındır, ötesini düşünmek ona da haksızlıktır.

Swetlana ise bu hikâyenin en bilinmezi ve sessizidir. Sadece bakıyor, gerekirse gülümsüyor, anlamazsa dönüp soruyor. Celal hepsinden önce onu gördüğünü hatırlıyor akşam, sabah bira içtikleri mekânda. Tam karşısında oturuyor Swetlana. Celal onu kendisine benzetiyor. Şayet bu hikâyeyi bu şekilde deşifre etmeye çalışıyorsa bu kadınlar arasından biri, elbette ve mutlaka o kadın Swetlana’dır diye yazmış. Bu masadan bir aşk çıkacaksa o aşk ancak Swetlana Celal aşkıdır ancak diye notlarını tamamlıyor. Neden Swetlana?

Aslında Celal bu konuda bir iz bırakmasa da, aşkın bu çözümlemelerin ötesinde bir duygu olduğunu ve her şeyden ve tüm dış etkenlerden bağımsız, sana fikrini dahi sormadan bir nisan yağmuru gibi gelip üzerine yağacağını bildiğini düşünüyor Ayşen.

Ayşen kadın olarak bu analizden pek hoşlanmamıştı, ama ilişkilerin gerçekliği bu çözümlemeden çok da farklı değildi çoğu zaman. Celal bu üç kadından Gulnar ile evlenebilir, Nadya ile uzaklara gidebilir, Swetlana’ya ise âşık olabilirdi. Celal’in herhangi birine âşık olup, onunla uzaklara gitmeyi hayal etmesi ve üstüne üstlük evlenmeyi düşünmesinin ihtimali maalesef yoktur ya da sayısal olarak söylersek sıfırdır.

Celal başka bir yol serüveninde Che adında müzikli bir barda gördüğü, ismini dahi hatırlayamadığı ama güney amerika yerlilerine benzettiği, sarı bluz ve lacivert bluejeanli kadından bahsetmiş notlarının bu kısmında. Bir süre dans ettikten sonra hiç konuşmadan masalarına dönmüşler. Hadi atlayalım dese atlardım diye eklemiş, nereden olursa ya da nereye olursa. Ama sonra ona hiç benzemeyen bir kızla çıkmış bardan. Ne kadar benzemezse o kadar iyi olur diye düşünmüş olmalı.

Dönem dönem kısa süreli aşk oyunları ile sönmekte olan yaşama arzusunu körüklemeye çalışmış olmalı Celal. Derin pişmanlıklar, tereddütler,  gitgellerdense böylesinin daha basit olduğunu düşünmüş olabilir. Milan Kundera’nın bahsettiği “litost”undan[28] bu şekilde kaçmaya çalışmış olmalı.

Celal’in bu kaçışları modern zamanlarda batıdan transfer etmeye çalışıp pek de başarılı olamadığımız “one night stand”[29] anlamında birliktelikler değil. İki kişinin birbiri ile olabildiğince açık olarak, az sonra ne yapacağını kararlaştırmış olması, bir miktar erotik heyecan yüklemesi yapılmış bir spor müsabakasından farksız olmalı. Her ne kadar bu tanımların benzer yanları olmasına karşın, esas olarak “kısa süreli aşk oyunları” samimi duygularla bezenmiş, bir şiir gibi imalar ve imgelerle süslenmiş, anlamın peşinde koşan ve kendini arayışının gerçek bir provası olması dolayısıyla, “tek gecelik ilişkiler”den farklılaşıyor.

Mahir’in dikkatine yazılmış olduğunu düşündüğüm özel notlar arasında bu konuda bir hayli ayrıntılı açıklamalar verilmiş. Bunları ayrı bir dosyaya kopyalayıp, daha sonra –şayet yeri gelirse- kullanmak üzere kaydediyorum.

 

Mahir

Başlangıçta ölü olarak tanıştığı Mahir’in, Celal’in notlarından yaptığı çıkarsama ile yaşıyor olma ihtimalini öğrendikten sonra, bir süre ona nasıl ulaşabileceği hakkında kafa yordu Ayşen. Notları aldığını Celal’in ailesine ve özellikle de Celal’in oğlu Olcan’a söylememişti. Acaba Olcan da tüm bunları okumuş muydu diye düşündü ama yanıtını öğrenmek için onu aramak istemedi. Nedense aile ile karşılaşmak ve Celal ile ilgili konuşmak fikrine sıcak bakamıyordu hâlâ. Çünkü Celal hayattayken böyle bir tanışma olmadığından, Olcan için tam olarak olmasa bile Celal’in eşi için kim olduğu belirsiz bir yabancıydı Ayşen.

Böyle bir görüşmeyi organize etmek çok zor olmasa da görüşme başlangıcında uzun uzun açıklamalar yapmak, zaten ölmüş bir insanın ardından iyice hassaslaşmış olma ihtimali çok yüksek bu insanlarla Celal’i konuşmak hiç kolay değildi. Neden merak ediyorsun diye sorarlarsa ne yanıt verecekti? Küçükken de böyle gizli işler çevirdiğinde eli ayağına dolaşır hemen kendisini ele verirdi. Kendisini iyi bildiğinden o kanalı açmamak üzere kapattı.

Celal ile ayrılmadan önce Celal’in anlattığı şeyleri hatırlamaya çalıştı. Doğrusu böyle düşününce aklına doğru dürüst dişe dokunur bir şey gelmiyordu. Yöntem değiştirdi ve eski iş dokümanlarının olduğu harici diski bilgisayarına bağladı. Projeler dizinini açtı ve gelişigüzel bir proje seçip açtı. Hazırladıkları dokümanlara baktığında üzerinde tartıştıkları küçük ayrıntıları dahi anımsadığını fark etti. Sinirlenip kızardığı anları, bir ton inanmadığı saçma ilavelerle hem gereksiz uzatılan hem de karmaşık hale getirilen dokümanları, saatlerce çalışıp hiç ilerleme kat edemediklerini anlayıp sil baştan strateji değiştirmelerini bir bir hatırladı ve asıl önemlisi bu çalışma aralarında konuştukları şeyler kafasında canlanmaya başladı.

Acele etmeden kısa kısa notlar aldı Celal’in tarzında. Böyle bir kaç proje dosyası daha inceledikten sonra bir çalışma için arayıp çetrefilli bir konuyu danıştıkları Celal’in bir arkadaşından e-posta aldıklarını hatırladı.  Arşivden bu e-postayı kolay olmasa da konu taraması yaparak yarım saat içinde buldu ve Mahir’i tanıyıp tanımadığını, tanıyorsa nerede yaşadığını, telefonunu soran bir mesaj yazdı.

Ertesi gün işteyken Mahir’i tanımadığını ancak onu tanıyabileceğini düşündüğü başka bir arkadaşın bilgilerini içeren bir e-posta aldı.

İki gün sonra Mahir’in ev telefonuna ulaştı. Akşam eve döndüğünde aradı, bir kadın çıktı telefona. Siz Mahir’i en son ne zaman görmüştünüz diye sordu? Ayşen kendisini tanımadığını, ölen bir arkadaşının arkadaşı olduğunu ve kendisiyle görüşmek istediğini söyledi. Kadın bunun mümkün olamayacağını, Mahir’in geçirdiği ateşli bir hastalı sonucu tüm vücudunun felç olduğunu ve ayrıca konuşamadığını ama isterse ziyaretine gelebileceğini söyledi. Ayşen şaşkınlık içinde önce ne söyleyeceğini bilemedi ama daha sonra Cumartesi saat iki gibi ziyaretine gitmek üzere adresi aldı.

Oldukça stresli geçen üç gün sonrasında görüşme günü gelip çatmıştı. Cumartesi sabah erken uyanıp kahvaltıdan önce uzun bir yürüyüş yaptı. Eve geldiğinde saat bayağı ilerlemişti, dönüşte aldığı bir tahinli çöreği ikiye bölüp yarısını çay ile bir tepsiye aldı. Pencerenin önündeki koltuğa bağdaş kurup oturdu ve camdan sızan güneş ışığı altında gözlerini kısarak bir yandan gazete okurken kahvaltısını yaptı.

Ayşen bir yere gitmek istemiyorsa geç kalmak için elinden geleni yapardı hep. Ancak o gün gitmek isteyip istemediği konusunda karar verememişti. Ayşen olarak ayakları geri geri gidiyordu ama genç bir romancı namzedi olarak bu görüşmenin kendisi için yeni ufuklar açabileceğini de düşünmeden edemiyordu. Yirmi birinci yüzyılda medyanın ve batının eğitim yöntemlerinin etkisi ile ister istemez pragmatist[30] bir yapıya bürünüyor. Ayşen yazma serüvenine başladığından beri daha çok farkına varıyor, düşündükleri ile yaptıklarının ya da düşündükleri ile kullandığı dilin bir çelişkiler yumağı haline geldiğini. Bir kadın olarak pek çok kadını aşağılayan alışılagelmiş ifade ve söylenişleri hâlâ kullandığını ancak kâğıda aktarınca anlıyor ve biraz da utanıyor.

Otobüs durağında indikten sonra bir iki hatalı denemeden sonra doğru sokağı buluyor, numaraları takip edip kadının verdiği adresteki eski bir apartmanın önüne geliyor. Yan duvara iliştirilmiş zilin düğmesine basıyor, bir süre sonra cümle kapısının kilidi cızırtılı bir sesle açılıyor. Ağır kapıyı güçlükle itip içeri geçtikten sonra orta kısmı aşınarak hafif çukurlaşmış geniş mermer karolar ile kaplanmış küçük bir sahanlık var ve hemen iki metre sonra yine mermerden beş basamaklı bir merdiven. Ayşen giriş katındaki daire kapısına yürürken duvarlara sinmiş o küf kokusunu hissediyor, en az elli yıllık bir bina olmalı diye düşünüyor.

Daire kapısını kısa boylu siyah saçlarına yer yer ak düşmüş, kırk beş belki de elli yaşlarında esmer bir kadın açıyor. Hoş geldiniz diyor, sizi Mahir’in odasına alayım hemen, bir şey içmek ister misiniz? Ayşen biraz çekingen davranınca kadın rahat olmasını, kendisinin Mahir’in bakıcısı olduğunu, evde başka kimse olmadığını söylüyor. Adı Berfin’miş, çok gelip giden olmuyormuş. Her ne kadar duruma alışmış olsa da yine de yalnızlıktan dert yanıyor kadın.

Mahir’in odasını hiç beklemediği kadar düzenli ve etkileyici bulmuştu Ayşen. Binanın dışarı bakan iki duvarında yeni apartmanların aksine boylu boyunca pencereler uzanıyordu. Koyu yeşil perdeler pencerelerin bittiği kenarlarda düzgünce toplanmış, ortalarından geçen kuşakla duvardaki metal çubuklara tutturulmuştu. Krem renkli şeffaf tüller pencerelerin içeriye bakan tarafındaki mermer pervazların hemen altındaki duvarla aynı renge boyanmış döküm peteklere kadar uzanıyordu. Odanın içi tüllerden süzülen güneşle ışığıyla dolmuş, açık pencerenin birinden esen hafif rüzgârla hareketlenen gölgeler eşyaların üzerinde dans ediyordu. Pencere olmayan iki duvar neredeyse tamamen kitaplıkla kaplanmıştı. Yayınevlerine göre titizlikle dizilmiş olduğu anlaşılan bu kitaplar odanın büyülü atmosferini bütünlüyordu.

Kapıdan girince sol duvardaki pencerenin önünde turuncu kumaşla kaplanmış iki koltuk ve aralarında üzerinde bir kaç çiçek açmış kaktüs bulunan küçük bir sehpa vardı. Zemin doğal renginde vernikle parlatılmış birbirine geçmeli uzunlamasına döşenmiş geniş tahta ile kaplanmıştı. Halı yoktu. Odanın tavanından sarkan üzerinde beş ampul bulunan yer yer yeşillenmiş siyah metalden işlemeli armatürü saymazsak başkaca bir eşya yoktu.

Mahir kapının karşısındaki pencerenin önünde başı sağ yanına yatmış halde tekerlekli bir sandalyede odadaki diğer eşyalar kadar hareketsiz ve sessiz duruyordu.

Ayşen’in arkasından elinde tahta bir iskemle ile arkasından gelen Berfin, Mahir Bey beklediğimiz misafirimiz geldi diye seslendi ve iskemleyi Mahir’in karşısına usulca bıraktı. Buyurun bakalım dedi Ayşen’e, hiç çekinmeyin, sizi duyar o, siz konuşun.

Ayşen nereden geldiğini anlayamadığı ama içine işleyen müziğin ne olduğunu Mahir’le göz göze geldiğinde çıkardı. Bach çalıyordu. Air on g string değil mi diye sordu. Sonra daha selam vermeden ve kendisini tanıtmadan bu şekilde konuşmaya başladığı için utandı. Elini kolunu koyacak bir yer bulamazdı böyle durumlarda. Kulakları kıpkırmızı olmuştu yine, özür dileyip hırkasını çıkardı ve kucağına koydu, ellerini hırkanın altında kenetledi.

Merhaba, kusura bakmayın, sizi rahatsız ettiysem çok özür dilerim. Benim adım Ayşen. Celal’in bir arkadaşıyım ben. Mahir’in koyu yeşil gözlerini kocaman iki damla yanaklarından süzülürken fark etti Ayşen. Susarsa bir daha devam edemeyeceğinden korktuğu için devam etti. Celal sizden bahsederdi bazen ama sizin hayatta olmadığınızı söylemişti. Sizi rahatsız etmiyorum değil mi diye sordu yanıt alabilecekmiş gibi. Mahir gözlerini Ayşen’in gözlerine dikmiş, öylece bakıyordu. Ayşen devam etmesini istiyor diye yorumladı bunu.

Kaza sonrası Celal’in bilgisayarı ve bazı notları elime geçti. İlahi bir tesadüf olarak değerlendirdim bu olayı kendi açımdan. Daha önce kendisi ile pek çok ortak çalışmamız olmuştu. Neler yapmak istediği konusunda uzun uzun konuşmalar da yapmıştık. Oyunlardan bahsetmişti bana. Hatta ben de artık dedi ve cümlesini sonlandırmadan durdu bir süre. Diyeceğim o ki, Celal’i yakinen tanıyordum ve değer de veriyordum. Bu yüzden bilgisayarındaki çalışmalarının ve elle yazılmış notlarının gün yüzüne çıkmadan kaybolup gitmesine gönlüm razı olmadı, kopyalarını aldım tamamının ve oğlu Olcan’a teslim ettim hepsini. Uzun bir süredir bu notlar üzerinde çalışıyorum.

Sonra sizin hâlâ yaşıyor olabileceğiniz konusunda bazı işaretlere rastladım notlarda ve buradayım.

Sizden bir beklentim yok elbette diye devam etti Ayşen. Ama bilmeniz gerektiğini düşündüm. Kimseye danışmadan böyle bir işe kalkışmış olmaktan dolayı oldukça mahcubum. Celal’in notlarından yola çıkarak bir roman yazmak istiyorum. Sizce devam etmeli miyim diye sordu.

Mahir’in sol gözünü iki kez kırptığını fark etti. Kendisi ile iletişim kurmaya çalıştığı kesindi. Ayşen bunun evet mi yoksa hayır mı olduğunu anlayamadı ve kendini tutamayıp sordu yine. İki kez göz kırptığınızda bu evet anlamına mı geliyor? Mahir bir kez daha sol gözünü kırptı ama bu defa bir kez. Ayşen doğru yoldaydı peki ya hayır demek için ne yapıyorsunuz? Bu kez Mahir sağ gözünü kırptı.

Ayşen Mahir’in kitap fikrine karşı çıkmadığını ve hatta iki kez göz kırptığı için de takdirle karşıladığını düşündü. Ama hâlâ tereddüt içindeydi. Belki de istem dışı bir kas hareketiydi. Bu arada Berfin elinde bir tepsi ile odaya geldi. Bir bardak çay ve yanındaki bir tabakta üç tane küçük un kurabiyesi vardı.

Berfin’e bu evet hayır olayını anlattı hemen. O da doğrulayınca iyice rahatladı. Üzerinden bir yük kalkmıştı sanki. Bu arada kurabiyelerden birini yerken lacivert tişortünde pudra şekerinden geniş bir desen yapmayı da ihmal etmedi. Gerçekten çok güzeldi. Mahir’in gözünün önünde böyle yiyip içmesi doğru değildi belki ama Berfin getirdiğine göre bunda bir sakınca görmüyorlar herhalde diye düşünmüştü Ayşen.  Berfin’e nazik ikramı için teşekkür etti ve ardından sordu, tek iletişim yolunuz bu mudur?

Berfin uzunca bir süredir Mahir ile ilgileniyordu. Daha ilk günlerde bu evet hayır sorununu çözmüşler. Ama birbirlerini tanıdıkça bunu bırakmışlar. Onlar daha özel bir yolla iletişim kuruyorlarmış. Berfin, Mahirin bakışlarını okuyabiliyorum ben artık dedi.

Ayşen bir süre de yazdıklarından bahsetti Mahir’e ve sonrasında izin istedi. Çıkması gerekiyordu. Mahir sol gözünü kırptı, Ayşen gülümsediğini sandı ama emin olamadı. Mahir gerçekten çok güzel bakıyordu, çok cesur bakıyordu. Elini iki avucunun içine aldı Ayşen. Sanki cansız bir kuşu tutuyormuş gibi hissetti. O an Mahir ile aynı şeyi düşündüğüne emindi Ayşen. Tekrar geleceğim mutlaka dedi ve Mahir’i odası, pencereleri, kitapları ve kimseyle paylaşamayacağı hayalleri ile baş başa bıraktı.

Berfin önceden araması koşulu ile istediği zaman gelebileceğini, hatta Mahir’e kitap okursa hem kendisi hem de Mahir için çok büyük bir iyilik yapmış olacağını söyledi. Çok sıcakkanlı ve dost canlısıydı Berfin. Kapıda boynuna öyle bir sarıldı ki, annesini anımsadı Ayşen. Mutlaka geleceğim en kısa süre içinde diye seslendi dış kapıdan çıkarken.

 

Düşler

Mahir iki haftadır kelimenin tam anlamıyla yorgan döşek yatmaktadır. Ateş ve kusma olmasa yine doktora gitmezdi ama bu kez direnmedi, korktuğu belli açıkça. İlaçlarla vücudundaki o şey her neyse onu bulup kurutmaya çalışacaklardı. İlk kez bedenini biyolojik ve canlı bir organizma olarak düşündü. Bedenindeki organları tek tek hissetmeye başladı. Testler, kontroller derken bir iki gün hastanede kaldı, sonra eve gönderdiler, beraberinde bir torba ilaç ve sayısız iğne ile.

Gündüz uykularına alışık olmayan Mahir hastalık psikolojisine kendisini biraz da bilinçli itmiş gibi görünüyor. Zira yıllarca hastalık yoktur, bunları hekimler uyduruyor, ne kadar az bilirsen o kadar çok yaşarsın, vücuduna müdahale ettirmeyeceksin, ilaç kullanmayacaksın, ölüm anı geldiyse ve beden artık seni taşımıyorsa zaten ölmelisin gibi gibi pek çoğu mesnetsiz düşüncelerinin aksine, bedenindeki virüse tüm varlığı ile tepki gösteriyor, sırf bu yüzden ateşi belki de bir iki derece yüksek bile çıkıyordu. Bu ani hayata bağlanışın, tutunma isteğinin ne anlama geldiğini ya da neden kaynaklandığını onu iyi tanıyan ailesi ve dostları henüz anlamıyor ama herkes bu öz mücadeleden dolayı umutlu.

İlaçla tedavi sürecinde Mahir uyuyor uyanıyor, az biraz kendine geldiğinde not defterini alıp bir şeyler karalıyor, tekrar bayılıyor yatıyor şeklinde neredeyse iki hafta geçirdi. Son iki üç gün eskisinden de sağlıklı gözükünce, kendisi bile havaya girdi. Gençleşmişti. Yıllardır ilaç kullanmayarak –ki buna ağrı kesiciler de dâhildir- akıllılık ettiğini düşündü. Kalan ömründe ilaçlar onu daha çok sevecek gibi hissediyordu, ilaçlar ona ilaç müptelalarından kesinlikle daha faydalı olacaktı.

Bu süreçte aldığı notların üzerinden geçip deşifre etmek için iki üç ay beklemiş olması lazım. Ancak durum biraz ürkütücüydü. Not aldığı zaman aralığında düşündükleri şeylerin aslında aldığı notlarla pek ilgisi olmadığını fark etti, birileri notları değiştirmiş olamayacağına göre, muhtemelen ilaçların etkisiyle gördüğü halüsinasyonları yazmaya çalışmış olmalı. Ancak bambaşka şeyler yazdığını düşünmüştü bu süreç içinde. Bu şaşkınlık ve yanılgı onu fazlasıyla sinirlendirdi. Yine de yazdıklarını deşifre etmek için çalışmaya başladı. Celal’den gizli çevirdiği işlerin sayısı iyice artmıştı son dönemde. Kurallar dedi, elbette kurallar, bir şekilde paylaşması gerekiyordu ama önce konuşmak istiyordu onunla. Bunun için beklemekten başka çaresi yoktu. Tam o sırada fare diye bir çığlık duydu apartman sahanlığından ve kahkahayı patlattı.

“Sis neredeyse saydamlaşan bedenini yarıp dağılıyordu. Yağmur birazdan durur elbet ve sokak eski haline döner. Farelerin kararı değişmedi. İlk öğrendikleri şey doğru ve yanlışın kararsız elektronlar gibi yer değiştirmesiydi. Kavalcının peşinden ilerlediler.

Günlerdir durmaksızın yürüyen fareler dar bir kanyon boyunca tek sıra dizilmiş halde çapraz ateşe maruz kaldılar. Bazıları kendini ateşin ortasına attı. Devam etmek için yaralı ve ölülerin oluşturduğu tepeleri de aşmak gerekti. Ateşler yaktılar barikatlarda. Arkadaşlarının kanına bulanmış fareler kanyonun sonunda mavi, yeşil, mor renklerde ışıldayan bir göle ulaştı.

Ölümü düşünmeden uyudular. Sabah iki gruba ayrılacaklardı. Ortalık kan, yanık et ve ter kokuyordu. Küçükler henüz koşmaya başlamadılar uçsuz bucaksız düzlüklerde.

Diğer taraftan şehirde kalanlar; yeniden doğuşun tohumlarının daha şimdiden zehirlendiğini hissettiler. Şehir içine kapanmıştı sanki. Şehir ne kadar siyah ve kahverengiyse, dağlar o kadar mavi ve yeşildi. Kokuya alışabilenler yıkıntılardan çıkmaya başladı. Gürültülere kulak asmadılar.

Gölgesinde uyudu, gölgesinde uyandı. En kirlisi en mutlusuydu. Uzaktan fark edilmesi olanaksızdı.

Sarsıntı öyle küçük frekanslıydı ki sadece bilenler hissetti. Yıkıma kimse anlam veremedi. Hayattaysan şayet bu da bir hesap hatasıdır eninde sonunda. Bu ülkede her gün şaşıracak küçük bir şeyler bulabilirsiniz, ama tepeden baktığınızda asla sizi şaşırtamaz dedi yaşlı bir fare.

Yaşlı bir fare ıslak bakışı ve titrek sesiyle usulca; aynı dedi bak işte en başından beri aynı, biliniz ki yeryüzünün tektir hikâyesi. Üst katta açık kalmış televizyondan yayılan sosyalizm, devrim, deniz kelimelerini ayırt eden iki orta yaşlı fare gayrı ihtiyari saygıyla toparlandı.

Ada, şiir ve sınırlarını zorlamış cansız bir farenin sudaki aksini bir kareye sığdırmaya uğraşan başka bir farenin dramıdır bazen hayat. Uyanamadan öleceğini bilseydi son bir kez dolu dolu iyotlu havayı ciğerlerine doldurmak isterdi belki ama bilinmez yine de. Sessizce kıyıya vuran zayıf bir fare gökyüzüne göz kırpamadan daha derin bir uykuya daldı.

Giderken ancak taşıyabileceğin kadarını yanında götürürsün dedi diğer fare. Umursamıyorsan şayet her şeyi sırt çantana sığdırman mümkün dedi sonra.

Sen dedi, üzerine kan sıçramayacak bir vaha bulabilir misin? Aradığın bu olmamalı; sıradan sorulara olağanüstü yanıtlar bulamazsın. Olağanüstü sorulara sıradan yanıtlar bulmak evla mıdır? Temiz su bulması gerektiğini biliyordu, soru ya da yanıtlardan önce.

İki fare kahverengi bir fotoğraf karesine sığdıramayacağın bir hüzünle son kez bakıştı ve önlerindeki mavi buğdayları yemeye koyuldu.

Kalanlardan bazıları üç yıl öncesini hatırladılar, yere bakıp usulca mırıldandılar. Öyle ya, paylaşılmaz böyle şeyler. Hepimiz bir organizmanın parçasıyız demeye çalışırken ter içinde uyanan diğer bir fare, çekirdeğinden bu kadar uzaktayken bilincinin netliğine şaşırdı. Yolu ıssız kasabalardan kalabalık kentlerden geçmedi. Uzun suredir gördüğü tek canlı tepesinde dolanan bir yırtıcı kuş ama o da yalnızdı.

Gözünü kör eden güneşi gece özlemesi, ayaklarının altından kayan kum tanelerini de bir gün özleyebileceği ihtimalini düşündürdü. Bedeni yıprandıkça gördüklerinin güzelleştiğini fark ettiğinde, daha önceden dinlediği yerlilere ait hikâyeleri anımsadı. O yerin yerlileri. Ah ne tezat! Anlam onu herhangi bir yerde yakalayabiliyorsa ya da tersi, yaşamın deviniminden şikâyet etmek niye? Okyanus ortasında küçük bir teknede etrafına çaresizce bakınan bir fareyi düşledi. Düş onu yanına çekti. Gözlerinden akan uzun bir roman olmalı.

Tepeyi aştıktan sonra denizi göreceklerini uman fareler uçsuz bucaksız kum tepelerini fark ettiklerinde iyice suskunlaştılar. Yaşlı fare asasını yere üç kere vurdu ve buraya kadar, yeni yurdunuza hoş geldiniz diye buyurdu. Arkalardan huzursuz bir gürültü yükseldi, farelerden biri öne atıldı ve aradığımız sadece bir yurt olsaydı bu kadar yol tepmezdik diye bağırdı. Yol biterse can suyumuz da bitmiş demektir dedi.

Arkasına bakmadan tepeden aşağıya yürüdü. İlk türküsü o oldu yeni yurdun. Cesaret mi aptallık mı karar veremediler ama yıllarca onu konuştular, yeni bir göç başlayıncaya değin.

Hepsi tanıdık ama anlaşılmayan bir dilde konuşur ve aşağı düşerken havada asılır tek bir damla ve sevdaya dair ne varsa. Fareler tedirgin, telaşlı ve koşuşurlar dört bir yana. Biri kalır az ötede, öylece bekler lal olur. Öylece bekler dost olur. Öylece bekler kul olur, kurban olur. Sesler vadinin iki yanında cılızlaşıp yok olurken ve ateş böcekleri çekingen mırıldanır ve ay solgun, yorgun ve çekimsiz seyreder yalnız.”

Yoruldu Mahir yazarken tüm bunları. Toparlamak istedi, yapamadı. Yine olayın başı sonu karışmış gibiydi. Düşlerinde dahi bir düzen tutturamadığını görüp sevindi.

Dünya sadece kirlenmiyor, iyiden iyiye azalan kaynaklar dolayısıyla tarihinin en vahşi dönemini yaşıyordu. Tüm bu tarifsiz olaylar yaşanırken, ne yazık ki usta tarihçilerin çoktan ölmüş olduklarını hatırladı.

En sağlamlarımız ve neredeyse tümü doymak bilmeyen açgözlü insanlık tarafından sebep olunan felaketlere karşı en dayanıklılarımız fareler olmalıydı. Mahir onları yeni dünyanın sahipleri olarak düşlemişti bilmeden.

O an ölmek istemediğini anladı. Eksik bir şeyler vardı tam tanımlayamadığı. Celal ile konuşmak iyi olacaktı. Celal gelmeden ölmemeliydi.

Neden sonra uyudu Mahir sessiz bir günün ortasında. Küçük bir çocuk oldu, doğduğu mahallede koşuyordu, öyle hızlı koşuyordu ki ayakları yerden kesiliyor bir süre havada süzülüyor sonra tekrar yere değiyor tekrar havalanıyor. Ciğerleri bir tazının ciğerleri gibi dolup boşalıyor, etrafında hızla akıyor evler, bahçe duvarları, insanlar, ağaçlar. Geçtiği sokaklardan tekrar tekrar geçerken yerdeki bir yağmur oluğuna takılıp düşüyor. Dizleri kanıyor, sızıyor, bisikletten düştüğü gün gibi. Kafası darbeden zonkluyor, hatırlamaya çalışıyor adı ne, kaç yaşında? Uzun siyah saçlı bir hintli kız yaklaşıyor yanına. Sana geldim diyor. Gidelim mi artık? Çok geciktik. Mahir utanıyor kendinden, dizlerini hissetmiyor, ayağa kalkamıyor. Kızın gözlerinde bir girdaba kapılıyor, nefessiz kalıyor, bağırmak istiyor bağıramıyor, önce kolları sonra elleri kayboluyor. Evet diyemeden uyanıyor ter içinde.

Benzer günlerle dolu, olansız bitensiz durağan iki hafta daha geçti. Mahir bir sorun hissediyor ancak dillendirmiyordu. Bedeninde yabancı bir şeyler vardı, yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Daha çok su içmeliyim diye düşündü. Bir iki güne kalmadan yeniden ateşi yükseldi, bu kez hastaneden İstanbul’a gitmesini ve daha geniş bir kontrolden geçip o şekilde bir tedavi uygulanmasını önerdiler. Henüz bir bulguya rastlanmadı ama bir virüs adı sanı olmayan bir virüs bedenini ele geçirmişti.

İlaçlar Mahir’i iyice halsiz düşürüyordu. Kısa bir süre sonra bacaklarının hissizleştiği fark etti, derken kolları kontrolünden çıktı. Hastane’den ayrılırken tekerlekli sandalyedeki halini cam kapının yansımasında gördü, ağzı sol yana kaymıştı, konuşamıyordu. Sanki ruhu omuriliği ile birlikte bedeninden çoktan çıkıp gitmiş, onu sonsuza kadar terk etmişti. Söyleyemediği, anlatamadığı, açıklayamadığı her şey artık beyninde hapsolmuştu.

Kesilmiş bir ağaç gibi hissetti kendisini. Bu hayatın edilgen bir parçasıydı artık. Etrafında koşuşturan insanlarla ilgilenmiyordu. Kimse ile göz teması kurmuyordu. Konuşulanları duyuyor ama sesleri birleştirip kelimelere dönüştüremediğinden az sonra ne olacağını kestiremiyordu.

Artık sadece bir yüktü. Birilerini bıktırıp bir köşede bırakılana kadar ya da nefesi bitene kadar oradan oraya sürüklenecekti.

Dünya ile mekanik bir ilişkisi kalmamıştı Mahir’in. Newton fiziğinden tamamen kopmuş, modern fiziğin o kolayca kavranılamayan uzayında tek değişkeni zaman olan bir denklemin parçasıydı artık. Heisenberg’in belirsizlik ilkesi[31] onun için tüm kıymetini kaybetmişti. Bundan sonra nereye bırakırlarsa oradaydı, her hangi bir eylemsizlik dizgesine sabit bir eleman olarak atanabilir, gözlemciler için deneyleri kolaylaştıran bir vaka olabilecekti.

Belki de tıp öğrencileri için canlı bir çalışma ortamı olabilirdi. Neredeyse tek hissedebildiği ve kontrol edebildiği organı beyniydi artık. Duruma alışana kadar beyninin ürettiği o seslere isyan etmesinin bir anlamı olmadığını kabullendi.

Bu aniden gelen kopuş, gündelik ihtiyaçlarını karşılayan tanıdıklarının acıma dolu bakışları, onunla konuşmaya çalışan yakın arkadaşları, ziyaretçiler,  komşular, ona neredeyse iğrenerek bakan küçük çocuklar, televizyondan gelen sesler, diğer odalardan gelen ayak sesleri, fısıldaşan insanlar, gözünün önünden durmaksızın geçip giden insanlar onu fazlasıyla yormaktaydı. Bedeninde iç isyanlar başladığında yanında hissetmek istediği tek kişi Teresa’ydı. Hemşire Teresa koymuştu adını ama ona söyleyemeyecekti bunu. O küçük şırıngayı gördüğünde işte bu diye bağırmak istiyordu.

Durumu idrak edene kadar sınırlı da olsa bir süre uyuşturuculara başvurulması olağandı elbette. Kendine geldiğinde beyninde hareketler hemen başlıyor, görüntüler sesler birbirine karışmış halde bir kabusun ortasında buluyordu kendini, ama bu kabustan uyanamayacağını az çok anlamıştı.

Bir kaç gün sonra Celal’i hatırladı. Öyle ya en iyi dostuydu Celal ama gelmemişti. Kimse ona kazadan bahsetmedi elbette, Mahir hastanedeyken kuzenlerinden biri eski eşine Celal’in trafik kazasında öldüğünü söylemişti, ama Mahir bir türlü kendine gelemediğinden ona haber vermediler. Sonra aile meclisinin düzenlediği Mahir ne olacak konulu toplantı sırasında, Mahir’in kalan hayatı ile ilgili kararlar tartışılırken, Celal’in öldüğünü açıklamama kararı da alınmıştı.

Mahir içinde bulunduğu kötü duruma karşın, kuralları hatırlıyordu. Celal’in hangi tarihte kendisini görmeye geleceğini de biliyordu. Ama ilaçların etkisi ile ayları karıştırmış olabileceğini düşündü. Sabah Teresa’nın dinlediği radyo programından tarihi net olarak öğrendi, bir sorun olmalıydı Celal konusunda. Âşık olup ya da canına tak edip kaçıp gitmediyse -ki bu durumda da bir şekilde mesaj göndereceğini çok iyi biliyordu- başına bir şey gelmiş olmalıydı ya da gelen mesajın Mahir tarafından alınamaması var ki bu daha büyük bir olasılık gibi görünüyor.

Sonuç olarak Celal ortada yok, teslimat yapılamıyor, zaten yapsa dahi Mahir için bunun bir anlamı yok –şimdilik-. Kendi başına gelenden daha kötü ne olabilir diye düşünüyor Mahir ve bulamıyor. Ölmeyi tercih ederdi elbette. En azından birinin gelmesini bekliyor, bir habercinin.

 

Çark

Olağan akışın tekdüzeliğini arıyorum. Hızla dibe batan bir teknenin direğine sıkıca sarılmış ufka bakıp, acaba ne güzellikler kaçırıyorum diye düşünür gibiyim bu ara. Hepsinin toplamını nasıl tarifleyebiliriz. Sevdalar, aşklar, yolculuklar, geçim, para, okul, arkadaş, iş, sağlık, dünya meseleleri bir prizmadan geçip tek bir ışık huzmesi olarak yüreğinin tam ortasına yönlenmiş. Koca evrende ne kadar yalnız olabiliriz ki diye iç geçiriyorum. Oysa denizin dibinin de dibi var ya da orada da sana bir yer var. Ölemiyorsun ya dilediğin zaman –ah bu zaman-, nefesin varsa mutlak bir yer de var sana bu dünyada.

Galata yokuşundan ciğerlerini şişire şişire aşağı koşup kendini denize atamıyorsun belki, bir dostun telinden türkü gibi dökülemiyorsun belki, olsun. Bir yer var mutlak. Bir şiir var, bir şarkı var, bir yar var. Bir bakış var en azından, derin.

Varsın her daim şakirt olsun yüreğim. Mevlevihane’nin kapısına sürünüp geçtiğimdendir görmeyi dokunmaktan, bilmeyi yapmaktan üstün tutmam. Ah güzelim hatalarımız. Ardı ardına, usanmadan tekrar eden hatalarımız.

O da aramadı bir süredir. Hiç aramış mıydı daha önce? İstanbul’da aynı havayı teneffüs etmemize karşın iki çift laf edemez olduk yüz yüze. Yollar kısaldı ama kavuşmak zorlaştı. Bir de asıl sorun belki de, bir dosta ne anlatabilirsin, ne kadar anlatabilirsin. Öylesine içine çekildik ki kötülüğün, sevdiğin birine de bulaşır diye korkuyorsun. Para çok kirli bir eşya. Öylesine kirli ki düşüncesi bile insanı kirletiyor. Ben artık temiz olmak istiyorum demek için çok geç. Yavaş yavaş içine çekildik, farkına vardık, çıkmak için debelendikçe daha çok battık. Ah zaman, bize bunu mu reva gördün.

Sanırım yirmi yıl kadar önceydi. İstasyondan yeni yeni kopuyoruz. Mezun olmuşuz, dünyayı yerinden oynatırız gibi hissediyoruz ama bir iş bulup çalışmaktan gayrı bir yol bulamamışız. İşte ilk yenilgi. Dişlinin bir parçası oluyoruz hemen, sonrası bildiğiniz gibi.

Su gibi geçer mi zaman?  Hep en sevdiklerimize mi geçer nazımız, hep en sevdiklerimizi mi üzeriz? Yoksa en sevdiklerimizden başka kimse yok mudur?

Diğerleri bir yanılsama mıdır hayatımızda? Sorular sorgulamalar, onunla uzun yürüyüşlerde sonu gelmeyen, yüklemi, noktası olmayan cümleleri özlüyorum.

Yazı

Kaba bir tanımla bu hayattan zevk alabilmek için, ya güzel kafan olacak ya da kafan güzel olacak. Bilir misiniz Italo Svevo’nun Zeno’su ne sinir bozucu bir adamdı. Özetle “Yaşam bir hastalık mıdır ya da hastalık sanılan şey yaşamın ta kendisi midir? Nedir Zeno’nun çaresiz onulmaz hastalığı? Yaşama illeti mi?” diyordu.

Kuzum sahi kim zehirledi bizi? Milan Kundera, Boris Vian, Albert Camus, Charles Bukowski, Jorge Luis Borges, Jerzy Kosinski, Henry Miller, Oğuz Atay, Paul Austler, Orhan Pamuk, Tom Robins, James Joyce ya da adını unuttuğum onlarca yazardan biri mi ya da bir kaçı birden mi? Oruç Arıoba kafamızı çok karıştırdı ama Thomas Khun’ın[32] on beş kere de okusan anlayamayacağın cümleleri, aklının sınırları bu kadar mı demek istedi? Yoksa bizler çeviri kurbanı mıyız? Dip notların sakallı çocuğu Umberto Eco, sarkacın ucundaki topuza bakacağız diye ıskaladığımız hayatın hesabını hangi çizgi romandan soracağız.

Roma’nın arka sokaklarında polisle çatışan öğrencileri ya da İstanbul’da Gezi Parkı’nda yoğun biber gazı altında sinir mücadelesi veren direnişçileri, terasta içkisini yudumlayıp seyrederken kendini devrimci hissetmeye benzer romanlar.

Az sonrası için tedirginsin sadece. Yan yana kaç kelime yazabilirsin senin kastettiğinden başka bir anlama gelmeyecek cümleler oluşturacak. Her cümleye bir liman bulunur. Özlediğin geçmişin değil, öfken de.

Kavanozdaki incir reçeline bakan birini seyrederken çok tatlıymış diyen insandır okur. Deliler olmasaydı çekilmezdi bu hayat, hem yazmalar hem okumalar, hakikaten. En nihayetinde tüm yazmalar Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’yi kıskanmakla başlar.

Başrol oyuncuları her zaman filmin sonunda mı ölür? Filmin, oyunun ya da her neyse o “sanatsal şey”lerin farkında olmayanlar ağır suçlu mudur?

Şöyle kafanı çevir, elini alnına siper edip tek gözünü kısarak az öteye bir bak, daha neler göreceksin. Hep senden uzakta değil. Ulaşılmaz değil. Durgun sular, kıpırtısız ormanlar, dilsiz çocuklar, yalnız gezegenler, sönmüş yıldızlar, tozlu piyanolar. Tavan araları bir de. Öyle altı çizgili italik filan değil, farkına varmasan da işte yanı başında.

Söylemeden duyanlar, çalmadan oynayanlar, okumadan anlayanlar.

Kavafis’e[33] inat arayacaksın şehrini. Nice zaman sonra güneş tepede ve uçsuz bucaksız kumdan tepeler varsa önünde her düşüncenin ikilenmesi olağan dışı değil ki sen de zaten aksinle varsın.

 

Deliler

fena fillah beka billah[34]

Celal’in ruh halini tam olarak anlamak bazen çok kolay bazen de çok zor hatta imkânsız oluyordu. Bazı cümleler bir çocuğun kaleminden çıkmış gibi duru ve basit, bazıları ise anlamını kendisi dahi bulamamış ve oldukça bulanıktı.  Ayşen, Celal ile Mahir’in notlarının iç içe geçtiğini düşünüyordu. Biri konuşurken diğeri yazmış olabilir miydi?

Şimdi saatler öyle çaresiz ve sevimsiz akıp gidiyor ya aşağı sokaktan, bir an gözden kaybolur diye umarak pencereden bak dur. Zaman çok acımasızmışsın be kardeşim.

Karanlığın coşkusunu yeniden anımsadım bak. O çınlama da olmasa keşke. Sahi o sesin kaynağını bilen var mı?

Delilik farkında olmakla olmamak kadar açık iki durum ile mi tanımlanıyor? Akıllı görünmeyi başaran deliler yok mu? Deli gibi görünmeyi başaran akıllılar?

Ya da işin kolayına kaçıp, öne doğru uzattığın alt dudağının kenarından aşağı uzayan salyayı karşındakinin gözüne gözüne sokarsan mesela, ne olursun? Elbette terbiyesizce ve şımarık bir davranış olur bu. Hiç bir şey olmazsın, hiçbir şey sanmazlar seni.

Şüphesiz ki samimi deliler olmasa bu dünya çekilmezdi.

Hepsi Allah’ın kulu –hâşâ- pek çok deli vardır etrafta. Şöyle ki; yalnızlıktan korkan, birine tutku ile bağlı olmadan yaşayamayan, geçiş dönemlerinde tehlikeli olabilen intihara eğimli deliler (1), kendi kendini yemeye meyilli, özellikle tırnak ve parmaklarının uçlarını kemiren, acıya tutkun, içe dönük deliler (2),  simetri konusunda takıntılı, tek sayılardan korkan, yalnız kelimeleri çiftleyen, zararsız kendi halinde deliler (3), evlerde çok rastlanan, her daim elinde temiz bez ile dolaşan, boş bakışlı, ağır mutsuz, her şeyin acısını kirden pastan çıkaran deliler (4), acaba gerçekten deli miyim diye düşünen, hayatları ara renkler olan, ana renklerin endişe ve sıkıntı yarattığı mütereddit deliler (5), yaştan bağımsız, tanıdık ya da tanımadık herkese laflar biriktiren, yılankavi bir dile sahip karşısındakine ve kimseyi bulamazsa kendisine laf sokma delileri (6), dünyanın en sakin kişisi gibi görünse de etrafında bir tehdit hissettiğinde aniden patlamalar yaşayan gizli enerji yüklü deliler (7), korku ve saplantısıyla yaşayan, her gördüğü insanı kategorize eden, arkadan konuşan çok, tehlikeli, saldırgan ve homofobik deliler (8), sokakları arşınladıkça dertlerini unutacağını sanan gezen deliler (9), susunca bir daha konuşamayacağı korkusuyla sürekli konuşan, anlama hükmünü yitirtmiş, anlatan deliler (10), kadim bir geleneğin son temsilcisi, canlı cansız her şeyi öpmeye meyilli, öpemediklerinde saldırganlaşan, öpen deliler (11), kayıtsız şartsız, ortamdan ve durumdan bağımsız olarak her daim gülebilen, tersi pis deliler (12), her daim melankolik, bakışlar buğulu, yaş tam ucunda gözünün, dokunsan sarılıp ağlayacak, bazen ufka bazen öylece alelade bir noktaya bakan deliler (13).

İdrak etmeye çalıştığım ne kadar çok konu var hâlâ, şaşırıyorum. Kafamdaki fareleri korkutup kaçıran üst benliğimi hiç affetmeyeceğim.

Dönüş

İnsanlık bir iki hikâyeyi evirip çevirip satmaktan bıkmaz. Bin yıllardır. Kendi yalanına kendisi inanır, meyillidir inanmaya. Oysa yıllardır anlatmayıp biriktiren hayvanların bilgeliğini yok saydılar. İnsan, elbette algısının sınırı kadar gelişmiştir. Şüphesiz ukaladır. Taşlara, mağara duvarlarına, kâğıda derken bugünlere geldik. Güvercin, telgraf, teleks, faks, internet ve mobil iletişim. Bildiğiniz hikâye. Değişmeyen şey insanların şişmiş egoları, kaygıları, hüzünleri, acıları, zayıflıkları, özlemleri, sevinçleri, hazları, şehveti, merakı vesaire. Diğer taraftan hayvanlar sessizce varlıklarını sürdürüyor. Bize ihtiyaçları yok, hiç olmadı. Hatta bize rağmen hâlâ varlar. İnsanlığın oyuncakları, besin kaynağı, ticari metası oldular. Televizyon kanallarında hayatlarının en mahrem kısımları ifşa ediliyor. Bazı akli evvellerin bir gün rüzgârın tersinden eseceğini söyledikleri de olmadı değil. Ancak yaptıkları en temel hata hayvanları insanlaştırmak, insan prototipine sokmak oldu. Ne büyük bir hata.

1980 yılında 12 Eylül’de bir darbe sabahını pencereden seyreden çocuklar, 1991 yılında birinci körfez savaşını, 90’lı yılların ortalarına kadar Saraybosna’yı, 2003 yılında ABD’nin Irak işgalini televizyonlardan izlemişti. 2001 yılında İkiz kulelerin yıkılışını kişisel bilgisayar monitoründen gördüklerinde işyerlerinde şaşkına dönmüşlerdi. Şimdi kırklı yaşların başlarında yıllarca her şeyi sadece izleyen bu nesil neden bu kadar yorgun gözüküyor anlamıyorum.

Dışında kalmak –acıların bile- daha mı çok yıpratıyor insanı.

Mahir odayı boyuna enine arşınlarken bir taraftan da bir türküyü diline dolamış mırıldanıp duruyordu “Senin aklın ermez bu başka hesap, meyhanede bulduk biz bu kemali. Kandil geceleri kandil oluruz, kandilin içinde fitil oluruz. Hakkı göstermeye delil oluruz. Fakat kör olanlar görmez bu hali”[35].

Lorenz Dönüşümü’nü kafaya takmış ve haftalarca üzerinde uğraşmış bir fizikçi gibi bir hali vardı. Oysa nelere yol açacağını bilmeden -belki de- ortaya atılmış Maxwell Denklemleri gibi, şu an aklının yetmediği pek çok konunun da çözümünü mümkün kılacak “ifade”lere ihtiyacı vardı. Yıllarca biriktirdiği soruları artık taşıyamıyor, çözümsüzlükleri ve imkânsızlıkları kabullenmek istemiyor, zamanı bir işkence biçimi olarak kendi üzerinde acımasızca deniyordu.

İlkokul bir ya da ikinci sınıfta okullar yeni açılmış olmalı, mahallede farklı bir hareketlilik oluyor. Köylerden göç gelmiş gibi bir şeyler diyorlar, Mahir çocuk aklıyla anlamaya çalışıyor, kalabalığa karışıp top oynadıkları boş arsaların birine park etmiş kamyonu görüyor. Üzerinde yeşil örme takke ve yer yer beyazlamış sakallı bir adam var, kamyonun üzerindeki brandayı açmaya çalışıyor. O yıllarda kamyonlar çocuklar için uzay aracından farksız, evlerinden daha büyük kamyonlarını kapının önüne çeken bir kaç komşu var ve çocuklar punduna getirip kamyonun damperine çıkmanın bir yolunu buluyor. Biraz daha yaklaşınca tanıdıklarını görüyor, çuvallar, kasalar yüklenmiş.

Üzerlerinde işaretler ya da isimler yazılmış, yavaş yavaş boşalıyor yükler, hava kararmak üzere, Mahir kamyon sahibinin gururlu ama yorgun yüzünü fark ediyor, dişleri sararmış ve arkalarda bir dişi altın galiba, tüm bu taşıma işi karşılığında belli bir miktar para alması lazım. Mahir bu para alma işini sevmiyor, sanki para verilince tüm büyü kaybolacakmış gibi düşünüyor nedense, biraz daha uzaklaşıyor şimdi kamyondan. Çuvalları öbek öbek ayırıyorlar, yeğenler, oğullar gelip gidip taşıyorlar. Köyde hâlâ tarlası, evi, akrabası olanlar o yıl yapabildiklerin bir kısmını şehre gönderiyorlar. Bu çuvalların çoğu evlere girmeden bahçelerde açılıp bölünüyor, dağıtılıyor, satılıyor. Akşam evde köyden gelmiş patates haşlanıyor. Mahir için köy de kamyon da ulaşılmaz şeyler o vakitler.

Bu kamyon efsanesi acı bir olayla son buluyor Mahir için.  Geri manevra yaparken üç oğlundan en küçüğü kamyonun altında kalıyor evlerinin önünde. Acıları tartmak mümkün mü? Babayı düşünüyor, ölen küçük çocuğu, anneyi, çocuğun ağabeylerini. Mahir bir süre diğer kardeşlere bakamıyor, hep uzak duruyor, gözlerini görmekten korkuyor.

Bir kaç yıl bu kamyon ve köyden gelen yük meselesi devam ediyor, sonra köy hızlıca terk ediliyor, şehirdeki köy kuruluyor.

Mahir için köyde doğmamış olmak ya da orada bir süre yaşamamış olmak bir ukde olarak kalacak. Yaşamadığı şeyleri hiçbir zaman tam olarak anlayamayacağını daha o yıllarda kavrıyor, nasıl televizyonda gördüğü zengin muhitlerdeki yaşamları, o çocukların hissiyatını anlayamıyorsa, köyü de hiç anlayamayacak. Büyük bir şehirde kenar mahallede olmak, hayatın da kenarında olmak değil ama. Onun da artıları var muhakkak.

Mahir yaz tatillerinde genellikle ailecek bir deniz kıyısına gidildiğini lisede yıllarının birinde okulların açıldığı ilk gün istiklal marşı okunmadan az önce dönen muhabbetlerde işitiyor. Tuhaf geliyor, deniz burada da var, yedi sekiz çocuk bir araya gelip, yaşı senden büyük abi buldun mu evden izin alıp plaja giderdik biz. Bazen hafta sonları iki üç aile minibüslere doluşup yakın plajlara gittiğimiz de olurdu ama o gidişleri pek sevimli bulmazdı Mahir.

Ortaokulda Şebnem adında o yıllarda başka bir dünyadan geldiğini düşündüğü güzel bir kız var. Simiti bile yerken farklıydı, serçe parmağını gergin bir şekilde diğer parmaklardan ayırıyor. Gözlerine ancak kaçamak bakabiliyorsun, farklı renkler var içinde, kaybolman içten değil. Bir gün yine etrafını çevirmişiz bir şey anlatırken bornoz diyor. Mahir mahallede, evde havalı, her şeyi bilen çocuk ya, ama ne diyor, o ne? Şaka mı yapıyorsun diyor diğer çocuklar. Mahir o an bir kez daha anlıyor.  Okumak yetmez, görmek yetmez, duymak yetmez. Dokunacaksın, yaşayacaksın, deneyeceksin.

Çocuklar yaz tatillerinde sapanları ile ağaçlık alanlarda kuşa avına çıkarlar, hep bir kuş vursak ateş yakıp pişirip yiyeceğiz efsanesi var dillerde. Bir gün iki çocuk ellerinde küçük bir serçe geliyorlar gururla, ne yapacaklarını bilmiyorlar ama serçenin kafasını koparmak lazım diye düşünüyorlar önce, biri küçük kafayı tutup kuşu kuvvetlice sallıyor, gövde ilerideki kömürlüğün kapısına çarpıyor. Çocuk elinde serçenin kafasıyla kalıyor bir süre. Zaman donuyor, sütler bardağa dökülürken havada asılı kalıyor gibi, bir fotoğrafa dönüyor dünya.

Vapurda elindeki yavru kuşu öldüresiye sıkan çocuğu anlatan hikâyeyi[36] okurken yıllar sonra tekrar hatırlıyor bu görüntüyü. İçi burkuluyor.

Bahçede kanadından yaralanmış bir güvercin ile oynuyor çocuklar. Mahir güvercini tutmak istiyor, korkuyor nedense ama tutmak istiyor. İki elini yaklaştırıyor birbirine ve avuçlarına koyuyorlar onu. O canlı nefesi, kanın akışını, sıcaklığı ve hareketi avuçlarında hissettiği an fırlatıyor elinden güvercini.

Dokunmak geri dönüşü olmayan bir eylemdir, cesaret ister diyor Mahir. Sevgisizlik ya da sevginin gösteriliş biçimlerini tarifleyemiyor.

Eline dokunursa bırakamayacağını biliyor, bir şekilde kendini yok ediyor, veda zamanı dahi dokunmamayı başarıyor. Dokunmak yakıcı bir eylemdir. İşte senin hayatında en özlenen ve ne tezat ki en çok yürek burkan aşklar böyle gizli, serüvensiz, dokunmanın hiç olmadığı aşklardır. Öylesine özen gösterirsin ki o aşka -ya da her ne olarak adlandırıyorsan-, her şeyin bir anda yok olmasından ölesiye korkarsın.

Sanki dokunduğunda tüm duyguların, onun hakkında düşündüklerin, bu yaşa değin öğrendiklerin, anıların ona geçecek, o her şeyi anlayacak ya da daha kötüsü anlayamayacak ve yok olacaktır.

Mahir bir vaka’nın içinden bakarken o vaka’yı tam olarak çözümleyemeyeceğini iyi kötü biliyor. Değerini ölümle eşleştirdiği, hatta bazen at başı öne geçen durumlar var kafasının içinde. Deliliğin tanımlarından biri ile kesişmiyor, ama ona yakın bir şey olmalı. Açıklanması mümkün olmayan konular olduğuna inanıyor hâlâ. Bu bedeni ayakta tutan gücün ya da motivasyonun da bu sadece kendisin algılayabildiği şeyler olduğunu düşünüyor.

Bu şehre neden geldik diye soruyor bir gün Mahir. Aslında neden oldu bu göç. Bu tür sorular sorulmaz genellikle. Hani sorulsa da yanıtlanmayacağı tahmin edilir. Bir sebep yoktur ya da pek çok sebep vardır da konuşulmak istenmez. Geçmişin yaşadığımız ana bir etkisi olmayacağı düşünüldüğünden ve geçmişin analizinin günlük hayatın zorlukları ve sıradanlıkları içinde gereksiz bulunduğundan olsa gerek unutmaya eğilimlidir insanlar. Oysa göç etmek acı yüklü bir eylem olmalı. Bir yeri terk etmenin, yeni bir yere gitmenin heyecanı su götürmez bir gerçektir, insanın kişisel tarihinde ilerlemesinin mihenk taşlarından biridir, ancak bir yeri külliyen bırakma kararı da öyle kolay bir karar değildir. Mutlaka derin izler bırakmıştır insanda.

Klasik yanıtlar vardır, doğumlar ile nüfus artıyor, tarla, bahçe bölünüyor, köy kendi kendine yetmez hale geliyor, önce erkekler başka kentlere gidip, geçici mevsimlik işlerde çalışmaya gidiyor, geliyor, tekrar gidiyor, sonra bazıları gittikleri yerlerde kalıcı işler buluyorlar, ailelerini yanına alıyorlar ya da gittikleri yerlerde yeni aileleri oluyor. Aileler birbirlerinden etkileniyor, daha rahat yaşam koşulları, çocukların eğitimleri için bir an önce gitmek istiyorlar.

Çocukları öğretmen, doktor, mühendis olsun istiyorlar. Çünkü köylük yerde okumuş insanlardan çok çekmişler, okumak ve diploma almak sözünün geçmesi demek onlar için o vakitler. Ormancılar, tahsildarlar büyük adamlar köylüler için.

Hele ki, altı saatlik yolu katır üstünde hasta taşıyarak hastaneye giden insanlar için, doktor olmak tarifsiz bir şey.  Hayal bile etmiyorlar, onlar hasta olmamak için dua ediyorlar. Çocuklar okuyacaksa –tabi erkek çocuklar- yakın kentlere yatılı gönderiliyor ya da bir ev tutup üç dört çocuk bu evlere bırakılıyor. Yine de şaşırtıcı bir şekilde bu şartlar altında dahi bir kısım çocuk okuyor, öğretmen okullarına gidip öğretmen oluyor, ziraat mühendisi oluyor. Cahillik kız çocuklarına pek şans tanımasa da erkek çocukların bir kısmı geleceğe daha umutla bakabilecek bir neslin işaretlerini veriyor.

Okuyanlar bir bir köyü terk ediyor, onların kardeşleri, ağabeyleri, ablaları, anaları babaları onları izliyor sonra.

Tüm bunlar henüz keşfedilmiş herhangi bir yeraltı zenginliği olmayan ya da bir endüstriye hammadde olabilecek bir tarımsal ürün yetiştiremeyen diğer Anadolu kentlerinde üç aşağı beş yukarı yaşanıyor o yıllar.

Mahir dışarıdan gördüğü kadar yorumlayabiliyor pek çok şeyi. Yaşlıların yaptığı bir muhabbette, ormana odun kesmeye giderken içinden geçtikleri bir köyde bir takım sorunlar oluyor, buradan geçemezsiniz diyorlar ama başkaca bir yol da yok. Bir iki derken silah çekiyorlar, geçmeyin vuracağız diyorlar. Odunsuz kış geçmez. Kavga etmek istemiyorlar, kan dökülsün istemiyorlar ve terk ediş sürecini hızlandırıyorlar. Mutlaka başka hikâyeler de vardır.

Mahir çok küçükken bir kez anneannesi ve dedesiyle gidiyor köy’e. Başlangıçta çok heyecanlı ancak gördükleri heyecanı azaltıyor, onun için çizilen yol köyden geçmiyor çünkü ve o da bunu hemen anlıyor. Köy o dönem müfredatlarında geniş bir şekilde işleniyor, bilmesi gerekeni ulusal eğitim sisteminden fazlasıyla öğrendiğini ve bunun yeterli olduğunu düşünüyor. O günden sonra bir daha köy’e, dedelerinin göçüp geldiği o topraklara- gitmiyor ya da gidemiyor.

Meşgale

İş dolayısıyla çığrından çıkan günler hep vardır ya da iş dolayısıyla pek az iyi gün vardır.

Paul Auster babasını anlattığı kitabında “insanlar işleri bittiği için değil, ertesi gün tekrar ise gidebilmek için evlerine döner” der ya da buna yakın bir şeydi sanırım. Genel olarak tüm genellemeler yanlıştır önermesine katılsam da şunu -parantez içinde- söyleyebilirim ki “insan evine uçarak gidiyorsa ve her ertesi sabah yatağına daha sıkı yapışıyorsa işini sevmiyordur”. Çevremdeki insanların istisnasız tümü bu gruptadır. Oysa dışarıdan bakıldığında büyük bir çoğunluk işinde mutlu gözükür. Yalandır. Bu mutlu bakışlar çalıştıkları sevdiklerinden değil, böyle bir ortamda çalışabilecek ve ay sonu geldiğinde maaş alabilecekleri bir işleri olduğu içindir. Dışarıda on binlerce iş arayan insan vardır ve pek çoğu kendisinden daha yeteneklidir.

İnsan kapitalizmin uydurduğu saçma işlerde mutlu olamaz. İnsan mutluluğu ancak doğada bulabilir, tabi böyle bir arayışı varsa.

Raporlar, toplantılar, sunumlar, sözleşmeler, avukatlar, mühendisler, idareciler, yeni mezun dünyanın eksenini kaydırmaya hazır gençler, yılgınlar, bıkkınlar, ölesiye muhalifler, karamsarlar, iyimserler, hayalciler, akademisyenler, devlet daireleri, bakanlıklar, özel kalem müdürleri, kariyer tutkunları, bankamatik memurları, öğlen yemekleri, finansçılar, krediler, çekler, tahviller, bonolar, hisse senetleri, bankalar, muhasebeciler, tablolar, klavyeler, beyaz tahtalar, kalemler, otel odaları, kısa seyahatler, hava alanları, kiralık araçlar, yanılsamalar, mide spazmları, küçük dedikodular, ayrılıklar, çinli departman müdürleri, rus iş adamları, ingiliz danışmanlar, amerikalı kovboylar, iş geliştirme uzmanları, her şeyi bilenler, hiç bir şeyi bilmeyenler, her sabah bir gün öncesini tamamen unutanlar, hiç ders almayanlar, her şeyden ders çıkaranlar, sürekli not alanlar, silgiler, kalemlikler, fosforlu kalemler, poşeti iki yıl sonra açılan dergiler, ender de olsa güzel bakan gözler, faydacılar, likenler, akvaryumlar ve listeyi bu şekilde uzatabiliriz elbette. Tüm bu şeylerden oluşan yalan bir dünyadır işlerimiz. Yıkımlar, borçlar, ertelemeler, rezillikler, rüşvetler, arkadan dolanmalar mutlaka vardır. Belirli bir süre sonra kendine dahi yabancılaşıp umutsuzluğa sürüklenirsin.

 

Ya da

Vedalaşmayı beceremiyorum nedense. Anneannem ve dedemin yanında bir ay kalıp dönüş günü kimseye görünmeden gideceğimiz arabaya binmem hoş karşılanmamıştı ama çocuktur dokunmayın diye konuştuklarını duyduğumda bir şeyleri fark edip utanmıştım. Ama anladım ki benim kaçtığım onlar değil, vedalaşma anı ve beni büyüleyen gitmek. Mümkün olduğunca kısa, fazla konuşmadan, göz göze gelmeden, komik olmaya çalışarak savuşturduğum öyle çok an var ki. Askere, okumaya ya da bir sebeple uzak bir diyara yollanan arkadaşlar, kuzenler, akrabaların yolcu edilmesi merasimlerindeki kayıp kişiydim.

Aynı şekilde ben de uğurlanmaktan hoşlanmadım hiç. Gideni kıskandım hep, kalan olmayı kabullenemedim. Gidenle gitmeyi de istemedim. Ben de gitmeliydim ama o tarafa değil. Yaş ile olgunluk doğru orantılı gibi düşünülse de pek öyle olmuyor.

Onunla hiç vedalaşmadık hatta böyle bir ihtiyaç dahi hissetmedik. O gitti birden ve aniden. Ben yine keşke ben de gitseydim ama oraya değil başka bir yere diye düşündüm. Aradan geçen yıllar çok şeyi değiştirdi.

O hiç gelmedi elbette ya da hep buradaydı.

 

Yolculuk

Moskova’dan Saint Petersburg’a gitmek için gecenin son treninin üçüncü mevkiine iki gün önce bilet almıştı. Buna karşın yine trene son anda yetişebildi, hâlâ alkolün etkisinden kurtulmuş değildi ve koridorda sırt çantasının üzerine çöküp kondüktör gelene kadar bir kaç dakika nefeslendi. Bir aksilik olmazsa az önce -gece biri beş geçe- kalkan otuz numaralı tren sabah ona çeyrek kala Saint Petersburg’da olacaktı.

Ense kökünden sıkıca bağlanmış düz sarı saçları şapkasının arkasından omuz hizasına kadar uzanan kondüktör kadın yanına geldiğinde selam verip zaten bir süredir elinde tuttuğu biletini uzattı. Kadın pasaportunu da istedi. Hızlanan trende küçük vücut hareketleriyle rahatlıkla dengede kalmayı başaran kadın zoraki bir gülümseme ile bilet ve pasaportu geri verdi ve bir an önce yerine gitmesini söyledi. Doğrusu öyle söylemiş olduğunu tahmin etti Celal, zira rusça bir kaç bilindik kelime dışında ona tamamen yabancıydı.

Moskova’nın merkezinde bir arkadaşının tavsiyesi ile gittiği bir barda bir süre takılmış, bir kaç bira içtikten sonra adını hiç bir zaman hatırlayamadığı akranı bir kadın ile bir süre dans etmişti. Celal için bu anlar hayatının sinemasındaki unutamadığı görüntülerdi. Uzatıp hatırlamak istemeyeceği görüntüleri eklemek istemezdi böyle zamanlarda. Zaten fazla vakti de kalmamıştı. Trene yetişme telaşıyla bir iki votka yuvarlayıp barı terk ettiğinde kaldırımda bir süre yürüdü, kadının gözlerinin ne renk olduğunu hatırlamaya çalıştı hatırlayamadı, ismini bir kaç kez tekrarlamıştı ama müziğin şiddetinden dolayı bir türlü anlayamamıştı Celal. Elini hafifçe kaldırdı, eski bir araç anında yanında durdu. Trafikteki tüm araçlar neredeyse taksi bu şehirde. Bu kez pazarlık etmeden kapıyı açıp koltuğa oturdu, otele bıraktığı sırt çantasını alıp, istasyona gidecekti. Otelin kartını üzerinde Barselona forması olan yirmili yaşlardaki şoföre uzattı, şoför rusça bir şeyler söylerken yola çıkmışlardı bile.

Celal istasyona geldiğinde trenin kalkmasına beş altı dakika kalmıştı, Kiril alfabesini çözse de çok yavaş eşleştirebiliyordu, böyle durumlarda etrafındaki ingilizce bilme olasılığı yüksek gençlerden yardım istemesi gerektiğini daha önce öğrenmişti. Biletini endişeli bir ifade ile kalabalıktan birinin eline tutuşturdu ve peronun yerini sordu. Şansı yaver gitmişti, biraz koşturması gerekse de tren kalkmadan binmeyi başardı.

İstasyon ile ilgili neredeyse hiçbir ayrıntıyı anımsamayacaktı. Bir kaç yıldır kafasına taktığı bu tren yolculuğuna ayık olarak başlayamadığı için kendisine kızdı. Trene biner binmez sert bir kahve içip biraz daha kendine gelmek istiyordu. Uyuyup kalırsa maalesef bu yolculuğun hiçbir anlamı kalmayacaktı.

Yerine oturduğunda çantasından termosunu çıkardı, bu yolculuk ile ilgili daha önceden bir kaç okuma yapmıştı ve bu sefer hazırlıklıydı. Öğlen otelden çıkış yapmadan odada hazırladığı kahveden bir miktar içti, bir süre sonra yakınında oturanlarla iletişim kurabilmek için selamlaştı, iyi yolculuklar diledi. Karşılık verdiler fakat bir konuşma başlamadı, bir kaçı kitaplarına gömüldü, genç bir çift sarılıp hülyalara daldı, kendisinden çok daha sarhoş bir diğeri horlamaya bile başladı. Trendeki konu her dakika ağırlaşıyordu ama Celal bu kokuya zamanında çokça bindiği İstanbul-Ankara trenlerinden alışkındı. O hızlandırılmış tren kazasına kadar otobüse göre çok daha güvenli olduğunu düşündüğü trenler hep ilk tercihi olmuştu. “Demiryolları komünist işidir”[37] diyen başbakandan sonra çok daha fazla sever olmuştu trenleri.

1600’lı yıllarda İsveç Krallığı tarafından havari Aziz Petrus’a atfedilerek Sankt Peterburg olarak adlandırılmış şehir, yaklaşık yüz yıl sonra Çarlık Rusyası tarafından ele geçirilmiş. 1914 yılında adı II. Nikolay tarafından isminin Rusça’ya benzememesi sebep gösterilerek Petrograd olarak değiştirilmiş. 1924 yılında Lenin’in ölümünden sonra Leningrad ismiyle anılmaya başlanmış ve 1991 yılında Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra yeniden Sankt Peterburg ya da Avrupa dillerinde söylendiği şekliyle Saint Petersburg adını almış bu güzel şehir, bugünkü bildiğimiz haliyle Neva nehrinin Baltık Denizi’ne döküldüğü yerde 42 küçük ada üzerinde 1700’lü yıllarda kurulmuş. Moskova’dan yedi yüz on beş kilometre uzaklıktaki Saint Petersburg Çar I. Petro tarafından Avrupa’ya özlem kenti olarak tasarlatılmış, Venedik ve Roma’dan esinlenilmiş, bir sanat ve kültür merkezi olarak müzelerinde özel koleksiyonları sergileyen kent, Dostoyevski ve Puşkin gibi pek çok Rus sanatçının ikinci memleketi olmuş. 1941 yılı eylül ayından itibaren yaklaşık iki buçuk yıl Nazi Almanya’sı ordularının kuşatmasından da nasibini almış.

Bir süre daha aylak aylak etrafı seyrettikten sonra gündüz aldığı sandviçlerden birini de mideye indirdi. Yolculuk hayal ettiği gibi gelişmiyordu ama umudunu da kaybetmemişti. Koridora çıktı ayaküstü muhabbet eden bir öğrenci grup ile iki üç dakika konuştu. Alkol barajını aşmadan bu trene binmek yasak olabilir mi diye düşündü bir an.

Tekrar yerine döndüğünde çaprazında yalnız oturan ve elindeki ajandaya bir şeyler yazan ellili yaşlarına yaklaşmış bir kadın fark etti. Kadın yazıyor, durup düşüncelere dalıyor, sonra tekrar yazıyor. Celal’in kadının gülümsemesindeki zarafeti, gözlerindeki ışığı fark etmesi uzun sürmüyor. Kadın defteri ilk elinden bıraktığı an kahvesini alıp yanına gidiyor. Selamlaşıyorlar, tanışıyorlar. Kadın oldukça güzel ve akıcı ingilizce konuşuyor. Moskova’nın iyi üniversitelerinin birinde fizik fakültesini bitirmiş bir Kırım’lı.

Celal, Elena’ya yurt dışında kalıp kalmadığını soruyor çünkü gerçekten çok güzel konuşuyor ingilizceyi. Elena yok diyor, maalesef Ukrayna ve Rusya dışında bir ülke görmedim. Bizim okuduğumuz dönemde Moskova’da gittiğim üniversite fen bilimleri konusunda dünyadaki önemli üniversiteler arasında gösteriliyordu. Bir çok yabancı öğrenci ve akademisyen ile uzun süreli arkadaşlıklarımız oldu. Onların rusçası çok iyi olmadığından ingilizce konuşurduk genelde. Okul bitip Kırım’a döndükten sonra bir yirmi yıl fizik fakültesinde çalıştım. Sonra eşimden ayrıldık, kızım da okulu bitirdikten sonra emekli oldum. Son beş yıldır Kırım’da turist rehberliği yapıyorum. Böylesi daha keyifli.

Celal, Elena’ya kahve ikram ediyor, ardından koşup çantasından bir bisküvi getiriyor ve konuşmaya devam ediyorlar. Celal kendinden bahsediyor, neden bu trene binmek istediğini kısaca özetliyor. Dostoyevski’ye olan hayranlığından dem vuruyor, onun yaklaşık beş yıl yaşamak zorunda kaldığı ve Suç ve Ceza’yı yazdığı doğu Kazakistan’daki Semipalatinsk’te[38] de bulunduğunu ve bu tarz kendince anlam yüklediği seyahatler yapmaktan, iz sürmekten hoşlandığını anlatıyor.

Elena önce kuşkuyla yaklaşıyor, mesafe koyuyor, çünkü deneyimli bir kadın ve nasıl görünürse görünsün, sosyal statüsü, işi, konumu ne olursa olsun kendisini daha akıllı sanan bir erkeğin kısa sürede bin türlü dolap çevirebileceğini çok iyi biliyor. Özellikle bu coğrafya’ya yolu düşen erkeklerin bir anda kabuk değiştirdiklerini, daha aprona ayak basar basmaz mağara yıllarından kalma güdüleri ile avcı bir kimliğe büründüklerine çok kez şahit olduğu kesin. Bir kadın gözüyle kabul edilemez derecede aşağılayıcı bakışlara ve daha da kötüsü doğrudan kaba tekliflere maruz kalmamış olması mümkün değil. Belki de bu yüzden Celal’in İstanbul’dan geldiğini öğrendiğinde yüzünde istem dışı bir kasılma oluyor.

Yine de bu konuşmanın kendisini heyecanlandırdığını, keyif aldığını da belirtiyor. Özellikle turist rehberliği sırasında pek çok insanla tanıştığını ama ölümü üzerinden yüz otuz yıldan fazla zaman geçen bir roman yazarının izini sürmek için bunca yol kateden birini hiç görmediğini söylüyor.

Celal açısından da ilginç ve keyifli bir deneyim olduğu su götürmez bir gerçek. Ayrıca Elena’ya kısa süre içinde hayranlık da duymaya başlıyor. Zira bugüne değin hiç bir yurtdışı seyahatinde günlük hayat, yemek, içki, müzik, dans ve tatil ve kadın erkek ilişkileri dışında konuşabileceği bir kadın ile tanışmamış olması kuvvetle muhtemel. Hele ki Elena gibi hem fen hem edebiyat hem de sosyal bilimler konusunda kendisinin çok üzerinde birikimi olan, üstüne üstlük tüm bunları anadili dışında bir dilde zorlanmadan ortaya dökebilen bir kadın ile yılladır hayalini kurduğu bu tren yolculunda karşılaşmış olması gerçekten büyük bir şans.

Celal, Elena’yı daha fazla rahatsız etmek istemiyor. Yerine geçeceğini ama istediği zaman gelip sohbet edebileceğini belirtiyor. Şayet müsaitse sabah Saint Petersburg’da kendisi ile kahvaltı edip edemeyeceğini sormayı da ihmal etmiyor. Bu romantik bir teklif değil, her ikisi de bunu biliyor ama Elena hemen yanıt vermiyor, Petersburg’da bir arkadaşı ile buluşacağını ve ancak onunla konuştuktan sonra kesin bir yanıt verebileceğini söylüyor. Bir kâğıda telefon numarasını yazıp Celal’e veriyor.

Elena bir süre daha defterine bir şeyler yazdıktan sonra yattığında Celal koridorda gürültülü sohbetleri devam eden öğrenci grubundan Petersburg’daki gezi rehberlerinde bulamayacağı, sadece o şehirde yaşayanların bilebileceği, turistik değil de genellikle o şehrin insanlarının takıldığı mekânlar hakkında ayrıntılı bilgiler alıyordu. Elbette sadece dinlemiyor, elindeki küçük ajandaya gençlerin aralarında tartışarak önerdikleri yerleri not ediyordu.

Restoranlar, barlar, gece kulüpleri, kafeler, parklar, kütüphaneler, müzeler, mimari yapılar, heykeller, sanat evleri, pazarlar, sahaflar, antikacılar, galeriler, istasyonlar, metrolar ve kuleler gibi maddelerden oluşan bir listeyi daha İstanbul’da hazırlamıştı. Kenti tanımak için nerelere gidecek, nerelerde kalacak, nerelerde fotoğraf çekecek hepsini önceden belirlemişti. Ama bunların yetmeyeceğini biliyordu. Bir kenti tanımak için o kentte yaşayan insanlar ile iletişim kurması gerektiğini öğreneli çok olmuştu.

Ancak bu kez seyahat daha farklı gelişmişti. Elena’nın hikâyesini merak ediyordu, ayrıca Petersburg’u Elena ile birlikte tanımak istiyordu. İçinden bir ses Elena’nın da bunu istediğini söylüyordu ama biraz daha zamana ihtiyacı olduğunu da seziyordu. Zira Elena en samimi olduğu anlarda bile bir şekilde belirli bir mesafe koymayı başarıyordu. Bunu trende sormaması gerektiğine karar verdi Celal. Bu içten pazarlıkçı, planlamacı hallerini beğenmiyordu ama Elena ile en azından bir süre daha birlikte vakit geçirmek ve sohbet etmek arzusuna da engel olamıyordu.

Bu biraz da bencilce fikir uçuşmaları arasında uykuya daldı Celal.

Sabah uyandığında Elena yerinde değildi, Petersburg’a bir saat içinde ulaşacaklardı tarifeye göre. Gündüz giydikleriyle yatmıştı, üstü başı buruş buruş olmuş, atleti belinden dışarı çıkmış, gömleğinin yakası içe kıvrılmış, yüzündeki parmak izleri, şiş gözleri, yarısı havaya dikilmiş saçları ile akşamki havalı görüntüsünün aksine berduş gibi gözüküyordu.  Ağzının içi zehir gibiydi, bir an önce dişlerini fırçalamak istiyordu. Trendeki iyice ağırlaşan kokulara alışırım diye düşünüyordu ama bu kolay değildi. Özellikle akşam çeşit çeşit sebzeler, etler, tatlılar yiyen bu insanların bağırsaklarındaki gece boyu süren operasyonlar sonrası oluşan metan gazını ortamdan uzak tutmak neredeyse mümkün değildi.

Bir şekilde tuvalete girmeyi başardı. Elinden geldiğince acele etse de çıktığında kapının önünde beş altı kişilik bir kuyruk oluşmuştu. Özür diledi ve sinirle kıvranan hayli sıkışmış oldukları her hallerinden belli insanların arasından yerine döndü.

İstasyona geldiğinde çantasını alıp kapıya ilerlerken biri sırtına dokundu. Döndü Elena’ydı dokunan. Beni ara olur mu, yarın sabah dokuzda diye seslendi. Celal gömleğinin cebindeki küçük not kâğıdını kontrol etti, hâlâ yerinde duruyordu. Hoşça kal Elena, seni mutlaka arayacağım diye seslendi.

İstasyon’da kavuşmayı bekleyen genç ya da yaşlı çiftlerin, ailelerin, annelerin, babaların, çocukların tek ortak noktaları yüzlerindeki sevinç ve heyecan dolu gülümseme ile gözlerindeki ışıltı.

Celal de Mahir de istasyonlarda ya da havaalanlarında kendilerini karşılamaya gelen ve boyunlarına sarılmak için sabırsızlıkla bekleyen kimsenin olmamasından hep muzdarip olmuşlar ve bunu pek çok kereler birbirleriyle paylaşmışlar. Bir seferinde Celal, Mahir için böyle bir mizansen hazırlamış havaalanında, ancak zamanlama gerçekten çok kötüymüş. Mahir eşine ve kayınvalidesine bu kadını ilk kez gördüğünü, gerçekten tanımadığını anlamaya çalışsa da bir türlü muvaffak olamamış. Celal bir köşede kahkahalarla gülerken durumu fark edip yanlarına gelmiş, yahu durun Mahir’in bir suçu yok, her şeyi ben tezgâhladım diyene kadar soğuk rüzgârlar esmiş. O günden sonra Celal de her yolculuğu sırasında uğradığı istasyon ya da havaalanında kendisinin kollarına da birinin atlayacağını umarak yaşamış, ama nafile tabi, olmamış bu hiç.

Bir gün

Elena telefonun beşinci çalışında ıslak elleri ile telefonunu açabildi, bir ıslak dokunuşla daha sesi dışarı verdi, arayan Celal’di. Günaydın, nasılsın diye sordu Celal. Günaydın, üzgünüm duştaydım, daha önce aramışsan da duymamış olabilirim, iyiyim, nerede buluşuyoruz diye peş peşe ve hızlıca konuştu Elena. Celal onu otelden alabileceğini söyledi ve otelin bilgilerini istedi.

Elena krem renkli kabanı elinde, üzerinde turuncu renkli boğazlı bir kazak, altında lacivert bol bir blucin ile lobiye indiğinde Celal elindeki şehir haritasını inceliyordu. Sıcak bir günaydın temennisiyle kafasını kaldırdığında karşısında trendeki Elena’dan çok daha farklı bir kadın buldu Celal.

Erkeklerin bir türlü değiştiremediği bir algısı var kadınlar hakkında. Bir kadın seni zekâsıyla ve bilgisiyle etkiliyorsa, o kadın fiziksel olarak çok etkileyici olamaz ya da tersi bir kadın fiziksel olarak çok güzel ve albeniliyse, zekâsı ve bilgisi tartışılır. Bunun hiç de böyle olmadığını ve bu saçma tespitin tamamen hatalı olduğunu defalarca deneyimlemiş bir kişi olarak Celal dahi her defasında bu yanılgıya düşüyordu.

Daha elini bile sıkmamışken, kendisinden belki on yaş büyük olan Elena’nın o büyüleyici aurasına kaptırmıştı kendisini. Önünde iki yol vardı, ya ne olacağını düşünmeden bırakacaktı kendisini yerçekimsiz boşluğa ki bu bir erkeği aşka götüren en muhtemel yoldur ya da ilk andan itibaren çok açık ve belirgin bir mesafe koyup aşka ve sevdaya dair ne varsa kapatacaktı kapılarını.

Celal bu kez dengesiz ve hazırlıksız yakalanmıştı. Kontrolü kaybettiğini hissediyordu. Görünen o ki tanımlanan iki yoldan birini seçme şansı olmayacaktı. Hayat tanımlara sığmayacak sürprizlerle doludur diye düşünmüş olmalı ki nötr kalmaya karar verdi bir süre daha. Doğrusu bu halini hiç beğenmezdi Celal, çünkü kılavuzunu kaybetmiş acemi bir kaptan gibi her an karaya oturma tehlikesiyle korku içinde boğazı geçer gibi hissederdi böyle olduğunda. Sadece bir an önce sağ sağlım hedefini gerçekleştirmeye kilitlenmiş kaptanın etrafında olan biteni ve güzellikleri fark edememesi gibi, Celal’de anlamsız saatler geçirecekti yine.

Olmadan az önce kafasının içinde yaşamak diye bir hastalık var mı? Ya da buna hastalık -belki de kısmi delilik- denir mi bilinmez. Celal’in yaşama pratiğine dair sıkıntılarından biri de buydu, neyse ki bu pek de ağır bir durum değil diğerlerine nazaran.

Elena öğlene kadar etrafta yürüyüş yapabileceklerini, öğle yemeğinden sonra da Hermitage State Museum’a gidebileceklerini söyledi. Bu arada bol bol sohbet edebilirlerdi. Arkadaşı ile görüştüğünü ve ertesi gün öğlen saatlerinde buluşacaklarını bugünü -şayet isterse tabi- Celal ile geçirebileceğini söyledi. Celal şaşkındı, harika o zaman, bu çok iyi bir oldu dedi. Kendi planlarını bir gün öteleyebilirdi, aslına bakarsanız tüm kalan ömrünü ötelemeye hazırdı ya bunu Elena’ya söyleyemezdi. Komik olmak istemiyordu, en azından ne kadar komik olabileceği hemen ortaya çıksın istemiyordu. Elena’nın davranışlarında güçlü kişiliği ne kadar belirgin ve baskınsa, Celal’in o kadar belirsiz ve silikti. Bu nedenle karşısındaki insan kim olursa olsun belirli bir süreye ihtiyaç duyardı, olağan Celal formuna ulaşana kadar. Ama Elena takdir edilecek bir hızla kavrıyordu her şeyi, bu Celal’i iyice rahatlatmıştı.

Celal, Mahir ile yaptıkları uzun yürüyüşler sırasında hayata dair meseleler üzerinde konuşurken, insan hayatının tümüne bakıldığında kaldırıp çöpe atılabilecek kadar değersiz olduğu fikrini de defalarca tartışmışlardı. Her ne kadar bir sonuca ulaştıklarını gösteren bir ibare bulamasa da Ayşen notlarda, özellikle Mahir’in çok kısa da olsa tanımlamakta güçlük çektiğin özel ve ayrık dakikalar, saatler ya da -şanslıysan biraz- günlerin, tüm sıkıcı ve tahammül sınırlarını zorlayacak derecede çekilmez hayatımızı sürdürülebilir kıldığının altını çizdiğine rastlamıştı. İşte Celal bu özel saatlerden biri ile karşı karşıyaydı bu seyahatinde ve elbette bunun da sonuna kadar farkındaydı.

Bu içinde bulunduğu özel durumu –bunu bir oyun olarak ifade etmek de mümkün- Elena’ya anlatmaya çalıştı, Elena’nın tam olarak anlayıp anlamadığını hiç bilemeyecekti Celal. Ama tüm anlattıklarından Elena’nın güzel bir şeyler hissettiğine emindi, zira Elena halinden oldukça memnun gözüküyordu. Belki de Elena Celal’i hiç dinlemiyor, anılarına dalmış keyifle yürüyor da olabilirdi, ancak Celal bu olasılığı hiç düşünmedi bile.

Elena, demek oynamak istiyorsun dedi uzunca bir suskunluktan sonra. İşte sana muhteşem bir sahne ve dekor, başrolü seninle paylaşacak güzel bir kadın –kendini göstererek- ve daha da önemlisi yirmi dört saatin var.  Işıklar ve perde diye bağırdı bir taraftan tüm kenti selamlamak ister gibi reverans yaparken.

İşte o an Celal, kendisini bir tiyatro sahnesinde değil aksine bir sirkin arka bahçesinde kafes içinde bekleyen maymunlardan biri gibi hissetti. Hakikaten. O an içinde derin bir yitip gitme hissi oluştu. Elena’nın bahşettiği o yirmi dört saat işte tam da o an bitmişti Celal için.

Elena, Celal’in yüz ifadesinden nedenini anlaması imkânsız olsa da –o şey her neyse- sonucunu hemen kavramıştı, ama bozulmadı hiç.

Hâlâ gülümsüyordu Celal’e.

Gitmem lazım dedi Celal, çok özür dilerim, seninle doğrudan bir ilgisi yok, alınma lütfen.

Yirmi dört saate bir aşk sığdırmak istemiyorum, artık o kadar güçlü değilim sanırım.

Başaramadım işte, senin gibi bakamadım, damarlarımdan kanımın çekildiğini, midemin kasıldığını, yüreğimin sıkıştığını saklayamazdım ki sen bu kadar açıkken. Bak sesim titriyor şimdiden, bu heyecan olağan değil.

Yok yok bu sirke seni dâhil etmeyeceğim, sen hep böyle gülümse olur mu?

Hoşça kal Elena.

Ayşen

Günler, aylar hızla geçiyordu. Durup geçen günlerin muhasebesini yapmak gibi bir alışkanlığı olmasa da, olağan mesaisinin dışında uğraş verdiği bu kitap işi Ayşen’i iyiden iyiye yormaya başlamış, ister istemez bu oyunu sorgulama gereği duymuştu.

Bir taraftan bu darmadağınık ve birbirinden çok farklı konular içeren notları toparlamaya çalışmak, diğer taraftan tüm bunlar arasında -var olduğunu düşünmek istediği- bir ilişkiyi keşfetme çabası hem deneyimsiz bir yazar olarak özgürlüğünü dolayısıyla yaratıcılığını ve üretkenliğini kısıtlıyor hem de kendisini çoğu zaman ümitsizliğe sürüklüyordu.

Haliyle tüm bu sıkıntılı süreç günlük yaşamını da etkilemeye başlamıştı. Daha az uyuyor, arkadaşları ile çok daha az görüşüyor, iş yerinde odaklanma sorunu ile karşı karşıya kalıyordu. Diyeceğim yaşama performansı ve -genel geçer kabuller dâhilinde- yaşam kalitesi düşüyordu.

Oyunu kendisi kurgulamıştı ve daha fazla yıpranmadan bu kurguya müdahale etmeliydi. Ancak henüz bu müdahalenin nasıl olacağını bilemiyordu. İlk aklına gelen çalışma sürelerini yeniden düzenlemekti, daha kısa süreli ve aralıklı çalışma takvimi hazırlamalıydı. Boşluklar yaratıp daha çok sinema filmi izleyebilir, kitap okuyabilir, spor saatlerini arttırabilir, ailesini daha sık ziyaret edebilir, arkadaş görüşmeleri ve yemek organizasyonlarına katılabilirdi. Kendince artıları eksileri tartıp mümkün olduğunca sıkı bir program yaptı kendine ve en az bir ay bu programa uyma kararı aldı. Ay sonunda yeniden bir değerlendirme yapacak ve yine başarısız hissederse kendisini daha radikal kararlar alacaktı.

Bu süreçte bir arkadaşı vasıtasıyla feminizm ile ilgili temel bilgilendirme toplantısına katıldı. Bu toplantı sonrasında geri dönüp tüm yazdıklarını tekrar gözden geçirmesi gerektiğini hissetti. Ne de olsa her şey dille başlıyordu ve alışkanlıklarımızın farkında değilsek ve hiç sorgulamamışsak, aslında hiç olmadığımız bir insan imgesiyle görüntü vermemiz mümkündü. Ayrıca gerçekten bir yazar sorumluluğu olmalıydı, şayet olur da bu kitap basılarak okurlara ulaşırsa, bilmeden de olsa insanların bilinçaltında özellikle ayrımcılık ve eşitsizlik ile ilgili istenmeyen algılar oluşmasına neden olursa kendisini hiç affetmezdi.

Bilinmesi, okunması, öğrenilmesi gereken çok şey vardı. Ama kesin olan bir şey var ki o da buna takılmak insanın yaratıcılık sürecini kesinlikle sekteye uğratıyordu. Bunun bir ortası olmalı diye düşünüyordu. Cahillik genel bir kavram olmamalıydı. Ne kadar iyi bir eğitim alsa da insan bazı konularda gerçekten cahil olabiliyor, belki de önemli olan bilmediklerinin farkında olmaya çalışmaktır doğrusu. Tüm olan biteni anlamaya çalışmak beyhude bir uğraş olmalı ve bunu bir takıntı olarak yaşamaya çalışmanın kimseye bir faydası yok. Yazma uğraşı mutlaka estetik anlamda bir yapıt ortaya çıkarmak gibi bir hedef içermeli miydi? Çok emin olamıyordu hâlâ, yazmak bir süreliğine de olsa kendi dünyanı yörüngesinden çıkartabilirdi, ama okuyucu için bunun bir anlamı olacak mıydı?

Ayşen yazarken zorlandıkça, yazma eylemini daha çok sorgulamaya başlamıştı. Bir taraftan bunu yapmalıyım, en azından sadece kendim için yapmalıyım diye düşünürken, diğer taraftan okuyucuyu görmezden gelerek bu oyunu sürdürmesinin olanaksızlığını da görüyordu. Evet oyunu kendisi kurguluyor ve merkezine de yalnızca kendi belirlediği kişileri koyuyordu, bu doğru. Ancak bunu yazdığına göre -bir şekilde kamuya açmış olacaktı- bu oyunun bir tarafı da okuyucu olacaktı.

Okuyucu için duyulan kaygı elbette “acaba okuyucu yazarın kimliği üzerinden yazılanları nasıl değerlendirecek” gibi basit bir sorudan ibaret değil. Yazar pek tabi bir şekilde kendisini soyutlayıp tüm yazılanların dışında kendisine güvenilir bir mekân yaratabilir. Asıl sorun okuyucunun kurgulanan bu oyuna katılma isteğinin yaratılması olmalı. Yoksa binlerce kelimeden oluşmuş cümleler yığınını peş peşe okuyarak ancak okuma pratiği yapılmış olacaktır ki, Ayşen’in düşlediği bu değil, hiç değil. Yakın çevresinden takdir toplamak da değil, sadece kendisini tatmin etmek de değil, birilerini eğlendirmek, birilerine ders vermek, bir şeyler öğretmek de değil.

Ayşen etrafında kendinden bağımsız durmaksızın akan hayata karşı direnmenin ya da ona boyun eğmemenin bir yansıması olarak düşlediği bu oyununda yalnız olmak istemiyor. Yalnızlık paylaşıldıkça yok olmasa da daha keyifli olabilme ihtimali var ve biraz da bu nedenle oyuna mümkün olduğunca fazla oyuncu katılsın istiyor.

Öz yaşam raporunuzu kaleme alıp okuyucuya sunabilirsiniz. O sizin edebi yeteneklerinize de bağlı olarak hem yazar olarak sizin hem de okuyucunun belirli seviyede tatmin olmasını sağlayabilir. Mesela şiir gibi yazmış, çok basit bir öyküyü öyle bir anlatmış ki tekrar tekrar okumak istersin, sanki oradaydım, tüm anlatılanları ben de izliyor gibiydim şeklinde okuyucu yorumları ile sıkça karşılaşmak mümkün. Tüm bunları sıradan bulduğundan değil, kendi yapmak istediğinden farklı olduğu için önemsemiyor Ayşen.

Şayet başarabilirse, okuyucusunu kendi oyununun bir parçası yapmak istiyor. Herkesin bir hikâyesi var, büyük olasılıkla buna kimse karşı çıkmayacaktır. İşte bu satırların arasına kendi hikâyesini aramayacak kadar zeki okuyucular, kendi hikâyelerinin bu satırlar arasında nasıl ve nerede duracağını ve diğer oyuncular tarafından nasıl algılanacağını düşünecekler. Belki de olgunlaştırabilirlerse onlar da yazacaklar. Ayşen tamamlayabilirse bir gün bu yazdıklarını –ki çoğunluğu gerçek amaçlarının ne olduğunu tam olarak hiç bir zaman öğrenemeyeceği iki kayıp insanın yazma çabasından kaynaklanıyor- yukarıda anlatmaya çalıştığı oyunun bir oyuncusu olmuş olacak.

Evet, hem oyunu kurgulayan, hem oyunun dışında, hem oyunun içinde, hem gerçek bir oyuncu olma isteğiyle yanıp tutuşan bir kadın.

Kafası karışık gibi algılamanız çok olağan, biraz bipolar, biraz normal, seyrek olarak manik, genellikle depresif gibi.

Diyeceğim ahvali sizden pek de farklı değil.

 

Sır

Evet aslında seni bilerek bekletmiştim o gün. Hiç kusura bakmayasın. Konuşmam lazımdı. Kısa cümlelerle -sadece bir kısmını- anlatmak, yalansız, eksik ama yalansız.

Pek nadir olsa da böyle hissettiğim anlar oldu hayatımda. Biriyle değil, onunla –o an yanında olmasını istediğin kişi ile- konuşmalısın, tüm kapıları açmana gerek yok. Kayıtlar, telefonla randevular, ödemeler, sıra beklemeler, evet hiç tanımadığın bir psikolog ile konuşmak belki faydalı olabilir. Ancak bu yol bana göre değil, kesinlikle değil.

O kadar çok okumuşuz ve seyretmişiz ki sanki mesleğin tüm inceliklerini biliyoruz, az sonra ne olacağını bilerek görüşmeye başlıyoruz gibi olacağından korkmuşumdur belki.

Bazen bilmeden bencil olabiliyor insan, bazen de bencillik olduğunu bile bile nazının geçeceğini bildiğin için esir edebiliyorsun bir insanı, bir dostu.

Kelimeler gözlerimden dökülebilseydi keşke, hiç kirlenmeden dilimde.

Ne kadar çok kale var ele geçirmemiz gereken -üzerimize kurşunlar yağarken- ve üç kere ölürsen oyun bitecek.

Artık gitmelisin, ölüler sıcakta çok çabuk kokar.

 

Komün

Ayşen o gün diğer sıradan ve boğucu çalışma günlerinden birini daha sonlandırmak üzereydi. Saat altıya on kala telefonuna baktı ve Celal’den gelmiş olan bir mesaj gördü. İş çıkışı kısa bir görüşme yapabilir miyiz? Çok düşünmeden üzgünüm mümkün değil diye yazdı, arkadaşlara sözüm var. Celal iki üç dakika sonra, tamam dedi çok mühim değildi, sana yazarım sonra.

Ayşen Taksim’de bir kaç arkadaşı ile buluşup laflayacak ve bir şeyler atıştırıp, bir kaç bira içip eve dönecekti. Öyle de yaptı. Eve geldiğinde Celal’in e-postasını gördü.

Selam. Biraz desteğine ihtiyacım var. Seyrettiğim bir filmden esinlenerek “şehirde küçük ölçekli komün yaşamlar kurmak mümkün olabilir mi?” fikrine takıldım. Düşünmeye değer bulursan, biraz çalışabilir misin bu konuda? Kimler denemiş, deneyimlerini paylaşanlar var mı? gibi. Evet diyorsan, bir şey yazma on beş gün sonra kısa bir değerlendirme göndermen yeterli. Biliyorsun işte fikirlerini önemsiyorum ve dikkate değer buluyorum. Hayır diyorsan da canın sağ olsun, bildir ama. Hoşça kal.

Deli bu adam diye geçirdi içinden, konuyu pek keyifli bulmamasına karşın çok direnmeden takvime bakıp bir plan yaptı hemen. En azından dedi Paris Komün’ü ile ilgili bir çalışma istememiş. İki akşam ve hafta sonu bir günü bu işe ayırabilirdi. Bir kaç kitap bulabilir miyim diye kısa bir tarama yaptı ama bunun için uygun bir gün olmadığına karar verip bilgisayarını kapadı.

Hangi filmdi acaba dedi, onu bile yazmamış. Bach’ın bir CD’sini buldu, müzik çalarına koyup yatağına kıvrıldı.

2013 Haziran Direnişi ya da Gezi Parkı işgali sırasında kısa süreli de olsa komün benzeri bir süreç yaşanmıştı. Paranın geçmediği, işlerin tüm direnişçiler arasında ortaklaşa yapıldığı, direnişçilerin meslekleri ya da yeteneklerine göre gönüllülük esasına dayalı görevler aldığı, aslında bu basbayağı gerçek anlamda bir komün hayatıydı. Ama Celal’in bunu kastetmediğini biliyordu. Özel bir durumdu oradaki, bir kaç temel amaç etrafında birleşen insanlar vardı, şiddete ve dayatmacı zihniyete artık yeter diyen direnişçiler vardı. Direnişe fiziki olarak katılamayan ama dışarıdan ellerinden geldiğince katkı sağlayan önemli bir kitle vardı. Revir, yemekhane, kütüphane, iletişim, basın-yayın, güvenlik ve savunma ile ilgili organizasyonlar kurulmuştu. Ama nihayetinde yükselen bir heyecanın ya da toplumsal bir patlamanın olabildiğince mantıklı bir yansımasıydı bu direniş.

Celal’in kastettiği bu olamazdı, olsaydı açıkça bunu yazardı diye kendisini ikna etti.

Sonra arkadaşlarını ve onlarla bir evi paylaştığını düşündü. Üniversite yıllarında kaldığı evler aklına geldi, yılın belirli zamanları istem dışı da olsa kalabalıklaşan ev, belirli aylarda hayalet ev gibi olurdu. Yurt günlerini düşündü. Birlikte kaldığı arkadaşları ile yaşadığı ve hep unutmaya çalıştığı kötü anıları geldi hemen aklına. Yalnızlığı tercih etmesinin tek nedeni ekonomik özgürlük değildi sadece. Bunu kendisi de çok iyi biliyordu.

İşin garip tarafı Celal’in de kendisinden beter bir yalnızlık sevdalısı olduğunu düşünmüştü hep. Tabi bu komün davası Celal’in fikrini değiştirdiği anlamına gelmezdi ama yine de böyle bir fikre takılması garip gelmişti Ayşen’e.

Ayşen Celal’in çevresi ve diğer arkadaşları ile hiç bir araya gelmemişti. Celal’in üniversite yıllarında okuduğu Tutunamayanlar[39] romanının tesiri ile farklı ortamlarda edindiği arkadaşlarını bir araya getirmeme gayreti vardı, bunu da açıkça söylerdi hep. Benzer şekilde Ayşen’in de arkadaşları ile bir araya gelmemişti hiç. Aslında böyle bir samimiyet hiç kurulmadı da denilebilir, şayet bu tür sıkıcı buluşmalar bir samimiyet göstergesi ise. Sürdürülebilir bir arkadaşlığın -ya da siz buna birliktelik deyip konuyu daha da genişletebilirsiniz- temel kuralının bu olduğunu düşünüyordu Celal. Dış etkenleri en aza indirirseniz başarı şansınız artar.

Pratikte bu tür arkadaşlıklar yapabilmek çok kolay olmasa da, şansınız yaver gider ve gerçekleşirse her iki taraf için çok daha keyifli hatta verimli olduğunu söylemek lazım. Tabi aşk ya da sevda gibi insanı tüm kuralların dışına iten, engel olunması pek de mümkün olmayan duyguların ortaya çıkmaması durumunda geçerli tüm bunlar. Bir şekilde bir yerden patlak verip ortaya çıkarsa aşk, artık yokuş aşağıya fren hidroliği boşalmış bir araçtasınızdır. Yine de bu durumda dahi sadece ikiniz varsanız, hasar düşünülenden çok daha az olacaktır.

Bir de onun arkadaşları, senin arkadaşların, ortak arkadaşlarınız, aileler, iş arkadaşlarınızın içinde olduğu bir otobüs hayal edin, frenleri tutmayan bir otobüsle hızınız artarak kontrolden çıkmış halde gidiyorsunuz, direksiyona yapışmış haldesiniz. Yok yok burada kesmeliyim dedi. Bu analoji’yi kurgularken Celal’e benzetti kendisini Ayşen ve kendisine kızdı. Bir başkasından etkilenmemeliydi –davranış anlamında tabi-, özgünlüğümü korumalıyım diye geçirdi içinden. Daha iyi bir örnek bulabilir miyim diye düşündü ama uykuya da daha fazla dayanamayacağını hissetti.

Sabah işe giderken şayet bir komün’e katılma fırsatım olsaydı etrafımda kimler olsun isterdim diye düşündü. Bu hayli sıkıntılı bir işti. Çünkü ilk aklına gelenlerin çoğunun mutlaka bir arızası ya da kendince mazereti vardı. Kimi zaten evliydi ve hareket kabiliyeti kalmamıştı, kiminin sevgilisi sorun olacaktı, kimi ileri derecede obsesyon sahibi, kimi konformist, kimi devrimci, kimi anne bağımlısı, kimi kariyer peşinde, kimi bekâr ama çocuklu gibi gibi. Daha ilk aşamada bu komün olayının çok kolay kurgulanacak bir şey olmayacağını anlamıştı.

Demek ki bir komün kurgulayacaksan komün bireylerinin öncelikli olarak kendilerini olabildiğince bağımsız ya da özgür hissetmeleri ön koşul olmalıydı. Elbette arızalarının bilincinde ve daha en başından bunların tümünün üyeler arasında paylaşılarak, üzerini örtmeden açıkça tartışılması gerekecekti. Mesela alkol ya da başka bir bağımlılığı olan bir üyenin bunu gizlemesinin kimseye bir faydası olmayacaktı. Komün içinde var olabilmesinin şartı ancak ve ancak sorunu –şayet sorun olarak görüyorsa- diğer üyelerle açıkça tartışabilmekten geçiyordu. En azından samimi bir ilişki için bu açıklık kaçınılmazdı.

Üyelerin toplu terapi seansı misali bu derece açılıp dökülmesinin can sıkıcı olacağını düşündü Ayşen. İşin ekonomik ve gündelik işler kısmı çok da zor olmayacaktı. Zaten komün üyeleri yılın belirli zamanlarında bir şekilde birlikte oluyorlardı, bu kısa pratiklere dönüp ilerisi için çözümlemeler yapmak mümkün olabilirdi.

İş olası duygusal yakınlaşmalar ve hatta aşk konusuna bağlanırsa yumağın düğüm olup açılmayacak hale gelebileceğini düşündü, ancak bunu engellemenin bir yolu olamayacağından, kişilerin bu konuda öz-denetim mekanizmaları geliştirmeleri gerekebilirdi. Elbette komün’de de aşk mümkündü, komün’ü dağıtmaması koşuluyla.

Yarışma ve rekabet ruhu yüksek üyelerin bir şekilde yumuşatılması kolay olmayabilirdi. Ayşen aklına gelen soruları defterine not almaya başladı. İşte bir şekilde yine oyunun bir parçası olmuştu. Şirketin girişinde turnikelerden kartını okutup asansörlere doğru ilerlerken, aslında en organize komünlerden birinin uzun süredir içinde olduğunu fark etti. Elbette bu komünde eşitlik yoktu, kuralları o koymuyordu ve asıl amaç her ne yaparlarsa yapsınlar sonuç olarak para kazanmak esasına dayanıyordu. Ama burada başarabiliyorsa bunu daha küçük ölçekli olarak da başarabilirdi.

Düşündükçe konunun içine çekiliyordu Ayşen. Asansörden indiğinde duyduğu ilk günaydın ile hipnozdan çıktı ve beynini büyük makinenin beyni ile senkronize etti bir sekiz saat için daha. Bilgisayarını açıp şirketin yönetim sistemleri yazılımına girdi, set edilmiş toplantı saatlerini ve konularını gözden geçirdi, tamamlaması gerekli rapor için yapacağı çalışmaları planladı, arada gidip bir çay aldı, yan masadaki arkadaşının çocuğunun okul servisi ile ilgili sorununa kulak misafiri oldu, telefondan mesajlarını kontrol etti. Sonra toplantı salonlarından birine giderken asansörde liseden bir arkadaşını gördü, adını anımsayamadı ama konuştular. İki yıldır hiç karşılaşmamalarının kaderin bir cilvesi olmadığını ikisi de biliyordu. Bir ara öğle yemeğinde görüşmek üzere sözleşip ayrıldılar.

Toplantıda yönetime sunulacak rapor üzerinde sıkıcı bir tartışma yapılıyordu. Ayşen sürekli not almasına karşın, raporu asıl hazırlayacak kişi olduğundan en kısa sürede bu işin altından nasıl kalkarımın hesaplarını ve planlarını daha orada yapmaya başlamıştı. Bu rapor haftalık olarak hazırlanacaksa konu başlıklarını standart hale getirelim, sonuç kısmından önce bir önceki rapor sonuçları ile cari raporun sonuçlarının bir kıyaslaması mutlaka olmalı, ayrıca sistemden doğrudan alınabilecek tabloların formatlarını bozmadan kullanmalıyız dedi. Bir an herkes susup ona baktı ve sonra yokmuş gibi tekrar aralarında konuşmaya devam ettiler.

Yemek saatine kadar bu şekilde devam etti, bu dev binadaki küçük toplantı salonunda yaşanan kaos birden, evet bu kadar, Ayşen notları aldın sanıyorum, bu şekilde raporu tamamlayalım cümlesi ile son buldu. Bu gürültülü iki saat sonrasında aslında Ayşen’in en sevdiği saatlere yatay geçiş yapıldı.

Önce yemeğini yedi, kahvesini içti ve bilgisayarının başında ekrana sabitlenmiş halde yüzde yüz konsantrasyonla çalışmaya başladı. Saat altıya gelirken taslak rapor hazırdı. Bingo. Dosyayı e-postaya ekleyip, görüş ve değerlendirme için ilgili yöneticilere gönderdi. Telefonun çalmaması için dua zamanı gelmişti, belki yırtarım umuduyla hemen tuvalete gitti, dönüp çantasını alıp asansöre hareketlendiğinde biri adını seslendi. Ayşen Hanım bakar mısınız, “metnin üzerinde bir kaç değişiklik yapmamız lazım, bir programınız yoksa kalabilir misiniz?”

“Yok yani var, bir arkadaşımla sözleşmiştik aslında. Yarın sabah bakabilir miyiz?”

Ayşen o akşam işten dönerken metroda gördüğü hintli kızdan ilham alıp belki de, Hindistan’da mesela Dharamsala’da[40] ya da başka bir yerde bir komün kurgulayabileceğini düşündü. Bunu Celal’e söyleyip söylememe fikri arasında kaldı ve sonra söylememeye karar verdi. Komün ile ilgili Celal’e yapacağı araştırma bulgularını verecekti, ancak Hindistan ile ilgili kurgusu tamamen kendisine ait olacaktı. Bu fikir hoşuna gitti.

Aslında Ayşen de biliyordu Celal’in bu isteklerinin tek amacı sadece onun vereceği bilgiler ya da sağlayacağı katkılar değildi. Özellikle zaman konusuna bir baskı yoksa, Celal çevresinde o konuya ilgi duyabilecek insanları bir şekilde konunun içine çekmeyi ve dahası onların eylemsizliğini de mümkün olduğunca kırmayı amaçlıyordu. Çoğu zaman doğal bir seleksiyon ile bazı konular bazı insanların üzerine yapışıp kalıyor hatta bazen o kişiler bu konuları tutku ile sahipleniyordu. Bir anlamda çevresindeki insanların entelektüel açıdan yükselmesini kendi kazanımlarından daha yukarıda tutuyordu.

İlk tanıştıkları günlerde pek anlam veremediği hatta bu adam ne yapmaya çalışıyor diye rahatsız dahi olduğu bu durumu ilerleyen günlerde en azından kendi kafasında çözüme kavuşturduktan sonra oldukça naif hatta bazen de bu vahşi ortamda biraz çocukça bulmuştu açıkçası. Ancak belki de sadece bu doğal içtenliği hissettiğinden çevrime dâhil olmuştu.

Ne yapmalıyız diye sormuştu bir arkadaşı yoğun alkol buharı altında hararetli bir tartışmanın ortasında. “Komün hayatlar kaçınılmaz olacak yakın bir gelecekte” demişti gayrı ihtiyari. Madem kaynaklarımız bu kadar az ve bölüşüm bu kadar adaletsiz, bizler de varlık terazisinin yukarısındaki kefesinde olduğumuza göre, mümkün olduğunca paylaşacağız, yaşama maliyetini düşüreceğiz. Mesela beş ayrı evde yaşayan on beş kişi bir evde yaşamayı başarabilirse, bir çok genel gider kalemi kendiliğinden azalacak, ortak kullanılacak eşyaların satın alma ve kullanım maliyetleri düşecektir. Market ya da Pazar yerine doğrudan üreticiden ya da mümkün değilse ilk toptancısından alınacak yiyecek maddeleri günlük giderleri azımsanmayacak kadar düşürebilir.

Peki on beş kişi bir arada nasıl yaşayacak sorusuna henüz bir yanıt bulamamıştı. Ama mecburiyet halinde bir şekilde bunun da bir çözümü bulunabilirdi. Uzun bir süredir tek başına yaşayan bir insan için pek kolay olmasa da bir yol bulunabilirdi. 1999 depremi sonrasında kısa süreli de olsa bu tür pratikler yaşanmış olmalı diye düşündü.

Bu arada aklına üç neslin ortak bir evde yaşadığı geniş aileler geldi ve yeni bir keşif yapmış gibi sevindi. Bu da apaçık bir komün pratiğiydi. Seksenlere kadar büyük kentlere göç etmiş pek çok insan bu şekilde ayakta kalmayı başarmıştı. Kentin yabancısı konumundan yavaş yavaş yerlisi konumuna geçtikçe ve bireyler ekonomik olarak güçlendikçe önce en genç aile fertleri ya okul ya da evlilik bahanesiyle bu yapıdan ayrıldılar. Bu yapıların bahsedilen komün’den farkı yakın akrabalarla zorunlu birliktelikler olmasıdır. Bireylerin seçme şansı yoktur ve ortam doğal olarak özgür değil aksine olağandan bile fazla baskıcı ve kuralcıdır.

Mekân sorununu çözmek için evvela bir arsa edinilmesi ve elde avuçta ne varsa onunla bu arsa üzerinde kafalarını sokacakları kapalı bir alan, bir bina inşa edilmesi ile işe başlarlar. Önce ilk kat ortaya çıkar, çatı yoktur demir filizler yeni kolonların büyümesi için nadasa bırakılmıştır, yeterli para bulunduğunda üst kat çıkılır. Gurbetçi psikolojisi ile bu zoraki birlikteliğe sıkıca tutunur insanlar. Bilirler ki geçicidir bu yaşam, gelinler kaynanalarından ve eltilerinden uzakta kendi televizyonlarının olduğu kaloriferli apartman dairelerine geçecekleri günlerin hayali ile beslenirler, bu arada boş durmayıp boy boy çocuklar yaparlar.

Celal’e bu sosyolojik tespitini hemen yazmak istedi. Celal ve tahmin ettiği kadarıyla pek çok arkadaşı bu köyden kente göçün mahsullerindendi ve bu konuyu Ayşen’den çok daha iyi değerlendirebilirlerdi.

Bugüne dönersek kentlerde böyle arsalar bulmak hayal tabi, hatta bulunsa bile arsa bedelleri ücretli insanların ömür boyu borçlanarak dahi elde edemeyeceği değerlerde. İkibirli yıllar yeniden gecekondu düzeni başlatmak için uygun değil. Ama özellikle İstanbul’da bu aç gözlü politikalar değişmeden devam ederse, otuz yıla kalmadan rahatlıkla işgal edilebilecek pek çok metruk yapı olacağı kesin. Ayşen bu biraz iddialı gibi görünen beklentisini unuturum kaygısıyla “geleceğe notlar” adlı defterine de yazdı.

Ayşen büyük şehirde komün fikrinin ancak evrilerek ve temel bazı noktalarına müdahaleler yaparak gerçekçi olabileceğini düşünmekte haklıydı. Maalesef herhangi bir işgal söz konusu değilse mekân sorununu aşmak ancak tesadüflere bağlıydı ya da çok az alternatif üretilebilirdi. Gerçekleşme ihtimali çok düşük bir konu üzerinde derinlemesine fikir yürütmenin zaman kaybı olacağını düşünüyordu. Belki de bu noktadan hareketle komün’ün ancak kapitalizmin henüz bozamadığı uzak kentlerde ya da köylerde yaşanabileceğini düşünüyordu. Zaten bu ana kadar konu ile ilgili okudukları da hep bunu işaret ediyordu.

Bu herkes için makul değerlendirmeyi Celal ile paylaşmış olsaydı alacağı yanıtları tahmin etmesi güç değil, zira bu tür fikir çalışmalarını çokça yapmışlardı geçmişte.  Peki bu fikri düşünmek ve araştırmak için harcadığın zaman diliminde alternatif olarak ne yapacaktın, ne yapabilirdin ve ne yapmadın? Tasarladığımız her şeyi mutlaka yapmak zorunda mıyız? Tasarım aşamasında elde ettiğimiz bulgular ve deneyimler -şayet kaydedilirse- kalan yaşamımızı kolaylaştırarak aslında bize daha fazla zaman kazandırmaz mı?

Ayşen şu ana kadar Celal’in de aklına gelmiş olması muhtemel iki üç argüman bulmuştu. Bunları onunla paylaşacaktı. Büyük kentlerde komün deneyimleri hakkında ABD ve Avrupa’da bir kaç örnek vardı. Onlara ait yazılan kitaplar ve yapılan filmlerin bir listesini oluşturdu. Ama Celal için bu tür listelerin çok da önemli olmadığını biliyordu. O yüz filmlik bir listeden ziyade bir filmin enine boyuna izlenip değerlendirmesinin yapılmasına daha çok önem verecekti.

Genellikle büyük kentlerden uzak çiftliklerde doğa ile baş başa, teknolojiden uzak, vahşi kapitalist düzenden bunalarak kaçan insanların oluşturdukları komün deneyimleri ile karşılaşmak mümkün. Celal büyük kent komünleri diyerek bu alternatifi zaten en baştan eliyor. Bu onun sadece büyük kentlerde yaşama arzusundan ya da çiftlik yaşamının kendisine uygun olmamasından kaynaklanmıyor olmalı. Bu kent saplantısı, daha elli yıl önce komünal hayata en yakın bir yaşamdan yani köy yaşamından gelmiş olan bu insanların, gerçekte istemeden ya da bilmeden de olsa yok ettikleri bu kentleri tekrar yaşanabilir alanlar haline getirme çabasından başka bir şey değil. Celal suçluluk duymuyordur elbette, ama sorumluluk hissettiği kesin bu konuda.

Ayşen için azımsanmayacak bir şey bu, belki de devrimci bir sorumluluk olarak nitelendirebiliriz. İnsanın kendisini devrimci olarak tanımlaması için herhangi bir mevcut teorinin ya da siyasetin peşine takılması gerekmiyor elbette. Tüm bu bilinen literatürden bağımsız olarak, değişime ve ilerlemeye inanmış, kendi kurguladığı daha eşit, daha adil ve daha yaşanılası dünyaya erişmek için bireysel mücadele içinde olmak da devrimciliktir, bu yaklaşım toplum genelinde romantik bulunsa da.

Özellikle Marks ve Engels gibi kuramcılar hayat dair tezlerini, doğal olarak kapitalizm’in o dönemdeki mevcut uygulama ve tanımlarına bir eleştiri olarak şekillendirmişlerdi. Ayşen de komün üzerine düşünmeye başladıktan sonra ister istemez benzer bir şekilde mevcut yaşama biçimlerini daha çok sorgulamaya başladığını fark etti.

Tıpkı feminizm ile ilgili katıldığı seminer sonrasında o ana dek pek de dikkat etmediği kadın ve erkek algısının birden değişmesi gibi, bu kez de -tamamen kendi tercihleriyle kurgulamasına karşın- kendi yaşamını sıkıntılı bir biçimde mercek altına almış oldu.

Aslında çok iyi biliyordu Ayşen, herhangi bir şeyi çok iyi anlamamış ya da kavramamışsan, öğretmenlerin de sıkça dediği gibi temelini öğrenmemişsen, o şeyin sana hiç bir faydası olamayacağı gibi seni çok yanlış noktalara da sürükleyebilir. Bu “elalem ne der?”, ”rezil olur muyum?” gibi gereksiz ve saçma endişelerden öte bir durumdur. Yaşamının dümenindeki kaptanı –bizzat seni işte- öyle fırtınalar öyle anaforlar ortasına atar ki tahmin bile edemezsin. Bu tam olarak kavrayamama hadisesi, hani şimdilerde dönek, eski tüfek ya da benzer ifadelerle aşağılanan insanların yıllarca tutkuyla bağlandıkları tüm düşünce algısı ve yapısını, neden ve nasıl bir anda yok edebildiklerinin de ipuçlarını içerir.

Ayşen insanlara güvenmeye ve genellikle iyimser olmaya meyilli olduğunun farkındaydı. Bunların insanı ve doğayı sevmekten kaynaklandığını ve hatta iyi bir insan olmanın koşulu olduğunu düşünüyordu. Bununla birlikte, daha çok küçük yaştan itibaren okuduğu kitaplar, belki de öğretim hayatında her iki, üç yıla bir tane ancak düşen efsane öğretmenler ve felsefe derslerinin bir kalıntısı olarak içselleştirdiği bilimsel şüpheci yaklaşımı dolayısıyla, deyim yerindeyse bu “saf” yönünü dengeleyebiliyordu.

 

 

Gitmek

Mesela yaşadığın ülke’den şikâyet edip, ABD’ye gitmek ya da Fransa’ya, Almanya’ya, Avustralya’ya gitmek, yaşama koşulları açısından elbette bir iyileştirme sağlayacaktır. Ancak bu gitme fikrini doğuran boyun eğememe ya da kabullenememe hissinin daha uçak biletini aldığınız anda külliyen reddedilmesi anlamına da gelecektir.

Yaşadığımız coğrafya açısından oldukça şanslıyız diye düşünüyordu Ayşen. Bizlerin gitme nedenleri Afrika’nın bir çok kentinden toplanıp, örneğin gayrı resmi yollarla kaçak olarak Yunanistan ya da Arnavutluk üzerinden İtalya’ya gitmek için ortaya hayatlarını koyan insanların nedenlerine hiç benzemiyor. Onlar ne pahasına olursa olsun hayatta kalabilme düşünün peşinde yola koyulurken, bizler hayatımızda eksik kalan boşlukları doldurmak gayesiyle gitmeleri düşlüyoruz.

Aslında siyasi ideoloji’yi bir tarafa bırakarak bir karar vermek de mümkün. Diyeceğim “batı düşüncesi”ne isyan edip “doğu mistisizmi”nin de peşine takılmanın bir mantığı var. Hindistan’ın belirli bölgeleri, Nepal gibi yerler gitmek için en cazip adaylar arasında olmalı.

Ya da her şeyi bir tarafa bırakıp, Afrika’da kıtasında herhangi bir bölgede kendi yaşam alanınızı kurabilirsiniz.

Ayşen, Celal’in notlarında değindiği, bu vahşi kapitalizm’den sıkıldım artık ve buralardan çekip gideceğim diyen insanların, gitmek isteyeceği ülkelerin nereler olabileceğini düşünüyordu. İlk olarak komünist ülkelere bir bakmanın akıllıca olduğunu düşündü.

2000’li yıllara dönecek olursak, o vakitler ilk akla gelen sosyalist veya komünist partilerin iktidarlarıyla yönetilen ülkeler; Küba, Venezuela, Bolivya, Çin, Kuzey Kore, Laos, Vietnam, Moldova ve Nikaragua’dır.

Ayşen bu konuyu biraz araştırdı ve güncellediği bilgilerine göre, komünist partiler ya da destekleyicileri birçok Avrupa ülkesinde ve Hindistan’da siyasi olarak hâlâ etkili olabilse de, dünyada komünist beş ülkenin kaldığını öğrendi. Çin, Küba, Kuzey Kore, Laos, Vietnam. Ama bunlar arasından ilk ikisi Celal’in notlarında da sıkça geçiyordu, Çin ve Küba. Ayşen de olasılıkları azaltmak ve daha fazla dağılmamak için, ideoloji kriterine göre yapılabilecek seçim için bu iki ülkeyi tahtaya yazdı.

1912 yılında Çin’de Mançu sülalesinin ve imparatorluğun yıkılması ile başlayan çalkantılı dönem, 1949 yılında komünist bir rejimin kurulması ile son bulmuştu. 1 Ekim 1949 tarihinde Çin Halk Cumhuriyeti Mao Zedong önderliğinde kuruluşunu resmen ilan etti ve aynı gün Sovyetler Birliği tarafından tanındı. 1950 yılı Ocak ayında bu komünist ülkeyi batı ülkeleri arasından ilk tanıyan ülke İngiltere olacaktı. Özellikle son yirmi yılda büyük bir hızla tüm dünya’ya yayılan Çin Şirketleri dünya ekonomisini doğrudan etkilemektedir ve halen sosyalist bir ülke olan Çin, ABD’den sonra dünyanın ikinci büyük ekonomisine sahiptir.

Bu bir milyar üç yüz elli milyon nüfusa sahip devasa ülkenin bu derece hızlı büyümesinin geri dönüşü olmayan çevresel zararlara yol açmış olduğunu unutmamak gerek. Ancak bundan daha vahimi, aslında ülkenin zenginliğinin henüz tüm halka yansımamasıdır. Diyeceğim o ki, Çin halkı henüz ABD ya da Avrupa ülkeleri gibi tüketmeye başlamamıştır. Modern dediğimiz ülkelerdeki nüfus ve taşıt sayısının yarısının Çin’de olması durumunda dahi dünyadaki hem ekonomik hem de çevresel dengelerin bozulması muhtemeldir.

Her iki anlamda da büyümenin yarattığı bu kirlilik, Çin’in gitmek için iyi bir seçenek olmadığını gösteriyor. Ancak Çin kırsalında halen kurtarılmış bölgeler olduğunu biliniyor. Günlük hayattan kopabilmeyi başarabilecekler için bu bölgelerde bir yaşama alanı bulmak mümkün.

Okyanusun kıyıdaki yolları dövdüğü, rengârenk eski arabaların virane binaların önlerinde sıralandığı, sokaklarda dans eder gibi dolaşan güler yüzlü insanların yaşadığı, siyah beyaz fotoğraflardan bile duyabileceğiniz şarkıların yayıldığı kulüpleriyle Küba bu beş ülke içinde kesinlikle en keyiflisi. Bir zamanlar Amerika’lıların eğlence mekânı olan bu ülke topyekûn bir başkaldırının ve isyanın ülkesi olmuş.

Tıp alanında kendisini aşmış, sağlık sistemi ile kapitalizmin yükseldiği zengin ve şımarık ülkelere parmak ısırtıyor. Her ne kadar devrimin yükseldiği ve değişimin başladığı yıllarda baskılar halkın bir kısmının -özellikle sanatçıların özgürlüklerinin kısıtlanması nedeniyle- canı biraz sıkılsa da, bu süreç bir şekilde atlatılmış.

1959 yılında Fidel Castro önderliğinde Küba Hükümeti ele geçirildi. Sonrasında Castro 1961 yılında Birleşmiş Sosyalist Devrim Partisi’nin  -ki partinin adı 1965 yılından sonra Küba Komünist Partisi olarak değiştirilmiştir-  genel sekreteri olmuştur.

Devrim sonrası çetin ambargo yılları başlayacaktı. Toprakların kamulaştırılmasından rahatsız olan ABD şirketlerinin baskısıyla ABD hükümeti Küba’ya karşı ekonomik ambargo uygulamaya başladı. Küba’nın neredeyse tek gelir kaynağı ABD’ye sattığı şekerdi ve ambargo sonrası bu ticaret sonlanmıştı. Üretilen şeker petrol karşılığında Sovyetlere satılmaya başlandı, ancak ülkedeki rafineriler ABD şirketlerinin elindeydi ve bu şirketler Sovyetlerden gelen ham petrolü işlemeyi reddettiler. Castro için bu şirketlerin kamulaştırılmasından başka yol kalmamıştı. Tabi bu durum ABD tarafından hiç hoş karşılanmayacaktı.

Devrim sonrası ABD’ye kaçmış olan devrim karşıtı Kübalılar, Kennedy yönetiminden silah ve mali destek alarak 1961 yılında Domuzlar Körfezi Çıkartması denilen bir askeri darbe girişiminde bulundular. Ancak bu cılız atak başarısızlıkla sonuçlandı.

Castro ABD destekli bu darbe girişiminin ardından yayımladığı Havana Bildirisi ile ilk kez, Küba’nın sosyalist politikalar izleyeceğini dünyaya duyurmuştu.

1962’de Sovyetlerin Küba’ya nükleer başlıklı balistik füzeler yerleştirmesi sonrasında ABD Küba’yı deniz ablukasına aldı. Dünya bir nükleer savaşın eşiğindeydi artık. Arabulucular devreye girdi, ABD Türkiye’deki füze rampalarını kaldırması karşılığında Sovyetler de nükleer silahlarını Küba’dan uzaklaştıracaktı. Dünya’nın bitirim delikanlısı ABD yönetimi bu küçük ülkenin inanılmaz direnişi karşısında iyice bilenmişti ve Castro’yu ortadan kaldırmak için CIA ajanlarını görevlendirdi.

Diğer yandan ülke içinde yapılan çalışmalar neticesinde okuryazarlık oranı yüzde 90’ın üzerine çıktı, eğitim olanakları yaygınlaştırıldı. Kaynakların, gelirlerin ve sağlık hizmetlerinin halka yansıtılmasında yeni yöntemler geliştirildi ve uygulandı. İşsizlik oranı mümkün olduğunca düşürüldü, herkese çalışma yükümlülüğü getirildi. Tüm bunların yanında yine de ekonomik güçlükler çekmekteydi ve Sovyetler’den ekonomik anlamda destek almaya başladı.

En zor anlarında dahi ABD’ye karşı tavrını hiç değiştirmeyen Küba, 1975 yılında Angola Kurtuluş Cephesi’ni desteklemek amacıyla Afrika’ya Kübalı askerler gönderdi.

İletişim teknolojilerinin gelişmesi ile insanlar daha dünyadaki gelişmelerden daha hızlı haber almaya başladılar. 1980’lerin sonlarında Sovyetler ve Doğu Avrupa’nın sosyalist ülkelerinin piyasa ekonomisine meyletmesine karşın, Küba Marksist-Leninist çizgiden uzaklaşmadı.

1989’da ordu komutanlarının karıştığı yolsuzlukların ortaya çıkarılması Küba yönetimini olumsuz yönde etkiledi. Bu sıralarda kendi iç sorunlarıyla uğraşan ve geçiş dönemindeki Sovyetlerden de destek kesilmiş, ticaret hacmi iyice küçülmüştü.

Buna karşın Küba pes etmedi. Ama Castro sağlık sorunları dolayısıyla artık ülke yönetiminde değil. Şu an kurulan sistem bir şekilde devam ediyor ama ciddi ekonomik sorunlar var. Ancak gözden kaçırılmaması gereken husus şudur, son yirmi yılda dünyada ekonomik sorun yaşamayan, dış borçlardan yakınmayan ülke yok denecek kadar az ve komünizmi düşleyen insanlarla yokluk yaşamak, para için her şeyini satabilecek –onurları dâhil- kapitalistlerin arasında yokluk çekmekten evladır.

Küba yüreğinde devrim ateşi yanan ama bunun yanında hayattan da keyif almayı ihmal edemeyen insanlar için hâlâ çok cazip ve hâlâ imrenilecek bir ülkedir.

Hindistan var bir de. Ama Ayşen gitmek başlığı altında yazmak istemiyor Hindistan’ı. Çünkü yalnızca gitmek istediği bir ülke değil Hindistan. Yalnızca bir süre yaşayıp arınmak istediği kısa süreli bir yurt da değil. Belki ölmek istediği yerdir, belki de kendisini bir mıknatıs gibi çeken aşkın baş şehridir, kendisine dahi itiraf edemese de. Bugüne değin tüm aşklarının süzülüp biriktiği zümrüt renkli bir gölün kıyısında küçük bir kulübe olmalı Hindistan Ayşen için.

Tek

Neyi paylaşamadığımızı biliyor mu kimse? Bir grup insan saf tutmuş tepede, şarkısı olmayan bir nakaratı tekrar edip duruyor mütemadiyen. Olanı biteni uzaktan izlemek ya da olanların farkında olmak seni aklar mı, ya bizi?

Sinsi mayınlarla dolu kana bulanmış topraklarda yaşıyoruz, kuzey güney, batı doğu hiç fark etmez. Ne için, kimin için bilmeden, maalesef yankıları ve izleri bizler doğmadan kaybolmuş.

Ne kadar kaçabilirsin peki? Ne kadar görmezden gelebilirsin?

Dikkatlice bakacak olursak, kişisel tarihimiz alçaklıklarla doldu daha şimdiden. Eyvallah pirim.

Hadi soyutla kendini -yalnızca kendini-. İç hesaplaşmalardan sıyrılmak için güvenli bir yol yok sana. Erteleyerek mi sürdürebiliyoruz acaba, neyi mi? Pes doğrusu. Aymazlık. Bir şairi yıllar sonra anlamak gibi bir şey değil bu.

Ya dilsizsin ya sağır. Düpedüz bir küçük burjuva refleksi.

Ölümü, işkenceyi, zalimliği kanıksadık ya, işte ne sevdan sevda, ne gülmelerin gülmek artık.

Cansız ama hacimli. İşlevsiz ama ürkütücü. Güzel ama faydasız. Renkli ama sessiz. Doldurulmuş kuşlar gibiyiz.

Şunu da iyice bilesin ki bu dünyada acı ve hüzün yakandan düşmez senin. Dur biraz dur bu bir bahane değil, yokmuş gibi yaparsın da o seni yine bulur. İşte “kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz” velhasıl.

Elif

Ayşen hafta sonu kitap üzerinde uzun bir süre çalıştıktan sonra biraz dinlenmek, belki de kafasını dağıtmak için bir kahve alıp haber sayfalarında gezinirken El Kaide ile bağlantılı El Şebab örgütünün Kenya’daki kanlı eylemini gördü ve her şeyi bir kenara bırakıp endişeyle haber takibine başladı.

2001 yılında 11 Eylül Salı günü sabah saat dokuzda iki uçağın New York’taki Dünya Ticaret Merkezi gökdelenlerine ve tam bir saat sonra saat onda bir diğerinin Washington DC’de Pentagon binasına çarptığı zaman üniversite öğrencisiydi. Bir kaç yıl sonra master yapmak için ABD’ye gitmeyi planlıyordu ve belki de o zamanlar sırf  bunun etkisiyle bu terör eylemiyle yakinen ilgilenmişti. Sonrasında bu işi kendisinde görev addetti ve özellikle radikal islamcı terör örgütlerinin eylemlerini hep yakından inceledi. Öyle ya kimlik belgesinde dini islam yazıyordu ve her şeye hazırlıklı olmalıyım diye düşünmesi hiç de garip değildi.

Ayşen’in böylesine canı yanmış halde olayı takip etmesinin bir nedeni de saldırı sırasında öldürülen kendi akranı Elif adında bir kadının olması. Bir gazetede şöyle bir özet verilmiş, “Kenya’nın başkenti Nairobi’de yüzlerce kişinin ölümüne yol açan Westgate Alışveriş Merkezi saldırısında hayatını kaybedenler arasında Hollanda doğumlu Türk asıllı 33 yaşındaki Elif Yavuz ve sevgilisi mimar Ross Langdon da bulunuyor. El Şebab militanlarının düzenlediği saldırıda ölen Elif Yavuz’un sekiz aylık hamile olduğu öğrenildi. Ülkede 3 gündür devam eden krizde militanlar halen rehinelerle birlikte alışveriş merkezinin içinde ve operasyonlar devam ediyor. Nairobi’ye buradaki hastaneleri ziyaret amaçlı gelen Harvard Üniversitesi mezunu Elif Yavuz sıtma uzmanıydı. Aynı zamanda halk sağlığı uzmanı olan Dr. Elif Yavuz’un, Bill ve Melinda Gates Vakfı’nın Kenya’daki faaliyetleri için çalıştığı ve geçtiğimiz günlerde eski ABD başkanı Bill Clinton ile buluştuğu öğrenildi.”

Elif son üç yılın büyük kısmını malarya, HIV ve AIDS konusunda yaptığı araştırmalar dolayısıyla Uganda’da geçirmiş. Ekimin ilk haftasında beklenen doğum için Uganda’ya nispeten daha güvenli olacağını düşündüğü Nayrobi’ye gelmiş ve ölüm olabilecek en trajik biçiminde hem on beş gün içinde doğacak bebeğini, hem kendisini, hem de bir AIDS kliniği yapımı için çalışan eşini bu dünyadan koparıp aldı.

Bu haksızlık diye mırıldandı Ayşen. Kendi yaptığı işler ile Elif’in yaptıklarını karşılaştırdı. Büyük sermaye sahibi bir şirket için çalışıyordu, mesaisinin her anında nasıl daha fazla kar edebiliriz baskısı vardı üzerlerinde doğal olarak, performansı düşerse kimse gözünün yaşına bakmazdı. Elif ve eşi ise yaşamlarının en güzel yıllarını Afrika’da yardıma muhtaç insanlara vakfetmişlerdi. Kendilerini gözünü kırpmadan öldüren adamların çocuklarının da saçma bir virüsten dolayı ölmemesi için çalışıyorlardı. O tetiği hangi psikoloji ile çektiklerini bilemesek de, gerçekten Elifi ve Ross’u tanımış olsalardı onların hangi dine mensup olduklarını sormazlardı bile. Keşke konuşabilselerdi.

Olayın duyulmasından bir kaç gün sonra internet sayfalarında dolaşan Ross’un Elif’e ölmeden az önce arkasından sarılmış fotoğrafı keşke bir film setinde çekilmiş olsaydı. Pek çok insan için bu trajik olay gerçekten televizyonda izledikleri bir dizi ya da sinema filminin heyecanlı bir sahnesi gibi algılandı kuşkusuz. Sürekli komplo teorileri yazanlar zaten bu olayın da bir mizansen olduğunu kulaktan kulağa anlatmaya başlamıştır. İnanın çok isterdim tüm bunların bir kurgu olmasını.

Westgate Alışveriş Merkezi’nde yalnızca Elif ve Ross acımasızca katledilmedi elbette. Basının olayın tradejisinden kaynaklı en çok üzerinde durduğu ve dolayısla da bizlerin mevcut iletişim ağımızla en kolay ulaşabildiğimiz onlar oldu. Oysa rengârenk vitrinler arasındaki parlak karo taşları üzerinden oluk oluk akan kana şahitlik edenler, saklandıkları yerden çıkamayıp birçok ölümü sessizce izlemek zorunda olanlar, insanların kucaklarında acı içinde kıvranan yaralılar, öldürülenlerin yakınları ve ellerindeki ölüm saçan silahları ile El Şebab üyeleri kalan hayatlarında bu kanlı kara büyünün etkisinden asla kurtulamayacaklar.

Diğer taraftan kapitalist, yayılmacı Batı ülkeleri için Afrika hâlâ sağılacak koyun, altın yumurtlayan bir tavuktur. Tüm madenleri ve yeraltı, yerüstü zenginlikleri zaten paylaşılmış olan bu insanlar silahlı çetelerin, geçici orduların, terör örgütlerinin zulümleri perişan olmuşlardır. Yine bu emperyalist ülkeler ve doymak bilmez dev şirketlerinin çok daha fazla silah satmak ve çok daha fazla sömürmek için kontrolü hiç bir zaman ellerinden bırakmamak adına sürekli kargaşayı tezgâhladıkları bu topraklarda, batıda yüzyıl önce yok olmuş virüsler insanları çocuk kadın demeden kırıp geçirmektedir.

Kurguladıkları bitmek bilmeyen iç savaşlar, yaydıkları virüsleriler bir yana sadece dini kullanarak dahi sağladıkları ayrıştırma, bölme ve düşmanlaştırma ile insanların başka bir itici güce ihtiyaç duymadan birbirlerini vahşice yok etmelerini kolaylaştırmışlardır.

Kara kıtada bu anlayışa dur demek isteyen güçler de elbette romantik yolları seçmeyeceklerdi. İşte tam da bu noktada çelişkiler iyice karmaşıklaşıyor, bu iş işin içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Elif mesela, Afrika’yı bu hale getiren batının eğitim tezgâhlarından geçmiş olmasına karşın, kişisel duyarlılığı ile yardım kurumlarında çalışmayı seçmiş gönüllü bir aktivist. Bir şeylerin yanlış olduğunu görüyor hatta görmekle de kalmıyor onu değiştirmek için elini taşın altına koyuyor. Ama çalışmaları için yine batının imkânlarını kullanması gerektiğini biliyor. Afrika’daki zulme ve sömürüye dur demek için başkaldıran bir genç kendisini yine batının kurguladığı ve yönlendirdiği bir silahlı güç örgütünün içinde bulabiliyor ve belki de gerçekten kendisi gibi masumca Afrika’nın kurtuluşunu hayal eden başka birçok insanın trajik bir biçimde ölümüne yol açıyor.

Batı’nın en başarılı olduğu operasyon tarzı bu. Yok etmek ya da bir şekilde kullanmak için bir hedef kitle belirle, acilen ona karşıt bir güç oluşmasını sağla, zaten varsa besle, olgunlaştır, ama gerginliği hep kararında tut, dilediğin zaman fitili ateşle ya da düğmeye bas ve elini sürmeden amacına ulaş.

Ayşen Latin Amerika’daki muazzam yok ediş ve sömürü ile ilgili pek çok kitap okumuştu ve tarihler farklı olsa da olayları birbirine yakın buluyordu. İşin en acı tarafı batı Latin Amerika’nın olan biten tüm kaynaklarını hukuksuz, zalimce ve kelimenin tam anlamıyla aşağılık bir biçimde çalarken, yine köle olarak tanımladıkları Afrikalı insanları kullanmıştır. Dillerini dahi bilmedikleri bu insanlar ne olduğunu dahi tam olarak anlamadan şiddet ve baskı ile öğretilen işleri ölene kadar yapmak durumda kalmışlar.

İki binli yıllarda İstanbul tersanelerindeki ölümler de çok farklı değil diye düşündü Ayşen. Değişen ne olmuş dünyada?

Bu içini karartan konuyu aklından çıkarmak istedi, kahveden daha etkili bir ilaca ihtiyacı vardı artık. Akşam bir yerlere gidip, bir kaç kadeh içmek için arkadaşlarını yokladı. Nitekim kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiç birimiz.

Bu olaydan bir kaç yıl önce Johannesburg’a gitmişti Ayşen. 1990 yılında devlet başkanı De Klerk tarafından koşulsuz olarak serbest bırakılan anti-apartheid aktivisti Nelson Mandela’nın özgürlüğüne kavuşmasından sonra köleliğin de kâğıt üzerinde kalktığını kabul edebiliriz. Tabi özellikle polis güçlerinin yılar boyunca apartheid’ın devamı için otorite tarafından kullanıldığı düşünülürse, polisin bu yeni koşullara intibakı öyle kolay olmamıştır. Hatta beyaz polisler uzunca bir süre apartheid’in kaldırılmasını kabullenememişler, ayrıca belirtmek gerekirse yapılan samimi konuşmalarda biraz içki ile kolayca çözülen bir çok beyaz insanın da halen kafasında apartheid’ı ya da bizim dilimizde söylersek ırk ayrımcılığı sistemini yaşadığı kesin.

Ülke siyasi yönetimi siyahîlerin elindeydi uzunca bir süredir ancak tüm ticaret ve sanayi yani para beyazların elindedir. Yol, inşaat işçileri, temizlik işçileri, garsonlar, tezgâhtarlar arasında beyaza rastlamak mümkün değil.

Restoranın tuvaletini temizleyen kadının yanlışlıkla omzuna çarptıktan sonraki abartılı özürlerini ilk önce anlayamamış fakat sonrasında siyahî çalışanların beyazlara karşı bu boyun eğmiş tavırlarının geçmişteki ırkçı geleneğin hâlâ silinememiş kalıntıları olduğunu anlayıp, tüm keyfi bir anda kaçmıştı. Bu ülkede beyaz olduğu için utanmıştı Ayşen, her yerde bu utancın kaynağının izleri vardı.

Korunaklı alanlar, yüksek güvenlik duvarları ardında yaşanan dışarısı ile çok çok farklı hayatları görmek için dikkatli biri olmanıza gerek yok. Her şey alenen ortadadır.

Yol kenarında el yapımı hediyelik eşyalar satan geniş bir pazarda tanıştığı genç satıcıların neredeyse tamamı diğer Afrika ülkelerinden iş bulma ümidiyle Johannesburg’a gelmişler. Güney Afrika değerli madenleri özellikle altın, gümüş, bakır, elmas ve kömür ile, sanayisi ile, safari turizmiyle, kumarhaneleri ile dünyanın sayılı ülkeleri arasında yer alıyor. Ama bu zenginlik halka maalesef yansıtılamıyor. Aynı hikâye, biliyorsunuz, tekrar tekrar anlatmaya gerek yok.

İşte derileri, dişleri ya da eti için sınırsızca katledilen hayvanlardan tutun da, sokak ortasında acımasızca vurulan insanlar, madenlerde toplu ölüme sürüklenen işçiler, artık neredeyse HIV virüsü ile birlikte doğan seks kölesi kadınlara kadar sadece ve sadece beyaz adama ve onun işbirlikçilerine adanan, onlar için umarsızca harcanan bir kıtanın çocuklarını nasıl suçlayabiliriz, ne ile yargılayabiliriz?

Ben bunları yazarken veya sizler okurken de geçerlidir bu söylediklerim, etrafınızda bir yerlerde şimdi, az önce ya da az sonra bir “kara, sarı, beyaz veya her ne renkteyse işte” derili bir çocuğun eline namlusuna mermi sürülmüş bir silah, pimi çekilmiş bir el bombası, gömülecek bir mayın tutuşturmuşlardır. Ya da az ötenizde bir gencin gözüne biber gazı kapsülü isabet etmiştir, arkadaşının kafatası parçalanmıştır. Ya da mayına basmıştır on yedisinde bir delikanlı sınırdan sigara geçirirken.  Ya da işkence sırasında kalbi durmuştur bir devrimcinin. Metro’da bir ses bombası patlamıştır. Ya da sarin gazı yayılmıştır ismi olmayan bir sokakta, evlerde dükkânlarda. Ya da polis tarafından vurulan on dört yaşında bir çocuk hâlâ uyanamamıştır, makineye bağlanmıştır,  bir özür bile çok görülmüştür anasından.

Öldürmek için ne kadar da çok nedeni var insanların, ölümü haklı göstermek için de, vicdanını temize çıkartmak için de öyle. Çoğunluk birilerinin çizdiği saçma sınırları, ülkesini, vatanını korumak için, kimi dini, peygamberi,  Allah’ı için, kimi onuru için, sevdiği için, daha çok para için, petrol için, su için, özgürlüğü için öldürüyor da öldürüyor. Kiminin bir sebebi yok, öldürülmemek için, yaşamak için öldür diyorlar öldürüyor. İsterik bir duruma dönüşüyor bu öldürme eylemi. Başlayınca duramıyorlar, tutkulu bir uğraş bu.

Biri de çıkıp ben sadece kendim için, zevk için, hoşlandığım için öldürüyorum demiyor. Bir çocuğun başını okşayamadığını ya da sevdiğinin dudaklarına bir buse konduramadığını diyemediği gibi.

İşte bak en kolayı bu, hep bir suç var, hep bir suçlu var, hep bir düşman var.

Diğer yandan elbette asıl amaç sırf öldürmek olmamalı, bir insanı öldürmek hiçbir şeyi yoluna koymayacağı gibi hiçbir şey de kazandırmıyor.  Acıtmak olmalı, yoksunluğu her neyse işte onun boşluğunu doldurmak için daha çok acıtmak, daha çok kanatmak.

Çözümsüzlüğe, acılara, imkânsızı düşlemeye, umuda, yokluğa mahkûm edilmiş, sahip oldukları her şey tek tek ellerinden zorla alınmış, bizlerin hep uzağındaki sıra dışı pek çok insanın öldürmekten ya da ölmekten başka seçeneği yoktur bu dünyada. Başka bir yol olsaydı inanın bunu bulurlardı.

Mesela Sub-comandante Marcos’un şu sözleri içerden bakan bir gözün en açık seçik gördüğüdür.

“Zapatizm toplumsal bir harekettir ve silahlı isyan hareketleri örneğinde, kazanan ya da kaybeden değil, direnen olmak gerekir. Bugün önemli olan şey, çatışmaya bir çözüm bulmaktır ve biz herkesten şunu istiyoruz; kaybetmemize yardım edin.

Biz bu ülkeye yeni bir istiklal marşı vermek istemiyoruz, ezbere bildiğimiz bozgunlar listesine eklenecek yeni bir kahraman daha vermek istemiyoruz. Bu anlamda artık ölüme eğilim duymuyoruz. Bir asker –elbette ben de onlardan biriyim- kesinlikle saçma ve irrasyonel biridir; çünkü ikna etmek için silaha sarılma olanağı vardır. Sonuçta bir asker emir verdiğinde silahlarının gücüyle ikna eder. Bu nedenle bizce, kendimizi ayırmadan biz de dahil, askerler asla yönetmemelidir; çünkü kendi fikirlerine değer kazandırmak için silaha başvuranların fikri kıttır. Bizce silahlı hareketler, her ne kadar devrimci olsalar da esasen keyfi hareketlerdir. Her koşulda, silahlı hareketlerin yapması gereken şey sorunu ortaya koymak, sonra da bir kenara çekilmektir”.

Vietnam savaşında daha fazla ölmemek için gözü kapalı ölüme giden askerlerin kumandanı General Vo Nguyen Giap’ın ABD tarafından bunca insanın ölümünün sorumlusu olarak gösterildiği bir dünyada yaşıyoruz. ABD Vietnam’da ne işi olduğunu açıklamak yerine, devrimci eylemlerden fırsat buldukça ekonomi ve hukuk tahsilini tamamlamış, sonra bir süre de öğretmenlik ve gazetecilik yapmış, bu arada herhangi bir askeri eğitim almamış olan ve ABD’yi dize getiren komutan ünvanı ile 2013 Ekim ayında 102 yaşında ölen Giap ile uğraşarak, ayıplarının gün yüzüne çıkmasını engellemeye çalışmaktadır. Ama nafile, resmi tarih hep yalan söylese de biz biliyoruz ve anlıyoruz artık. Kim masum, kim katil? Kim daha çok masum, kim daha çok katil? Kim daha az masum, kim daha az katil?

Paris’in çok kibar efendileri pek değerli sömürgelerinin neden rahat durmadığını hâlâ anlamış değildir. Yüzbinlerce insanın ölümüne sebep olmanın yarattığı bir vicdan azabı var mı? Sanmıyorum, onlar da ülkelerinden binlerce kilometre uzağa insan sevgisiyle dolup taşarak demokrasi götürmek istemişler sadece. Bu ulvi maksat için dökülen kan da kutsal olmalı.

Bu tüm dünyayı neşe ve mutluluğa boğmak isteyen sevimli ülke Avrupa’nın göbeğinde sonrası ne olacak diye düşünmeden kurduğu onlarca nükleer santralın işletme ömürleri dolduğunda nasıl güvenli bir biçimde kapatacağının ve sökeceğinin hesabını vermeli. En azından kendi halkı bunu hak ediyor olmalı. Yıllardır nükleer atıklarını gerçekte nasıl bertaraf ettiğini bir şekilde gizleyebilen bu ülkenin günahları halen su yüzüne çıkmadı ama çıkacaktır. Dünyanın bir yerlerinde nedensiz ölüyor sandığımız insanların, grip gibi olağan karşılanan kanser hastalığının kaynağını nedense halen bulamıyoruz.

Hiroşima ve Nagasaki’ye atom bombası atıldıktan sonra ölen, yıllarca da ölmeye devam eden o kayıp nesillerin torunları, aslında bomba o kadar da büyük zarar vermemiş diyebiliyorsa, bugün pek çok Japon gencinin en büyük hayali ABD’ye gitmek ve orada yaşamaksa, bu ancak o insanlık için utanç dolu trajedinin hiç hatırlanmamak üzere unutulmasının istenmesiyle alakalıdır. Hiç hatırlanmamak üzere unutmalı mı, yoksa tekrar etmemesi için Ergün hatırlatmalı mı? Bu gerçekten nerede olduğunuza ya da nereden baktığımıza göre çok haklı dayanaklarla iki seçeneğin de doğru kabul edilebileceği bir soru. Deprem sonrasında yaşadığı travmayı atlatamamış bir insana, her gün depremi hatırlatırsanız onu ölmekten beter edersiniz. Bu da böyle bir şey olmalı.

İşte siz de çok iyi biliyorsunuz ki neden çok ölmek için, öldürmek için de.

Anna

Ayşen gazetede Putin’in doğum günü haberini gördü. Yedi yıl önce 2006 yılı Ekim ayının yedisinde Putin’in 56. yaşını kutlayacağı gün idealist kadın gazeteci ve insan hakları aktivisti Anna Politkovskaya’nın oturduğu apartmanın asansörüne binerken biri başından olmak üzere dört kurşunla öldürüldüğünü acıyla hatırladı. Ne tesadüf ama diye geçirdi içinden, acaba bir doğum günü hediyesi miydi? Kim bilir?

Anna bir gazeteciydi sadece. Kendi deyişiyle hekimler hastaları iyileştirir, şarkıcılar şarkı söyler, gazeteciler ise gördüklerini, olanı biteni açıkça ve saptırmadan yazarlardı. Söylediği gibi de yapmıştı her zaman. Bir gazetecinin koskoca Rusya’ya nasıl bir zararı dokunabilirdi? Demek ki dokunabiliyormuş, demek ki öldürülmesi gerekiyormuş diyebilir miyiz? Elbette hayır. Elbette hiçbir insan ya da kurum böylesine adice bir cinayeti ben ya da biz organize ettik demedi.

Putin, klasik devlet adamı şapkası ile ilk üç gün cinayetle ilgili tek bir açıklama yapmadı. Almanya ziyareti için yola çıktığında Alman gazetesi Süddeutsche Zeitung’a hükümetin, suikastı düzenleyenleri adalet önüne getirmek için gereken her şeyin yapacağını söyledi. Ancak Anna’nın Rusya’da herhangi bir etkisinin olmadığını ve öldürülmesinin kendilerine -yaptığı haberlerden daha çok- zarar verdiğini söyledi. Aslında açıkça söylemek istediği, hem Rusya hem de Çeçenistan için Anna önemsiz bir ayrıntıdır ve bundan dolayı Anna’yı öldürmemiz için bir neden yoktur. Tabi bu açıklamalar hiç tatmin edici değildi. İşin aslı Rusya kontrolüne girmiş olan yeni Çeçen yönetimi ve Rus gizli istihbaratı tarafından defalarca tecavüzle ve ölümle tehdit edilmişti.

Ailesi Ukraynalı Anna Birleşmiş Milletlerde diplomat olan babasının görevi sırasında Newyork’da doğmuştu. 1980 yılında Moskova Devlet Üniversitesinden gazeteci olarak mezun oldu. Çocukluğunu saymazsak bir iki haftalık seyahatler dışında yurt dışında pek bulunmadı. Düşündükleri, söyledikleri ve yazdıklarından dolayı hayatı tehdit altındayken dahi ABD pasaportunu kullanmayı hiç düşünmedi Anna. Sırasıyla 1982 ila 1993 yılları arasında Izvestia’da, 1994 ila 1999 arasında Obshchaya Gazeta’da ve sonrasında öldürüldüğü güne kadar Novaya Gazeta’da muhalif kimliği hep öne çıkarak çalışmıştı.

Özellikle “Kirli Savaş” olarak adlandırdığı -bu isimle 2001 yılında bir kitap da yayımlamıştı- Çeçen isyancılara karşı Putin’in önderliğindeki Rus Hükümetinin müdahalelerini oldukça sert bir dille eleştirmişti. Bu minvalde iki kitap daha yazdı. Bu arada bölgedeki hastanelere, mülteci kamplarına ziyaretlerde bulundu, bölgenin kadınlarıyla sık sık bir araya geldi, olaylarla ilgili olduğunu düşündüğü memurlar, askerler ve polislerle de mümkün olduğunca görüşmeler yapmıştı. Sadece Çeçenistan ile ilgili değil, tüm Kuzey Kafkaslarda yaşanan kaçırılma olayları, sistemli işkenceler, cinayetler, sivillere karşı yapılan silahlı eylemlerle yakinen ilgilenmiş ve bu konularda makaleler ve raporlar yazmıştı.

2002 yılında Çeçen ayaklanmacılar Moskova’nın Dubrovka Tiyatrosunda dokuz yüzden fazla kişiyi rehin aldıklarında Novaya Gazeta vasıtasıyla Anna’nın arabuluculuk yapmasını istemişlerdi. O sırada bir ödül töreni için Californiya’da bulunan Anna, oğlunun kendisini gelmemesi konusunda ikna etmeye çalışmasına karşın, bulabildiği ilk uçakla Moskova’ya geri döndü. Ancak yaptığı görüşmeler ve daha fazla sayıda rehinenin serbest bırakılması talebi maalesef netice vermedi. Çeçen eylemciler Rus askerlerinin Çeçenistan’dan çekilmesini talep ediyordu. Ne Çeçen eylemciler ne de Rus hükümeti geri adım atmadı. 26 Ekim sabahı güvenlik güçleri binaya gaz ile saldırdı. Eylemciler ve rehinelerden oluşan 125 kişi gazın tesiri ile öldü.

2004 yılında Kuzey Osetya’daki bir okulda bulunan binin üzerindeki rehineyle yapılacak görüşmelere yardım için giderken uçakta içtiği çaydan sonra komaya girdi ve günlerce zorlu bir yaşam mücadelesi verdi. Açıkça zehirlenmişti Anna ama tekrar hayata tutunmayı başardı.

2012 Aralık ayında Dmitry Pavliutchenkov adında eski bir polis memuru Anna’yı öldürmek suçundan on bir yıl ceza aldı ve olay kapatıldı. İleri demokrasi ve muhteşem adalet mekanizmaları dünyanın her yerinde muktedirlerin imdadına yetişmiştir. Anna’nın özellikle takipçisi olduğu insan hakları ihlalleri ve cinayetler ile ilgili aynı dönemde pek çok insan açıkça kurban edilmesine karşın, maalesef bu tür sözde resmi ve legal organize güç odakları ile nasıl mücadele edileceğini bilemeyen –ki bu hiç de kolay değildir- halktan da yeterli tepki gelmeyince hepsi halının altına süpürülmüştür.

Hrant Dink’ten 4 yıl sonra doğmuştu ama Hrant Dink’in ölümünden 3 ay önce öldürüldü. Elbette aynı tarih aralığında pek çok idealist gazeteci, doktor, avukat, mühendis, tekniker, usta, kalfa,  işçi ya da işsiz insan benzer şekilde öldürülmüştür. Çok öncesinde de bu böyleydi, hâlâ böyle, gelecekte de böyle olacak.

İnsanlar düşündüklerini -sesli olarak- ifade etmenin bedelini hayatları ile öderler demişti Anna ölmeden sadece on bir ay önce. Evet en modern topluluklarda dahi ifade özgürlüğü halen en ağır suç ve bu bedeli ödemeyi göze alan nispeten az sayıda da olsa idealist insanlar hâlâ var ve umalım ki hep olsun.

Aleksander

Bir şehir kaç kez yıkılıp, kaç kez yeniden kurulabilir? Bir çok kez elbette.

Ya o şehrin insanları?

Moldova’nın başkenti Kişinev ya da orijinal yazılışı ile Chișinău, geçmişte Saint Petersburg, Moskova, Odessa ve Riga’dan sonra Rus İmparatorluğu’nun beşinci büyük şehriydi ya da beş büyük şehrinden biriydi. Ama şehrin tarihi sadece Ruslarla ilişkili değil. Hatta çok öncesi ve sonrası var.

  1. yüzyılda Osmanlı imparatorluğunun sınırlarına dahil olmuş ve Bogdan eyaleti olarak 300 yıl Osmanlı yönetimi altında kalmış. 1812 yılında Rusların hâkimiyetine girmiş ve 1918 yılında Moldova’nın bir kısmı bu kez Romanya’nın egemenliğine geçmiş. 1944 yılında Sovyet kontrolüne girmeden bir kaç kez daha yönetimde git Galler yaşanmış. Aynı yıllarda Romanya ile ilişikleri tamamen kesilmiş ve Kiril alfabesine geçilmiş, Ukrayna ve Rusya’nın diğer endüstri bölgelerine göçler desteklenmiş, ayrıca bir çok etnik Romen Orta Asya’ya göç etmek zorunda bırakılmış. 1991 yılı Ağustos ayının 27’sinde bağımsızlığını ilan etmesine karşın, hâlâ Romanya, Ukrayna ve Rusya’nın siyasi ve ekonomik baskısı altında yaşam mücadelesi vermektedir.

Çarlık Dönemi Rusya Orduları, Romanya Orduları, Hitler’in Nazi Orduları ve Stalin döneminde Kızıl Ordu tarafından defalarca yakılıp yıkılmış bu şehir. Çok daha önceleri Osmanlı hâkimiyetine geçiş döneminde de kayda geçmemi pek çok yıkım olması muhtemel.

Kaldırıma bitişik kahverengi ahşap gövdeli ve üzerinde küçük bir sundurması olan eski ve etkileyici kapıdan geçip giriş kattan bir kaç basamak inerek ulaştığımız küçük restoran loş hatta karanlık sayılabilir. Bir mum ile yaklaşıyor kırmızı yanaklı, mavi gözlü, sanki folklor festivalinden henüz dönmüş ve beyaz kalın kumaş üzerinde yerel işlemeleri olan elbisesini, belindeki kırmızı kuşağını ve sırtındaki kısa rengârenk yeleğini henüz değiştirme fırsatı bulamamış sarışın bir kadın, gülümseyerek selamlıyor herkesi tek tek.

Mum ışığı ile daha da aydınlanan duvarların düzgün kesilmiş iri taşlardan oluştuğu ortaya çıkıyor, zemin desenli karolarla döşenmiş,  içerisi eski bir mahzeni anımsatıyor, masalar büyük ve yekpare ağaçtan kesilmiş, sandalyeler ahşap ve içeride bir şömine var odayı kızıla boyayan. Tavan yer yer ahşap ile kaplanmış, kalan kısımlara çeşitli figürler çizilmiş ve rengârenk boyanmış, loş ışık tüm kusurları örtüyor. Mekân eşi benzeri olmayan dünyamıza hoş geldiniz diyor adeta müşterilerine.

Celal ile bir arkadaşı daha var İstanbul’dan, bir kişi Sofya’dan, diğer iki kişi Kişinev’den, kentin yerlileri, şehrin önemli bir kamu tesisinin üst düzey iki yöneticisi.

Rusça yüksek sesli dönen muhabbet ingilizce’ye dönünce biraz daha sessizleşiyor ve aslında her ikisinde de anlama oranı çok yüksek değil. Arada önemli olduğu düşünülen bir konu geçerse, tercüme ediyorlar. Restoranda hafif bir müzik var, masaların hepsi dolu, bu hafif müzik eşliğinde insanların kahkahaları, çatal bıçak sesleri, şarap kadehlerinin çınlaması ile doluyor mekân.

Kışın mutlaka çorba ile başlanmalı akşam yemeğine ve bu bölgede çorbaların gerçekten hakkını veriyorlar. Masaya sürekli bir şeyler taşınıyor, çeşitli ekmekler, tereyağı, zeytin ve pek çok meze. Avrupa’dan çok farklı burası ama Anadolu’yla çok kesişen bir mutfakları var. Domates soslu patlıcan, kabak ve biber kızartması da gelince mutlaka bir etkileşim olduğu konusunda hemfikir oluyorlar.

Pek çok meze ile o güzelim ekmekleri öğüten koca adamlar, ana yemek olarak tavşan yahnisi söylediler. Celal de denemeye inanan bir kişi olarak diğerlerine uydu. Yedikleri her şey çok lezzetliydi, tabi mekânın etkisini de yadsımamak lazım bu lezzetlerde.

Şarap çok önemli bu bölgede. Pek çok eski maden şarap yapım tesisine ve mahzenine dönüştürülmüş. Yeraltında ek bir tesis kurmaya gerek kalmadan -sıcaklığı ve nem değeri yaz kış sabit ve şarap için ideal derecede olması dolayısıyla- şaraplarını depoluyorlar. Tüm Rusya’da meşhur pek çok şarabı var bölgenin ama diğer ülkelerde pek rastlamışlığım yok, sadece gelen turistler alıp götürüyor.  Anlattıklarına göre yer altında 200 km’den daha uzun bir mahzenleri var ve bunun yaklaşık 60 km’sini aktif olarak kullanıyorlarmış.

Şaraplarından bahsederken öyle gururlanıyorlar ki, kadehinizi hemen bitirip yenisini doldurmak istiyorsunuz. Ertesi gün mesai bitiminde bizi bahsettikleri yeraltı deposuna götüreceklerini söylediler. Her ne kadar zahmet etmeyin, sizlerin zamanını çalmak istemeyiz desek de ısrar ettiler. İnsanların bu sıcaklığı ya da erkek egemen iş dünyasındaki bu tek cinsiyetli yemekler, sohbetler biraz biçimsiz dursa da bir kenarda, aslında bu insanların ancak böyle anlarda eşlerinden izin alabildiklerini ya da çalıştıkları kurumların ancak bu çeşit çok uluslu toplantılarda organizasyonun maliyetini karşıladığını ve bu anların onlar için sene de bir kaç günden ibaret olduğunu anlıyoruz.

Celal üç gün kaldığı Kişinev ile ilgili pek çok kısa notlar almış. Ancak bu Kişinev notları şehrin kendisinden ziyade, şehrin kaderinden etkilenen ve doğduğu günden beri kendi dışındaki siyasi ve askeri müdahalelerle hayatına bir şekilde yön verilen altmışlı yaşlarını aşmış bir mühendis ile ilgili. Devlet memuru bir teknik insan, hem bürokrasinin insan ömrünü yiyip bitirdiği bir bölgede, hem de üç tarafını çevreleyen ülkelerin türlü oyunlarına karşı bitmeyen hayatta kalma savaşı veren bir ülkede.

Aleksander uzun boylu, belinden itibaren hafifçe öne eğilerek yürüyen, düzgün kesilmiş kır saçları ve çok konuşmasa da tok sesiyle ortamda dikkat çeken, artık emeklilik yaşı geldiği halde yurt dışında okuyan kızının okul masraflarını karşılayabilmek için işini bırakamayan, çevresinde oldukça saygı gören bir insan. Çoğu zaman anlatılanları can kulağıyla dinlemesi, akabinde iki üç küçük cümle ile ne anladığını özetlemesi tüm etrafındaki insanları rahatlatıyor, stresini azaltıyor ve bundan sonra yapılması gerekenleri maddeleyerek işin tamamlanması adına adeta güven telkin ediyor.

İş bir şekilde her zaman olduğu gibi oldukça yavaş gelişiyor. Eski bir tesisin rehabilitasyonu yaptırılmak isteniyor. Ancak ödenek yok, bütçe yok. Bu nedenle paralı bir yatırımcı arayışı var, yatırımcı parayı koyup tesisi yenileyecek ve makul bir kar elde edene kadar tesisin satış gelirlerini alacak. İlk anda bölgedeki tüm diğer işlerde olduğu gibi kulağa çok hoş geliyor.

Bulgar ortaklar yatırımcıyı getirecek, Celal’in çalıştığı şirket teknik işlerin sorumluluğunu üstlenecek. Tüm tarafların kazanacağı bir iş bu, hatta bölgede yaşayan halk için de aynı durum geçerli. Daha verimli bir tesis kurulacağından daha az emisyon salınımı olacak, modernize edilen tesis bakımlar dolayısıyla çok daha az devre dışı kalacak.

Tüm göstergeler olumlu, zaten Aleksander işin başında, kimse de en ufak bir tereddüt yok. Tesis geziliyor, teknik inceleme yapılıyor, yeni tesiste kullanılabilecek mevcut yardımcı donanımlar belirleniyor, yeni tesis yerleşimi için ölçüler alınıyor. Bir sonraki görüşmede yatırımcı ile masaya oturulacak ve ayrıntılar belirlenecek.

Celal döndüğünde diğer arkadaşları ile edindiği izlenimleri, topladığı verileri ve belgeleri paylaşıyor. Bir tekno-ekonomik yapılabilirlik raporu hazırlıyorlar. Tesiste kullanılacak ana makine ve teçhizatın ayrıntılarını belirleyip, imalatçı firmalarla iletişime geçiyorlar.

Fakat, Bulgar iş ortaklarından yatırımcıya ilişkin beklenen haber bir türlü gelmiyor, haftalar, aylar geçiyor ve proje unutuluyor.

Ama Celal için durum biraz daha farklı. Bu ziyaretin konusu projenin gerçekleşme olasılığı bölgenin karakterinden dolayı zaten oldukça düşük, bu herkes tarafından biliniyor. Bu hikâyenin bilinmeyeni Kişinev ve Aleksander. Celal İstanbul’a döndükten bir süre sonra bu ziyaretten aldığı esinle “kent ve kentin insanı” üzerine değerlendirmeler, fikir yürütmeler yapıyor, kısa yazılar yazmaya başlıyor.

Ancak kendini o kente ait hisseden insanlar elli yıl da geçse, yüz yıl da geçse o kentin başına gelen kötü olaylardan, yıkımlardan, zulümlerden bahsederken, gerçekten o gün yaşayanlar gibi acı duyar, tıpkı Aleksander gibi. Stalin ve Hitler’den konu açıldığında yüzünü buruşturuyor gayri ihtiyari. Birileri hep uzak bir yerlerde bir takım hedefler belirleyip, adaletsiz planlar uygulama koyuyor ve tüm dileği sadece yaşamak, hayatta kalmak, aşık olmak, sevişmek, yemek yemek, kitap okumak, çalışmak ve bunlar gibi mütevazi talepleri olan insanları ve onların mekânlarını yerle yeksan ediyor.

Celal açıkça kent’ine benzeyen insanları o kentte –farkında olmadan- yaşayan diğer insanlardan ayırıyor. Ötekileştirme değil bu. Bir nevi kutsuyor.

Aleksander doğduğu günden beri yaşama çabası içinde didinmiş durmuş bir adamdır Kişinev’de. Gençliğinde defalarca Moskova’ya ve lise yıllarında yaz kampları için Varna’ya gidişlerini saymazsak, aslen Kişinev dışında bildiği bir şehir de yoktur. Köy, kasaba karışımı bir yerde dünyaya gelmiş ve ailesinin de baskısıyla tüm yoksulluğa ve yokluğa karşın, aşırı disiplin ve kuralların hakim olduğu bir eğitim programını tamamlamış. Parlak bir mühendislik öğrencisi iken hayran olduğu Moskova’da okumak ve hatta çalışmak imkânı olmasına karşın, o hep Kişinev’i istemiş. Bırakamamış şehrini, bu öyle körü körüne ya da gençlik korkularıyla verilmiş bir karar değil, bilakis bizzat düşünerek, tartarak aldığı bir kararmış.

Şimdi kızının akademik programının tamamlanmasını bekliyor. Eşi akciğer kanseri ile mücadele ederken, üç yıl önce ölümüne bir kaç gün kala, kızının mutlaka üniversiteyi bitirmesi ve bir kaç yıllığına yurt dışına gönderilmesi konusunda Aleksander’a söz verdirmiş. Aleksander yıllarca ağır koşullarda çalışan emektar karısını çok özlüyor, ama hastalık döneminde çektiği acıları düşündüğünde, ölümünü onun kurtuluşu olarak da değerlendiriyor.

Zavallı kadın tek çocuğu kızının üzerine titremiş yıllarca. Okuldan geldiğinde onu karşılayamamanın, ona yeterince zaman ayıramamanın sıkıntısını çekmiş yıllarca. Kendisi gibi olmasın istemiş. Hoş kendisi de kimya mühendisidir ama o kızının daha enternasyonal olmasını istemiş, bu ülkeye ve bu şehre takılıp kalmaması gerektiğini düşünmüş.

Ülke ekonomisinin durumu dolayısıyla Moldova’lı kadınların yıllardır neler çektiklerini kime nasıl anlatabilirsiniz. O yol kenarlarında bekleyen çocuk yaşta kadınlar, gece kulüplerinin kapılarında kürklerine sarılmış hep gülmek ve hoş görünmek zorunda olan kadınlar, kaçak işçi, garsonluk, aşçılık, seks işçiliği, temizlik, çocuk bakımı, hasta bakımı gibi işler için evini, yurdunu terk etmek zorunda olan kadınlar. Otel kapılarında polisin topladığı genç kadınların dramı sadece yakalanmak mı sanırsınız, değil elbette. Evde bakıma muhtaç yaşlı anneleri, küçük çocukları, alkolik babaları, ev kirası, bazen bir ayakkabı, blue jean, kaban parası ya da bazen sadece üniversitede okuyabilmek için gerekli paradan olmaları demek bir süre.

İşte Aleksander’ın eşi bir türlü kabullenemediği, isyan ettiği, bu olan bitenin kader olmadığını ve kızının da buna boyun eğmemesi için ne gerekirse yapılması gerektiğini Aleksander’a yıllarca işlemiş.

Bu insanlar ne kadar iyi niyetli ise bu coğrafyaya gelen kişilerin büyük çoğunluğu da bir o kadar kötü niyetlidir. Hafta sonu arkadaşları ile eğlenmeye giden bir grup genç kadın dışarıdan gelen bir erkek için, -bu amerikalı, italyan, türk, bulgar, alman ya da bir başkası olabilir, çok da fark etmiyor-, savunmasız bir avdır. Para, pahalı içkiler, kaliteli müzikler, şovlar ve lüks kulüplerin kapılarının sonuna kadar açılması bu gençler için bir geceliğine de olsa cennete gitmek gibidir. İşte bu sefil avcıların amaçları eğlenmek değil de, evlerinden ve zincirlerinden uzakta olunca beyinlerini donduran bin türlü sapkınlığın tatmin edilmesi ve doyurulması olunca iş çığrından çıkmaktadır.

Bu genç insanlar kendi istediklerinden değil de, bir başkası tarafından talep edildiği için seviştikleri sürece sorun vardır. Kimse kimseyi bir Cumartesi gecesi dans etmeye gitmemeye zorlayamaz elbette, ama bu şehirlerin yükünü sırtlayan insanların çocuklarının da paralı zevk düşkünlerine meze olması kabul edilebilir bir şey değildir.

Celal döndüğünde kendisine bıyık altından gülen arkadaşlarını görmezden gelmiş, ısrarcı olanlara da bir kaç laf edip konuyu kapatmıştır. Bu konuları konuşmanın kimseye bir faydası olmadığını düşündüğünden, insanların ekonomik sıkıntıları üzerinden fayda sağlamanın kendisini oldukça üzdüğünü, bu gördüklerinin kendisini tüm bu tüketmek üzerine kurulu hayat biçiminden iyice soğuttuğunu, bu konuda herkesin empati yapması gerektiğini bir çırpıda söyledi.

İşte Aleksander en azından kendi kızını bu çevrimin dışında tuttuğunu düşünüyor. Kızının ekonomik olarak ayaklarının üzerine sağlam bir şekilde basması yeterli Aleksander için, bu hem kendisini hem de kızını daha da özgürleştiriyor.

Aleksander Celal’e bir ara yaklaşıyor iyice ve sessizce şöyle söylüyor; aslına bakarsan bu kentten bir süre uzaklaşma ihtiyacı duyuyorum bir kaç yıldır, baktığım, dokunduğum, kokladığım her şey bana ölümü hatırlatıyor artık, bu yüzden emekli olunca Hindistan’a gidip bir süre buralara dönmemeyi planlıyorum.

Celal, Aleksander’ı bu kararından dolayı tebrik ediyor ve mutlaka yapmalısın diyor. Kim bilir belki gittiğin yerde de karşılaşırız.

Sokak

Gözümdeki perdelerden birinin kalktığı yer sokaktır diye yazmış Celal, bu yüzden de bu kadar sevdalıyım sokaklara diye de eklemeyi ihmal etmemiş.

Şimdi Mahir biri gelip perdesini kapatmamış ise, pencereden o da ancak belli bir açıyla seyredebiliyor sokağı, gelip geçen araçları, insanları, kedileri, köpekleri, kuşları. Celal bunu hiç bir zaman bilemeyecek tabi, belki böylesi daha iyi. İnsan bir dostunu, arkadaşını, sevdiğini bu şekilde görmemeli.

Mahir için ise sokak; sabırsız okul servisleri, zamansız korna sesleri, bakkalın kepenk şangırtısı,  sabah sabah afyonu patlamamış ev hanımı annesinin kendi kendine söylenirken o küçücük ellerini kızartana kadar sıktığı afacanın bir türlü yatırılamayan tepesindeki bir tutam saç, yalnız ve hep vaktinde servis aracını bekleyen saçları iki yandan sıkıca bağlanmış kız, ıslık çalarak apartmandan neredeyse koşturarak çıkan sinek kaydı tıraşlı tekinsiz ama mutlu adam, siyah eteği ve topuklu ayakkabılarıyla bir reklam filminden sahneyi her sabah tekrar eden ince bilekli zarif iki bacak, gazete, süt ve ekmek için bakkala sepet sarkıtan bezgin emekli –Sait, para sepetin içinde-, pencerede dans eden kırmızı kurdeleli şişman sarı beyaz kedi, köpeğini dolaştırdığını zannettiği güzel yüzlü kız, gece yarısından sonra kahkahalarını duyduğu translar, bozacının haykırışı, sarhoşların allahına kadar giden gece yarısı küfürleri, bitirimlerin racon icabı naraları, pizza, su ve posta dağıtan gürültülü motosikletler, çöp kamyonlarının sıkıştırıp kırdığı eşyalar gibi Mahir’in küçük sahnesi ile kesişen oyunların tiyatrosu olmalı.

Bazıları sadece ses, bazıları sadece görüntü. Bir de duvarların ardında olanlar var tabi, ama onlara hiç girmeyelim.

Mahir pencere önündeki saksıların tümünü kaldırtmıştı. Tabi bunu evdekilerin anlaması öyle kolay olmadı tahmin edeceğiniz gibi. Bir gün tuhaflık, huzursuzluk ve hoşnutsuzluk fark ettiler Mahir’in davranışlarında, gittikçe sinirlenmeye de başlamıştı. Sürekli o mu bu mu diye sorup duruyorlardı, ama bir türlü çözemediler sıkıntıyı. Saksılardan hiç şüphelenmediler normal olarak. Berfin ancak üçüncü günün akşamı odadan çıkarken fark etti pencere önündeki saksıların sorun olduğunu. Çiçeklere bakım yaptıktan sonra bir faydası olur diye yerlerini değiştirmişti, onları bir süreliğine daha fazla güneş alsınlar diye pencere önüne koymuş ve sonra tamamen aklından çıkmıştı.

Mahir bu saksılar yüzünden sokağı göremiyordu büyük olasılıkla. Celal olsaydı şöyle söylerdi mutlaka diye aklından geçirdi Ayşen, kuvvetle muhtemel kendisini saksıdaki bitkilere benzetiyor, işkence mi etmek istiyorsunuz adama kuzum?

Ayşen’in Mahir ile görüştüğü günden itibaren hayata bakışı kesin olarak farklılaşmıştı. Elini kolunu kaldırıp bir şeylere dokunduğunda, ağzını açıp bir kaç kelam ettiğinde dahi ağlayacak gibi olmuştu evden ayrıldığı ilk saatlerde. O akşam bir arkadaşına sarılıp kulağına onu çok sevdiğini söyledi mesela. Bir de sokaklar var tabi, her fırsatta kendisini sokaklara atmaya başladı Ayşen. Sokağa çıkamama ihtimalini düşündükçe ev ona çok dar gelmeye başlamıştı. İşte dört duvar arasında yıllarını geçiren mahkûmların, tutsakların neler hissedebileceğini daha iyi anlar oldu.

 

Radyo

Saat yedi otuz beş ve daracık kapı eşiğinde ayakkabılarımızı ancak birbirimizi iteleyerek giydikten sonra, bodrumunda kasa kasa gübreli mantar varmış gibi kokan apartman merdivenlerinden olabilecek en gürültülü şekilde inip, nedensiz bir telaşla otoparktaki arabaya yürüyoruz. Herkesin başka bir gündemi var, her kafadan ayrı bir ses çıkıyor, fırçalar, isyanlar, sınavlar, eylemler, yağmur, esnaf, unutulan telefonlar, anahtarlar. Ceplerimizden umutlarımız, aşklarımız, geleceğimiz dökülüyor, fark etmiyoruz bile.

Az sonra kentin kalabalığına karışacağız, dağılacağız, yeniden toparlanana kadar geçen sürede tutsaklığımızı özgürlük olarak tanımlamayacağız, öğrendik artık, aşk gibi özgürlük de bir yanılsamadır.

Saat sekize kadar diğer kanallarda gezindikten sonra, işte tam sekizde Ömer abi[41] ile kâinata günaydın deme vaktidir.  “You turn me on, I am a radio” der gibiyiz her sabah. Belki on yıldır böyle başlıyoruz güne.

Irak’ta ölmekle bitmeyen insanları, inadına tüketmek ve delicesine kazanmak hırsıyla tekerine çomak soktuğumuz doğanın bir o kadar acımasız cezalarını, on bir eylülü, gezi direnişini, kanlı bir mayısları, Bangladeş’te ölen işçileri, eriyen buzulları, ısrarla yükselen sıcaklığı, Çin’deki kirliliği, Afrika’daki garip savaşları, çeteleri, petrol lobileri, kaya gazı vahşeti, seçimleri, sistemli ırkçılığı, soykırımları, 6-7 Eylül’ü, Alexis’i, polis şiddetini, genç yaşta devlet eliyle öldürülen güzel insanları, işkenceyi, insan haklarını, depremleri, fırtınaları, tsunamiyi, kuş gribini, deli dana’yı, GDO’lu ürünleri, nükleer felaketleri ve böyle binlerce özenle görmezden gelinen konuyu -hem de madolyonun diğer yüzünü parlatmayı ihmal etmeden- sabahın ilk mahmurluğu ile damardan alarak günaydın diyoruz.

Bu arada bazen John Lennon “woman is the nigger of the world” diyor dünya emekçi kadınlar gününde içimiz ısınıyor, bazen yalan dünya diyor Neşet Ertaş gözümüzden bir damla yaş düşüyor, bazen dünyanın diğer ucundaki bir direniş için bir destek sedasını paylaşıyoruz yüreğimizden.

Celal, Mahir’in yıllarca bu tedrisattan geçtiğini ve iflah olmaz bir gamlı baykuş olarak ömrünü tamamlayacağını yazmış. İşte Mahir de her açtığında seni bambaşka bir dünyaya götürme ihtimali olan bir radyodur. İhtimal bu ya bazen de seni dünyanın dibine, ateşin tam da içine götürür. Gözünü açar, bak der ve ne anlamak istiyorsan onu anla. Tıpkı Ömer abi gibi.

Ayşen daha fazla sürdüremeyeceğini düşünüyordu bu konuyu. Kendisini tüm bu olayların zincirinin biraz dışında hissedip rahatsız olmuştu. Elbette hepsinden kendisi de haberdardı, hatta bir kısmı ile ilgili çok derin bilgi sahibi olduğu da yadsınamazdı, ama eksik bir şeyler vardı kendi bakışında.

Celal’in Mahir ile ilgili bu yorumu yapabilmesi, aslında her ikisinin de tıpatıp aynı olmasa da hatalı klonlanmış iki gamlı baykuş olduğunun en sağlam kanıtıydı Ayşen için.

Yeni radyo Ayşen’di ve mutlaka bir yerlerde başka bir Ayşen ile kesişecekti yolları. Bundan kaçış olmadığını artık çok açık görüyordu.

Dağlar

“Emrêm rêben debarbik, ê çûn êdî çûn

Wek qulingên bêwext rêwend firîyan” [42]

Onlarla tanıştığımda yirmili yaşların başlarındaydım. Birinin saçları kısa kesilmiş, muhtemelen oksijen suyu ile rengi açılmış, yüzündeki çillerinin dışında dudağına yakın bir iri bir ben dikkat çekiyor hemen, kaşları kalınca ve saçlarının aksine siyah. Diğerinin daha uzun düz saçları var diye hatırlıyorum, yüzünü tamamen unutmuşum. İsimlerini de hatırlamıyorum, ama zaten gerçek isimlerini söylemeyi yıllar önce bırakmışlar. İkinci kadın ile pek iletişim kurmadım sanırım, o sadece dinlemiş olmalı, ama nedenini sormak aklıma gelmemiş o vakit, belki de türkçe bilmiyordu. Benim kürtçe bilmediğim gibi olağan bir durum bu, ama o dönemde böyle şeyler konuşulmuyor.

Demek ki ta o zamanlarda bilincin ötesinde bir ötekileştirme hissi yerleşmiş bedenimize. Seninle konuşmayanla sen de konuşma ve onu çabucak unut, şimdi düşününce daha iyi anlıyorum, acımasızcaymış cidden.

Birincisinin adını Keje olarak kullanmış Celal notlarında daha sonra, ikincisine ise Helin demiş.

Uzun uzun konuşmak için müsait günlerdi. Salona bakan kısmı yerden tavana dek cam bir pencere ve kapıdan oluşuyor çalıştığım odanın. Subay’ım, devlet tarafındayım yani. Önemli bir toplanma bölgesinde bir sosyal tesisin başındayım.

Kukla yöneticinin ne demek olduğunu uygulamalı olarak öğreniyorum. Hiçbir yetkin ve yaptırım gücün yok biliyorsun ama orada olman emrediliyor, oluyorsun. Sabah yedide başlayan ve aslında hiç bitmeyen bir mesain var. Bir taraftan hiç bir şey yapmıyorsun gibi hissediyorsun, diğer taraftan hiç boş vaktin yok. Sürekli uyanık olmalısın, orada olmalısın, hizmette kusur etmemelisin.

Kaçırılma, yolda çatışma, mayın gibi pek çok tehlike var ve devlet bir şekilde önlem aldığını göstermek istiyor. Sınır karakollarına, gezici birliklere ya da daha doğuya gidecek subaylar o dönemde konvoy ile seyahat edebiliyor ancak. Bu nedenle mutlaka yolları bizim dergâhtan geçiyor. Zor günler, sıkıntılı günler, çelişkili günler.

Celal yine de milli eğitim ve klasik devlet jargonunun beynine kazıdığı arızalardan biraz da bu çelişkilerle yüzleşerek ve onlara dokunarak kurtulduğu için, özellikle sonraki yıllarda ne iyi olmuş da Diyarbakır’a gitmişim diyor. Gerçi pek çok aksi örnek var etrafında, o medreseden çıkıp da geldiği güne nazaran kat kat fazla hödükleşmiş olarak topluma karışan çok insan tanımış.

Muhabbeti güzel insanlar da çıkıyor ara ara, fırsat buldukça konuşuyoruz. Biz ve onlar tanımlanmış, kıyafetlerimize göre rahatça ayrıştırıldığımızdan kimsenin kafası karışmıyor. Aynı giysileri giyenler dost, diğerleri düşman. Çok basit ve kafa yormuyor. Ama içimdeki yangınların en çok körüklendiği zamanlar. Yıllar sonra dönüp baktığımda bugün olsa bir şekilde gitmezdim diyebiliyorum.

Hayal edemeyeceğin hikâyeler dinleyip duruyorsun birinci ağızlardan. Kendine bile yabancılaşıyorsun, kimsin sen, kimdin, kim olacaksın döndüğünde? Anlamsızlaşıyor her şey, döneceğin güne kilitlenmişsin. Biraz kusup rahatlamayı diliyorsun, hasta olsam uzaklaşabilir miyim?

Dağları uzaktan gördüm hep Diyarbakır’da. Şehrin sokaklarında kırmızı bir kamyonetle dolaşırdık, halde, et-balık kurumunda, tekel bayisinde, kuruyemişçide, Japon Pasajı’nda, Dağ Kapı’da dururduk. Sur dibinde taburede içilen bir bardak kaçak çay, yoğurt pazarında yediğimiz kebap, ofis caddesinden aldığımız burma kadayıf kadar çek çek arabalarına koşulan çocukların gülen yüzleri bağlardı beni hayata.

Dışarıdayken, bu zorlama kan ve para ilişkisinden doğan anlamsız savaştan biraz olsun uzakken, nefes alabildiğim dönemlerde bir kenti sevmeyi öğrenmiştim. Bir kenti sevmek bir insanı sevmekten, hatta ona tutkuyla bağlanmaktan ya da ne bileyim işte aşık olmaktan çok farklı değil. Bir kenti özlemek, tümden kaybederim korkusuyla yıllarca gizlediğin sevdaya eş.

İşte tüm bu olan bitenin ortasında masada dosyalar, alımları, satışları ve adisyonları eşleştirmeye çalışırken duman altı olmuş odada, ana kapıdan nöbetçi eri aşarak içeri girmişti Keje, yanında bir genç kadın daha vardı, Helin. İçeri sivil girmesi yasaktı, yanında bir subay yoksa tabi. Onlar öylece geçtiler içeri, salona oturdular. Belli ki önceden nöbetçiye bilgi verilmiş diye düşündüm. Çalışmaya devam ettim. Aradan bir saat geçti geçmedi, ortalığı kolaçan etmek için odadan ayrıldım, gündüz vakti çok müşteri yoktu zaten, üst kattaki bar ve oyun salonu henüz açılmamıştı, kuaför için gelen kadınlar, okuldan dönmüş gençler, bir kaç izinli subay, bir kaç da yolcu vardı. Keje ve Helin ilk oturdukları yerden kalkmamışlardı, her şeyi iki gün öncesinden duyan kasadaki askere kaş göz işareti ile sordum, kim bunlar diye. “Komutanım, bunlar itirafçıymış, özel kuvvetler…” diye devam ederken daha fazla dinlemeden odaya döndüm.

Uzak durmanın daha mantıklı olduğunu düşünmüştü Celal, tabi bunu başarması çok da mümkün değildi. Çok rahatsız edici ve hassas bir durum olduğunu ilk anda hissetmişti. Çünkü kuaför salonu da olmazsa kadınların görünmez olduğu bir ortam vardı. Subayların eşleri işlerini tamamlayıp ortadan kayboluyorlardı. Tamamen erkeklerle dolu bir ortamda iki kadın olmak, hem dışarıya çıkamamak, hem içeride olamamak hiç kolay bir denklem değildi. Kürtsün, daha iki ay önce dağdaydın, üstelik kadınsın ve hiç olmaman gerekli bir yerdesin. Ötekiden de ötekisin. O günleri bilenler daha iyi anlayacaktır, nefret söyleminin olmadığı bir konuşmanın neredeyse garipsendiği zamanlar işte.

Düşündüğü gibi bir kaç saat sonra Keje ile konuşan bir subay tanıdığı Celal’e seslenip tanışmalarına vesile oldu. Celal ne kadar dışarıda tutsa da kendisini bir şekilde olayların içine çekiliyordu.  Tıpkı ne yaptıkları ve kim oldukları belli olmayan bıyıklı istihbarat subaylarına yaklaşmamaya çalıştıkça, yolunun sürekli onlarla kesişmesi gibi.

Şayet yokmuş gibi davranırsan kendisini olayların dışında hissediyordu Celal, bu yüzden mümkün olduğunca susuyor, yorum yapmaktan kaçınıyor, saklanıyordu. İki arkadaşı ile kaldıkları evde konuşabiliyorlardı sadece tüm olanı biteni, iki hekim arkadaşı ile.

Ertesi gün odasında çalışırken Keje’nin geldiğini gördü, eliyle selam verdi. Salon henüz boştu, öğlen öncesi sakinliği vardı. Keje odaya girdi, belli ki sıkılmıştı ve konuşacak birini arıyordu. Kendisine hak vermemek elde değil, Celal’in de aylardır bu dertten muzdarip olduğunu notlarından çıkarsamak Ayşen için de çok zor olmamıştı.

Keje nasılsın diye sordu? Hem korkuyor, hem çekiniyor gibi bir görüntü veriyordu. Celal iyi dedi, otursana, çay ister misin? Evet dedi Keje.

Muhabbet daha başlamadan bitmişti sanki. Soru sormak istemiyordu Celal, bir süre dondu kaldı öylece, yaklaşan bir askere eliyle çay istediğini işaret etti.

Kaç ayın var dedi Keje Celal’e. Celal hiç beklemeden beş dedi, beş ay on bir gün sonra özgürüm, döneceğim İstanbul’a. Sonra üzüldü Celal böyle söylediği için. Bir de tabi Celal’in bir kaç gündür dinlemekten kendisini kurtaramadığı muhabbetlerden dolayı Keje’ye karşı kendisini samimiyetsiz hissediyor ve bu durumda konuşmayı hiç beceremediğini de çok iyi biliyor. Yalan söyleyememek gibi işte. Açıkça bu iki kadına bakış ve onlar için dillendirilen planlar insanın insanlığından tiksindirecek derecede iğrenti. Kimse gerçekten hiç kimse böyle şeyleri hak etmez.

İçeri tek tük giren koca adamların hafifçe gülerek geçişleri, Celal’i iyiden iyiye rahatsız edince, çıkmam lazım dedi, neler yapmışlar bir bakayım.

Keje salona döndü.

Yaklaşık on gün sonra ortadan kayboldular, kimse bahsetmedi bir daha onlardan sözleşmiş gibi, sanki hiç gelmemişlerdi.

Keje ve Helin daha lise yıllarında köye gelen bir grup tarafından dağa çıkarılmış. Onlar için dağ ya da köy çok fark etmiyor o yıllarda. İkisi de zorluklarla dolu. Doğuda bir köyde ne kadar okunursa o kadar okumuşlar. Öyle sosyalizm, devrim, Marks, Lenin pek duymamışlar. Zulmü görmüşler, bedeni delip geçen kurşunla ölümü öğrenmişler, yokluğu yaşamışlar. Sonrasında neden olduğunu tam olarak hiç anlamadıkları bir savaşın içinde bulmuşlar kendilerini.

Geceleri sarp geçitlerde sırtlarında yükleriyle ay ışığında yürümüşler, çatışmalar içinden geçmişler, mağaralarda uyumuşlar, kamplarda çalışmışlar. Günlerce değil, yıllarca sürmüş bu. Nöbet hiç bitmemiş, sonu olmayan bir tünelde ışığı görmek umuduyla çıktıkları yol hiç bitmemiş. Yılmışlar, yorulmuşlar. Daha yirmili yaşlarında yaşlanmışlar. Analarını özlemişler. Yataklarını özlemişler.

Sonra işte tak demiş bir gün Keje’nin canına, Helin’i de almış yanına, inmişler ovaya. Teslim olmuşlar bir karakola. Şanları yaver gitmiş, sıkmamışlar kafalarına bir kuytuda. Bir şekilde Diyarbakır’a kadar getirilmişler. Uzun uzun sorgulardan geçmişler. Artık ne anlatmışlar ne anlatmamışlar bilemeyiz ama affedilmişler.

Kanatları kırılmış bir kuşu pencereden hadi özgürsün uç bakalım diye atmak gibi olmuş bu affediş. Köylerine dönemezler, Diyarbakır’da bir hayat kursunlar desen, ne hayatı sokağa bile çıkamazlar. Enselerinde ölümün soğuk nefesi öylece kalakalmışlar.

Hepsi bir tarafa en korunaklı oldukları alanda bu kez kadın oldukları için bambaşka bir sorun ile karşılaşmışlar. Her karşılarına çıkan bir şekilde o ahlaksız teklifi açıkça yapar olmuş. Terörist damgaları var ya sözüm ona cezalandırıyorlar. Kaçacak yerleri mi var? Boğun eğseler olmaz, karşı gelseler hiç olmaz. Böyle bir süre idare etmişler. Bakmışlar olmayacak, Keje güçlü gördüğü bir subaya, sivil bir subaya yaklaşmış, ona daha yakın olmuş. Onun himayesine girmiş. Bu şekilde diğerlerini biraz uzak tutabilmişler.

Sonrası işte nasıl geldiklerini anlamadıysak nasıl gittiklerini de anlamadık diye yazmış Celal.

İşte daha bir şehir bile görmemişken, uzak bir mezradan dağlara düşmüş yolları. Dere tepe düz gitmişler. Gökteki şahine aldanıp özgür olmak istemişler bir gün. Bilememişler nasıl olacağını, ilk akıllarına geleni denemişler, daha karanlık bir çukura düşmüşler sonra. Sesleri bile çıkmıyormuş yeryüzüne. Öylece kalakalmışlar. Birbirlerine sarılmışlar.

Bir gece uyumadan önce bir dağ hayal etmişler. Sadece Keje ve Helin’in olduğu bir dağ, her mevsimin bahar olduğu, gürül gürül akan buz gibi bir derenin kıyısında küçük bir ev hayal etmişler. Nar ağaçlarının arasında koşuşturduklarını hayal etmişler. Bezden bebeklerini ormanda gezdirmeye götürdüklerini hayal etmişler.  Ilık ılık eserken rüzgâr, öğlen güneşi altında bahçelerinde saatlerce uyuduklarını hayal etmişler. Uyandıklarını hayal etmişler sonra.

Analarını son bir kez koklayıp yok olmayı dilemişler.

Şimdi elimde olsa geçmişe dönüp onları da yurtdışında bir yerlere göndermek isterdim diye yazmış Celal. Ayşen Celal’in bu çocuksu ya da daha doğrusu saf ve samimi yanını anımsıyor birden, gülümsüyor. “Çizgi film gibi yaşamalı hayatı. Ani bir kılıç darbesiyle ikiye bölünen kedi bir sonraki sahnede büsbütün karşındadır ya, işte hayatımız da böyle olabilseydi, keşke. O aralara sıkıştırılmış karelerde -en azından- dokunabilseydim ellerine.”

 

Direniş

O günlerden yadigâr ve hâlâ en çok hoşuma giden ifade “çatışmıyorlar, direniyorlar”dı. Aslında tam tersine sadece direnmenin asla yetmeyeceğini düşünsem de, işi toplumcu kaygılarla yorumladığımda direnmek daha insancıl bir eylem olarak gözüküyor. Daha uzun süreceği kesin ama olursa gerçekten daha sağlam olabilir.

Direndikçe daha güzel oluyorsunuz. Basenler eriyor, kaslar sıkılaşıyor, eklemler güçleniyor,  kondisyon düzeliyor. Sürekli bir hareket var, ofis koltuklarında oturmaktan şekil değiştirmiş bünyeler, olağan hale dönüşüyor hızla. Zihniniz açılıyor, yaş farkı ortadan kalkıyor, gençleşiyorsunuz hatta çocuklaşabiliyorsunuz bile. Gülüyorsunuz en sinirli anınızda dahi.

O dönemde sosyal medyada dönen bir karikatür var, yıllar sonra çocuk gezi direnişine katılmış babasına soruyor, her şey bu kadar yükselmiş ve mükemmel bir noktadayken neden yapamadınız devrimi? Babası;  “gülmekten be evlat” diyor, gülmekten devrim yapamadık.

Oysa devrim her yanımızdaydı, sadece geceleri ateşler yakılan barikatlarda, yağmur gibi yağan gaz kapsüllerinin ortasında, kitleyi tazyikli kimyasal su ile kovalayan TOMA’ların önünde değil.

Şehrin en sıkıntısız mahallelerinde her şey olağanmış gibi düşünür ve yaşarken birden gelen ilahi uyanışla içimizde hissettik varoşları, güney doğuyu, mülteci kamplarını, tutukevlerini, ötekilerin sokaklarını. Kafamıza yiyince polis copunu, üzerimize doğrultulunca silahlar, vurulunca, gözümüzü kaybedince, ölünce daha iyi anladık işkenceyi, şiddeti ve devleti.

Yine de tam olamadık hiç. Sadece hissettik. Öteki gibi hissettik ta derinden ama yaşamak için her gün bu savaşı veren kardeşlerimizin yanında olamadık, maalesef. Yeni yaşam alanları yaratmak gayesinin altında yeni rant alanları yaratmak olduğunu gördük. Yıllara yayılmış sabırlı politikalarla özellikle ötekileştirilip yıldırmak ve mahallelerini terk etmeleri için her türlü aşağılık ve alçak tezgâhı uygulamaktan hicap duymayan paranın ve hırslarının kölesi olmuş iktidarların foyasını gördük. Gördük de, yalnızca görmek ve anlamak yeter mi? Yetmiyormuş bunu da yaşayarak öğrendik.

Sadece şiddete, sömürüye, alçaklığa karşı değil, yalanlara, yaftalara karşı da direnmek gerekiyormuş, öğrendik. Hani hep biliyorduk sanki ama, bu kez farklı bir şey oldu ve yakınlaştık ve dokunduk ilk kez. Dokunmadan anlayamazsın. Küçük çocuğun çayır çayır yanan kor gibi olmuş sobayı eliyle yoklaması gibi işte.

Ayşen yazmaya ara verdiği bir sırada açtığı bir sitede yakın bir arkadaşının kaleme aldığı gezi direnişi ile ilgili bir yazıyı fark ediyor, işte direniş asıl bu işe yaradı diyor, heyecanla okuyor hemen. Kendi halindeki sessiz bir kitle artık o kadar da sessiz değil, o günlerde sokaklardaki olağan şüphelilerden birinin gözünden direnişin değerlendirmesi şöyle;

Özellikle 2013 yılı Mart, Nisan ve Mayıs aylarında Taksim’de başlayan hareketlilik Emek Sinemasının yıkılmasına karşı gösterilen kitlesel tepkide olduğu gibi polis şiddetinin hedef genişleterek yükseldiğinin işaretlerini veriyordu aslında. 1 Mayısta son yılların aksine körüklenen ve manipüle edilen “muktedir ile farklı düşünen halka doğrudan ve alenen saldırı”nın her zaman olduğu gibi meşru bir hareket olduğu hatta meşru müdafaa olduğu İç İşleri Bakanı, Vali ve şürekâsı tarafından televizyonlardan “çok tekrarlarsak gerçek sanacaklardır” mantığıyla sıraladıkları “yalan”larla pekiştirilmekteydi.

Mayıs sonunda “Gezi Parkı”nda bardağı taşıran o sabah saldırısı sonrasında olanları hepimiz çok iyi biliyoruz. Tekrar tekrar anlatmaya gerek yok. Çin televizyonları dahi günlerce canlı olarak yayınlamış, tüm dünyanın gündemine açıkça oturmuş ve olan biten açıkça anlaşılmıştır. Sadece bizim “AKP saadet zincirinden doğrudan nemalananlar”, “penguenciler”, “bana dokunmayan yılan bin yaşasıncılar” ve “ücretli şiddet işçileri” aralarında oluşturdukları “yalanlar ve yaftalar ile beslenen” yeni bir iletişim biçimi ile konuyu saptırmaya, olayı değersizleştirmeye çalıştılar.

Bazı örgütlü yapıların Gezi Parkında ne olduğunu anlama çabaları devam ederken her şey hızla olup bitiyordu. Kurumsal yaklaşımların Gezi öncesindeki desteklerini ya da bu örgütlerin üyelerinin üst kimlikleri olmadan verdikleri ferdi mücadeleleri yadsımadan, aslında bu hareketin “otorite”ye karşı topyekûn bir halk hareketi olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu karşı duruş sadece iktidara, muktedire değil, bu kokuşmuş devlet anlayışınaydı da aynı zamanda. Katalizörü de elbette yazılmayanlar listesinde zirveyi zorlayan ekonomik çöküştü, işte hep bahsedilen kapitalizmin krizleri. Bu yorumları uzmanlara bırakalım. Belki de gerçekten faiz lobisidir.

Tüm bu olana bitene bir tepki olarak evlerinden çıkan ve devlete ve egemen güçlere açıkça boyun eğmeyeceğini korkusuzca bağıran halk muktediri ve evet efendimci hükümet bileşenlerini,  iktidarı ve onun polislerini gerçekten çok korkuttu ve bir dizi saçma kararlar almalarına, kendilerince mitingler ve eylemler yapmalarına neden oldu. Çok eminim şu anda o dönemki kayıtları yok etmek için on yıllık iktidarlarında elde ettikleri kolay para ve mal varlığının bir kısmını gözleri kapalı feda edebilirler.

Bu arada kazanımlardan ziyade gözümüzün önünde aslında çok önceden kaybettiğimiz yayalaşacağına betonlaşan ve ucubeleşen Taksim Meydanı kabak gibi ortaya çıkmıştı, AKM[43] zaten şimdiden metruk bir binadır ve yakında kendiliğinden yıkıldı haberlerini duyarsanız şaşırmayın.

Velhasıl tek bir amaç için bir araya gelmiş yukarıdan bakıldığında tek bir yumak olarak görülen ancak temelde bir çok farklılıkları olan bizler bir süre sonra Gezi Parkı ile ilgili yenileme çalışmaları ve AVM ile Kışla’nın bir süreliğine rafa kaldırılması ile durulduk. Bir süre direnişin ruhunu maalesef acımasızca ve haince öldürülen gencecik arkadaşlarımızın isimleriyle yukarı taşıdık. Ardından ODTÜ, Tuzluçayır gibi direnişler ile savaş çığırtkanlarına karşı yapılan eylemler sürdürüldü.

Ve yaz bitti, “Gezi Zekalılar”ın eylül ayında ortalığı yakıp yıkacağı yönünde istihbaratların kaynağını bilemiyoruz ama Eylül ayında Kadıköy’ün yeni bir direniş alanı olarak belirlendiğine şahit olduk, ilave olarak bol bol boya satıldı, merdivenler rengârenk boyandı.

Direniş ve hareket bir yere gitmiyor, hep burada kalacak. Toplum bilimciler konu ile ilgili çözümlemeler yapmaya çalışıyorlar. Nasıl oldu, neden oldu sorularına yanıt arıyorlar, bu iyi güzel de, Gezi’nin gideceği yer bu analizlerin sonuçlarına göre belirlenmeyecek. Bunlar sadece gelecek nesiller için faydalı tespitler olarak kalacak. Bu nedenle kimse bu çalışmaların sonuçlanmasını bekleyelim de sonra bir karar verelim demesin.

Direniş hızla forumlara evrildi ve forumlar mümkün olduğunca daha yerel bir çizgiye büründü. Bu kendiliğinden oluyormuş gibi görünen süreç aslında Gezi’nin yarattığı uyanışın elle tutulur süreçlerinden biriydi. Bu uyanış hızlı oldu ama uyanık kalma durumunun uzun süreceğinin işaretleri bir hayli fazla. Mesela herkes Gezi Direnişi öncesi ve sonrası olarak kişisel tarihini bir gözden geçirsin, buldukları farklar işte Gezi’nin nereye gittiğinin en belirgin göstergeleridir.

Köklü değişiklikler uzun süreler gerektirir. Bu hareketin olgunlaşması ve meyvelerinin toplanması için belki on yıl belki on beş yıl yılmadan mücadele edilmesi gerekliliğini daha baştan peşinen kabul etmek gerekir.

Ani gelişen eylemlere destek vermek önemlidir ama bir kazanım olarak abartılmamalıdır. Asıl görev bu uzun süreli mücadelenin teknik ve idari altyapısını oluşturmaktır.

Yerel yapılanmalarla başlayan süreç, öncelikle coğrafi olarak yakın forumların oluşturacağı birliktelikler, ülke genelinde ve tabi ki nihayetinde uluslararası koordinasyonlarla büyütülerek devam ettirilmelidir. Hemen değil pek tabi, öncelikli hedef yerel yapılanmaların sabırla sağlam temellere oturtulmasıdır.

Statüko, klasik örgüt yapılanması, sekretarya, liderlik, temsiliyet gibi direnişin ruhu ile tümden örtüşmeye, eleştiriye ve tartışılmaya çok açık konularda mümkün olduğunca görüş birliği sağlanması, yerel yapılanmaların sürdürülebilir olması için oldukça önemlidir. Bu konuda geçmiş deneyimlerden mutlaka yararlanılmalıdır. Hareketin ayakta kalabilmesi için herhangi bir kurum, kuruluş, parti, dernek veya kişi ile parasal ya da menfaat ilişkileri kesinlikle kurulmamalı, bu yeni oluşumun yapısı yine bu forumlar tarafından özgün olarak tasarlanmalıdır. Forum yapılanmasının asli görevlerinden biri de iletişim, dokümantasyon,  koordinasyon ve eğitim işlerini üstlenmek olduğu kadar, belirli dönemlerde o güne değin yapılanların, kazanımların, kayıpların analitik olarak değerlendirilmesi de olmalıdır.

Forumlar İşçi Sınıfını arkasına alarak bir devrim yapmak üzere oluşturulmamıştır, bu pek tabi ütopik bir argüman olurdu. Forumlar kendi yerelimizde mümkün olduğunca özgür bir platform ve yaşam alanı yaratmak ve bunun sürdürülebilirliğini sağlamak için vardır. Sadece direniş değil dayanışma için de vardır. Yıllardır medya tarafından köreltilmeye çalışılan bizlerin, bir şekilde yaşama dair taleplerimizin yükseltilmesi için vardır.

Bu özgür platformlar “daha güzel bir dünya için” mücadele edecek insanları hiç bir ayrımcı öğe içermeden misafir edecektir.

Mahalle forumları 2013 yılında Haziran Direnişi ile başlamıştır. Gerçekte öz-yönetim talebinden doğan bu forumların mahallelerde bir yaşama biçimi haline gelmesi en büyük kazanım olacaktır. Toplumsal hareketlerin tutarlı ve başarılı olması onun tabandan gelmesi ile doğrudan ilişkilidir. Mahalle forumlarının bu tabanın ilk karşılaşacağı platformlar olacağını varsayarsak, bu düşünce sadece bir temenni olmaktan çıkar ve gerçekliğin ta kendisi olur. Muhtemel benzer durumlarda bunun ne kadar doğru ya da yanlış bir yorum olduğunu değerlendirme şansımız olacaktır, kitleleri topluca direnişe, mücadeleye ya da dayanışmaya sürükleyecek aleni bir olay olana değin, bu süreci –günlük eylemlerin dışında- esaslı bir hazırlık süreci olarak değerlendirmek en uygun yol olacaktır.”

 

Entropi[44]

Ayşen bir hafta sonu güvendiği bir kaç arkadaşını evde toplayıp o güne değin yazdıklarını okumak istiyordu. Sonunda üç arkadaşını -güç bela- börek-çay ve ardından pasta-kahve, sözüyle ikna etmeyi başarmıştı.

Okumaya başladığında sürekli duraklayıp elinden düşürmediği küçük kırmızı ciltli defterine not alma çabasını, terliği fırlatan arkadaşının ne kadar ciddi olduğunu anlayınca bıraktı.

Daha ikinci sayfaya geçmeden bir çok cümleden rahatsız olmuştu aslında, anlamdan öte kelimelerin tek tek tınıları, havada birbiri ile çarpışması ile oluşan ikincil sesleri, nefes araları ve ritim bozukluklarını, arka planda koşturan bir bendirin anlamdan kopuşlarını, kesintisiz altmış saniye okuduğunda kulağında beliren melodiyi ve böyle onlarca şekilci yaklaşım açısından yazdığı kısımlara geçer puan vermemişti.

Ama kendi fikrinden ziyade arkadaşlarının ne düşüneceğini daha çok merak ediyordu. Bu arada arkadaşlarından birisi dur dedi, bana ver ben okuyacağım.

Ayşen direnmedi ve verdi, dinlemeye başladı bu kez. Kendi heyecanının diğerlerine geçmediğini açıkça görüyordu. Hepsi sessizlik içinde ciddiyetle anlamaya çalışıyordu ne olduğunu, bildikleri Ayşen’le örtüştürmeye çalışıyorlardı cümleleri. Sonra sonra unuttular Ayşen’i. Hatta Ayşen de unuttu kendisini. Bir yabancı gibi dinledi yazdıklarını. Bir kafa karışıklığının uzun hikâyesi gibiydi her şey. Kopuk, kopuk, zamansız, kişiler birbirine karışmış gibiydi. İşte o an böyle olmalı zaten diye düşündü. Olan biten de böyle değil miydi?

Durup birer kahve daha aldılar.

Bir diğer arkadaşı aslında buna gerek yok dedi. Şu an okumayalım. Bitir sen yazmanı. En sonunda karar verebiliriz ancak, çöpe mi atacağız yoksa kütüphaneye mi koyacağız. Mekanik ya da yapısal arızaları teknisyenler kolayca halledebilir. Takılma bunlara. Okuyucuyu nasıl kitabın içine çekebileceğini biz bilemeyiz, sen de bilemezsin, deniyorsun işte. Seni tanıyoruz, cesaretini ve şevkini kırmamak için değil, seni özgür bırakmak için okumayalım. Yorum da yapmayalım. Hele bir tamamla önce.

Ayşen kızardı, bozardı ama rahatladı bu açıklamadan sonra. Uğraşının sonunda iyi bir etki bırakmak istiyordu elbette. Ancak bunun aklıselim bir aritmetiği de yoktu. Tüm ikincil konuları düşünmeden yazacaktı, yazmalıydı, ilk olmasının verdiği tedirginliği bir tarafa bırakıp en azından Celal ve Mahir için bunu yapmalıyım diye düşündü.

Ayşen sonucu ne olursa olsun bu kitabı tamamlama kararı aldığında içine çöken korkunun, başarısızlık korkusunun, ancak üzerine üzerine gittiğinde yok olacağını biliyordu. Yoksa her cümle, her hikâye basbayağı anlamını yitirecek ve onca uğraşa karşın eğreti duracaktı. Bu yaklaşımın, büyük alışveriş mağazalarında kasaya yakın sepetlerde satılan iş, strateji, insan, başarı vs. konulu kitapların kaderine benzer bir durum ortaya koyabileceğinin farkındaydı elbette. Diyeceğim o ki, içsel sorunlarını ve hesaplaşmalarını genelleyerek insanlığın yararına sunmak gibi bir cahilliğe uzak olsa da, bundan da kaçabilmenin çok kolay olmadığını yaşayarak görüyordu.

Çok yetenekli değilsen, yeterince iyi hikâyen yoksa, her şeye karşın yine de istiyorsan yazmayı, deneysel çalışmak durumundasın. Karambol’den, kaos’dan ya da düzensizlik’ten faydalanıp, adına kimilerinin kader dediği o tarifi zor beklentiye bırakacaksın kendini. Mutlaka bir aklı evvel çıkıp sana yardımcı olacaktır, senin yazarken dahi anlayamadığını sana senden çok daha iyi anlatacaktır.

Aynen böyle tanımladı kendi durumunu Ayşen. Celal’in notları için yeterince iyi değil diye düşünüyordu baştan beri, bunu ilk zamanlarda kabullenmek istemiyordu, kendisinin “aslını ve özünü” anlayamadığını düşünüyordu –ki bu hâlâ geçerli aslında-, ama şimdi bunları dert etmemesi gerektiğini çok iyi anlamıştı.

Şimdi bu kaostan nasıl bir ışık çıkacağını kendisi de merak ediyordu Ayşen. Bazı hedefler koymuştu kendisine zamanlamayla ilişkili, şimdi bunları da ötelemenin daha iyi olacağına karar verdi. O ışığı bir başkasının bulmasına katlanamazdı -kişisel bir durum bu-, şayet bir ışık çıkacaksa tabi yazdıklarından.

Yarım bir aşk hikâyesi

“Eski bir hikâyeden geldim sana, Kusura bakma; Üstüm başım mutsuzluk içinde.”[45]

Mahir’in sonu gelmez durma ve bakma seansları başladıktan sonra daha da yoğunlaşmış olmalıydı oyunları. En azından Ayşen böyle olduğunu tahmin ediyordu. Bu nedenle Celal’in isim vermeden üstü kapalı da olsa bahsettiği bir hikâyeyi, oyunun merkezine Mahir’i koyarak oynamak istedi. Bir isim gerekiyordu ve bu Celal’in uzaktan tanıdığı biri olamazdı. Doğrusu bu isimsiz kişi ya Celal’di ya da Mahir.

Oyun içinde oyun, bakışık aynalar, sonsuza uzanan bir el gibi değil, en kaba anlamda masum bir yer değişikliğine göz yumma demek daha doğru olur. Kazara doğru seçeneğin kutucuğunu karalamış öğrenci de olabilirdi Ayşen.

Berfin’i arayacak ve pazar günü öğlen gibi gelmek istiyorum, müsait olur musunuz diye Mahir’e sormasını isteyecekti. Bu kimlik sorununu bir şekilde kendisi çözmeliydi. Ortalığı karıştırmak istemezdi. Berfin’i aradıktan yarım saat sonra telefonu çaldı. Pazar saat 14.30’da müsait olacağını söyledi. Bir süredir pazar sabahları Celal’in oğlu Olcan’ın geldiğini ve saat ikiye kadar kitap okuduğunu, bu nedenle saat iki buçuğun uygun olabileceğini söyledi.

Ayşen sorular için önceden bir hazırlık yaptı. Mahir’in eylemsizliğinden kaynaklı sıkıntısını daha da arttırmak istemiyordu. Onu rahatsız etmeden işin içinden çıkmanın telaşındaydı.

Cumartesi gecesi oldukça geç bir saatte yatabildi. Kafası karmakarışıktı, yaptığının doğru olup olmadığı konusunda hâlâ kuşkuları vardı. Sabaha kadar iç karartıcı bir sürü rüya görmüş olmalıydı, kalktığında başı ağrıyordu ve dayak yemiş gibi hissediyordu. Saat bayağı geç olmuştu, hızlı bir kahvaltı yapıp kendisini dışarı attı. Yürümek iyi geliyordu. Sonu gelmeyen iç konuşmalarıyla geçen yaklaşık bir saatlik bir yürüyüş sonrasında, bir kafeye girdi. Biraz kitap okudu çay içerken.

Zili çaldı, neredeyse bir önceki gelişi ile aynı şekilde karşılandı kapıda. Berfin, ev, oda, Mahir ve evet her şey aynıydı, sanki şemsiyesini unutup geri dönmüş gibi hissetti. Mahir biraz kilo almış mıydı sanki? Berfin’e sordu bunu, evet dedi son dönemde öyle oldu biraz, sanırım ilaçların etkisiyle yanıtını aldı.

Mahir bey merhaba, nasılsınız? Size bir kaç özel soru soracağım eğer kabul ederseniz dedi. Ama önce biraz yazdıklarımdan bir kaç bölüm okumak istiyorum, olur mu? Mahir olumlu bir işaret alınca devam etti, Berfin çay ve kurabiye getirip, Ayşen’e verdi, ardından küçük bir sehpa getirdi, Ayşen elindekileri sehpaya bırakıp köşesinden büyükçe siyah bir metal mandal ile tutturulmuş bitmemiş kitabın bir kopyasını çantasından çıkardı. Celal’in son seyahati ile ilgili bölümü yavaşça okumaya başladı. Mahir’in gerçekten onu dinleyip dinlemediğini anlamakta güçlük çekiyordu. Aralıksız on dakika okuduktan sonra durdu. Devam edeyim mi diye sordu. Mahir sol gözünü kırptı. Kurabiyeden büyükçe bir parça ısırıp devam etti Ayşen. Bir on dakika daha okuduktan sonra durdu. Şimdilik bu kadar yeter sizi de çok fazla yormak istemiyorum.

Celal’in notlarında Eda adında bir kadından bahsediliyor. Tanıyor musunuz diye sorup yanıtı bekledi. Sonra bu Celal’le ilgili bir durum muydu diye sordu. Mahir sağ gözünü kırptı, o halde sizle ilgiliydi, doğru mu düşünüyorum dedi. Mahir bir süre yanıt vermedi, sonra sol gözünü kırptı. Peki bu konuyu yazmamın bir sakıncası var mı? Olumlu yanıt alınca sevindi Ayşen ve teşekkür etti. Mahir’in afişe olmak gibi bir endişesi yok gibiydi. Sadece hikâye olduğundan farklı aksettirilirse ve bundan hoşlanmaz ise üzülürdü. Ayşen bu konuda sizi temin ederim bu bölümü yazdıktan sonra gelip sizle paylaşacağım, beğenmezseniz kitaba koymayız dedi.

Bir süre konuşmadan odayı inceledi ve bu kez müzik yoktu, odadaki sessizlik onu rahatsız etmişti. Gelirken aslında kendisi için aldığı bir albümü Mahir’e bırakmaya karar verdi birden. Mahir’e dinlemek ister misiniz diye sordu ve CD’yi çıkarıp müzik setine yerleştirdi.

İkinci şarkının ortasında izin istedi, teşekkür etti ve gelecek ay tekrar geleceğim sakıncası yoksa deyip odadan ayrıldı. Berfin’le vedalaşırken, Olcan geldiğinde selamımı söyler misiniz dedi. Çok istemesine rağmen Olcan’ı arayıp konuşmaktan çekiniyordu. O gayri ihtiyari yaptığı babası ile aynı mimik ya da hareketlerini gördüğünde dağılmıştı Ayşen son görüşmelerinde. Bunu tekrarlamaktan korkuyordu doğrusu.

Dışarı çıktığında Mahir’in baktığı açı ile görebildiği alanı tahmin etmeye çalıştı ve oraya gidip el salladı boşluğa.

Ela kendi halinde, üniversiteden mezun olduktan sonra bir kaç iş değiştirmiş ve bir şekilde yaşamın bir tarafına tutunmayı başarmış yirmili yaşların sonunda bir kadındı. Okumak için geldiği büyük şehirde yerleşmek dışında neredeyse hiç alternatifi yoktu. Bazı meslekler böyledir diyordu, doğduğu ve ilk gençliğini geçirdiği kasabaya dönmesi imkânsızdı. Gitmek isterse bir gün, yine büyük bir metropolü tercih etmek zorundaydı. İstanbul kötülerin arasında en iyisi diyenlerdendi.

Uzun süredir devam eden bir ilişkisi vardı ve evlilik için uygun bir an kolluyordu. Bir yandan evlilik için erken diye düşünse de bazen yıldığı ve yorulduğu zamanlarda sıkıntılarını paylaşacak birine de ihtiyaç duyduğu oluyordu. En büyük korkusu tırnaklarıyla kazıyarak elde ettiği “özgürlüğünü” kaybetmekti. Bir kaç birlikte yaşama ya da aynı evi paylaşma denemesinin sonuncusundan sonra, evlenene kadar yalnız kalmaya karar vermişti. Neden evlenmeliydi sorusunun yanıtını tam olarak veremiyordu henüz ama yaşı ilerledikçe birine ihtiyacı olacağını hissediyordu. Belki de anne babasından dolayıdır, çok küçük yaştan beri dikkatle izlediği ailesinin dingin yaşamına –özellikle bu keşmekeş içinde koşuşturmaktan gına gelen anlarda-  gıbta ile bakıyor olabilir.

Evet evlenmek şart değil birlikte yaşamak için, bunu Eda da biliyor. Ama bildiği başka şeyler de var, ne kendisi ne de birlikte olacağı insan hürriyet şiarından ya da daha bugüne ait söyleyecek olursak özgürlük ilkesinden ödün vermeyecektir asla. Bu da her defasında –istisnasız- zaten doğasından kaynaklı sıkıntılı birliktelik sürecinin en sıkıntılı anlarından birinde kırılmalarla son bulmasına neden olduğundan,  o uzun süreli –ölene dek- yalnızlığı paylaşmak hayalinin suya düşmesi anlamına geliyor. Evlilik simgesel olarak değil de sembolik olarak bir zorlama ve dayatma ile bu sıkıntılı eşik noktalarının bir şekilde aşılmasına vesile olabiliyor bazen ve işte bu masum hayalin ihtimalini arttırıyor Eda’ya göre.

Mahir ile Ela aynı şehirde yaşayan çok farklı kulvarlarda koşan iki insan olarak bir tesadüf sonucu tanıştıklarında bir kez daha görüşüp görüşmeyeceklerini bile hiç düşünmemişlerdi. İlk tanışmadan sonra uzun bir süre hiç görüşmediler çünkü böyle bir çabaları yoktu ve irtibat kurmak için bir girişimde bulunmamışlardı.

Bir Cumartesi sabahı Kadıköy vapurunda karşılaştıklarında -sanki önceden ayarlayıp buluşmuşlar gibi- hiç şaşırma emaresi göstermeden bir kaç hafta önce kaldıkları yerden devam ettiler. İkisinin de bir hatta bir kaç meselesi vardı ve gündelik hayatın dışına taşırdıkları tüm zamanlarında bu meseleler üzerinde mesai harcıyorlardı. Konuları farklı olsa da usulleri benzerdi, bu benzerlik sebebiyle olsa gerek kendiliğinden bir sıcaklık oluşmuştu. Yalnızca o kadar.

Beşiktaş’tan vapura bindiği iskelenin yakın bir tarihte kaldırılacağını son dönemdeki eylemlerden biliyorduk Mahir. Hemen iskelenin arkasındaki yeni otelin gereksizliği, kaldırılan küçük çay bahçesi, ortadan kaybolan kokoreç arabası, halkından korkanların yükselttikleri çirkin duvarlar zaten ayan beyan ortada.  On beş yirmi yıl önce birileri; şiirlere, kitaplara, filmlere konu olmuş, yaşamında bu kıyıya demir atmış bir çok insanın ilk aşkları, sevdalarına fon olmuş bu sembol yerlerin, yapıların çirkin bir rant masasında meze olacağını söyleseler güler geçerdik.

Geçen ay bölgedeki bir inisiyatif tarafından iskelede çay içeceğiz deyip buluşma kararı alınmış ve bir Cuma günü iskeleye gelmiştik. Ellerinde termoslarla, bardaklarla gelen eylemcilerden –bizden yahu- korkup panik olan emniyet güçleri anında müdahale edip, on iki arkadaşımızı gözaltına almıştı. Neyse ki alanda bekleyen iki TOMA ve yüzlerce çevik kuvvet eşliğinde yapılan pazarlıklarla gözaltına alınan arkadaşları hastaneden sonra geri gönderdiler ve eylem sonlandırılmıştı.

İşte bu iskeleden vapura binmek Mahir için zaten baş döndüren bir güzellikti. Belli ki Ela’da aynı duyguları paylaşıyordu, zira Mahir Ela’yı vapurun üst katındaki açık kısımda rüzgâra rağmen beyaz boyalı korkuluklara yaslanmış karşı tarafa bakarken görmüş, -aslında yaklaşana kadar kim olduğunu bilmediği halde- yanına kadar gitmişti. Mahir de peşinden kameraların koşuşturduğunu düşünen insanlardandı işte. Ela’yı tanıyınca daha da yaklaştı ve elindeki simitten büyük bir parça koparıp uzattı bir şey söylemeden. Ela da alıp daha ufak parçalara bölüp martılara attı.

Bir süre sonra günaydın dedi Ela, nereye böyle? Hiç dedi Mahir uzatarak biraz, dolaşıyorum sadece. Kadıköy’de turlayacağım biraz, Moda’ya geçerim, pasajda kitaplara bakarım, çarşıda takılırım. Ya sen diye sordu Mahir kısa ve sertçe.

Ben seninleyim dedi Ela, sakıncası var mı?

Mahir yanıt vermedi önce. Sakıncası var biliyorsun ama sakıncaları umursamak istemiyorum bir süreliğine dedi. Hadi bir çay içelim, eskiden olsa sigara da tüttürürdük değil mi? İnince artık.

Yalnız şartlarım var dedi Mahir. İş konuşmak yok, para, mal, mülk, arsa, ev, araba vesaire konuşmak yok, başka arkadaş yok, bağlanma yok, ısrar yok. Sıkılan gider, isterse neden gittiğini söyler.

Eda, Mahir’in az sonra olabilecekleri sezip, olacak olan her neyse onları sıradanlıktan kurtarmak amacıyla bu şekilde sözüm ona havalı konuştuğunu tahmin ediyordu. Ya da öyle olsun istiyordu gerçekten, bir roman ya da iki kişilik bir tiyatro oyununun içinde olmak istiyordu. O an bana uymaz deyip oradan ayrılsa Mahir’in az önce söylediklerinden bin pişman olacağından emindi. Bir karo kızı edasıyla gülümsedi Eda ve “varım” dedi. Bana uyar.

“Jeux d’enfants”[46] filmini seyrettin mi diye sordu Eda. Mahir hayır dedi, duymadım bile. Eda izlemesi gerektiğini söyledi, özellikle daha bismillah demeden peş peşe saydığın kurallar ile yaratmaya çalıştığın korunaklı bir oyun alanı -tıpkı çocukken oynadığımız kum havuzları gibi- bende bu filmin bıraktığı tada benzer bir etki yarattı. İyi bir şey söyledim gerilme diye de ekledi.

Sahilden Moda’ya doğru yürüdüler birlikte. Sinemadan, kitaplardan bahsettiler. Bir ara ağaçların arasından denize baktılar, gökyüzü ile denizi ayıran çizgide bir küçük yelkenli tekne gördüler. Duvarın üzerine bağdaş kurup oturmuş bir genç çift konuşmadan öylece duruyordu az ötelerinde. Bankta gazeteye sarılı birasını içen ellili yaşlarda beyaz saçlı bir adam oturuyordu. Etraf hüzün ile doluydu, dokunsan ağlayacak bir kadın tek başına hızlı adımlarla yanlarından geçti. Bahariye’ye doğru yürüdüler. Eski bir apartmanın önünde durdu Eda. Zile bastı, kapı açıldı, gel dedi çıkalım. Boyası yıllar önce dökülmüş, karanlık merdiven boşluğunda bir süre beklediler, bir kapı açıldı. Kimse görünmedi kapıda, sadece bir ses geldi, hadi girin artık.

Salonda pek eşya yoktu, bir kaç koltuk, bir kanepe yerde eski bir kilim, sünger bir yatak ve duvarlarda yazılar, resimler, gazete kupürleri, yerlerde kapakları sararmış kitaplar ve devrilmiş şarap şişeleri, mantarlar, pencere önünde büyük bir saksıda neft yeşili kauçuk çiçeği dışında. Kapıyı açan sesin sahibi kadın hâlâ ortalarda yoktu.

Az sonra “siz keyfinize bakın, biraz işim var benim” diye bağırdı yan odadan kadın. Ama zaten onu çoktan unutmuşlardı.

Pencereden süzülen ışık huzmelerinde uçuşan toz, okyanustaki planktonları anımsattı Mahir’e. Biliyor musun dedi Eda’ya, küresel ısınma besin zincirini tahminlerin çok ötesinde bir hızla bozma eğiliminde. Evet dedi Ela duymuştum, yer yatağına oturdu ve bir sigara yaktı.

Mahir pencere önünde durmuş sokağa bakıyordu. Karşı apartmanın alt katında bir antika dükkânı vardı ve dükkânın önünde kendi kendine sallanan bir koltuk. Sokağın ortasında dibi görülmeyen derin bir çukur vardı, iki yandan gelen insanlar bu çukura düşüyorlardı ardı ardına. Bir çocuk elinde sapanıyla sokak lambasının bulunduğu direğe tırmanmış, ayaklarını direğin tepesine dolayıp aşağı sarkmış sallanıyor. İki kara köpek evin duvarına tırmanıyor. Yaşlı bir kadın yan balkondaki çamaşır ipine kendisini asmış omuzlarından. İki siyam kedisi çatıdan aşağıya bakıyor ve aniden bir çığlıkla pencerenin demirlerine çarpıyor bir yaşlı karga.

Eda sesleniyor gel diye, dönüp yanına gidiyor Mahir. Eğer istersen her şeyi bırakıp seninle gelirim diyor Eda. Elinde içtikçe büyüyen kocaman bir sigara var, ben sana aşık oldum diyor. Yanına oturan Mahir’e sarılıyor. Mahir ben bir yere gitmiyorum ki diye çıkışıyor. Ellerini karnına çektiği dizlerinde sıkıca birleştiriyor.

Az önce gidiyordun ben gördüm diyor Eda. Kulağına yaklaşıyor iyice ve ağzından çıkan alev Mahir’in kulağından giriyor içine. Mahir konuşamıyor bir süre, tam bir kelam edecekken ağzından alev çıkıyor, Eda yaklaşıp alevi dudaklarının arasına hapsediyor önce ve sonra diline alıp yutuyor.

Bir süre göz gözü görmüyor, ta ki duman cereyan ile dağılana kadar, Eda uzanmış halde ama titriyor, dişleri birbirine kenetlenmiş, gözleri dönmüş, yumrukları sıkıca kapalı. Sakin ol geçecek diyor Mahir, Eda’yı kucağına çekiyor ve alnına elini bastırıyor. Böyle ne kadar bekliyorlar hatırlamıyor. Eda’nın kalp atışları normale dönüyor, gözleri görmeye başlıyor. İki damla yaş dökülüyor. Sağ ol diyor, yanıma uzanıp bana sarılır mısın?

O gün ve ertesi gün hava kararana kadar evden çıkmıyorlar. Birileri girip çıkıyor eve sürekli, bir şeyler konuşup, yiyip içip gidiyorlar.  Biri börek getiriyor yalnız, sıcacık. Çay demliyor. Onunla uzun uzun konuşuyorlar. Cebinden bir şiir kitabı çıkarıyor, bildik bir şiiri ilk kez gibi dinliyorlar. Çok seviyorlar, tekrar tekrar okuyorlar.

Evden çıkıp vapura yürürlerken çarşı içinden yarım ekmek arası bol acılı kokoreç alıyorlar. Seni çağırırsam bir gün gelir misin diye soruyor Eda? Mahir nereye diye soruyor? Beşiktaş’a diyor Eda. Çağırdığımda adresi de veririm.

Birlikte vapura binip Karaköy’e gidiyorlar ve yürüyerek Galata’dan geçip İstiklal Caddesi’ne kadar çıkıyorlar. Mahir bir bira içelim diyor. İki bira, birer votka, sonra bir bira daha içip sessizce kendi yollarına gidiyorlar. Meydanda ıslak hamburger alırken tekrar karşılaşıyorlar, hiç konuşmuyorlar bu kez. Elini tutuyor Ela son kez ve hızlıca çekip otobüs durağına doğru gidiyor.

Yaklaşık üç ay sonra telefonuna bir mesaj geliyor Ela’dan. “Yarın akşam, Gül Sokak 29, daire 3”. Mahir sesi duyuyor, pek kendinde değil, damarına sokulan iğne yüzünden rahat hareket edemiyor ve yatağın yanındaki sehpada duran telefona uzanmaya çalışmıyor bile. Eşi gelen mesajı okuyor Mahir’e. Sesler yankılanırken beyaza boyalı duvarlarında odanın, boşlukta kayboluyor bakışları Mahir’in, gri siyah noktalar dökülüyor tavandan. “Kapat televizyonu anne” diyor Mahir, en son kurduğu cümle olduğunu bilmeden ama, “seni de kandırıyorlar”[47].

 

Tribün

Ayşen bir hafta sonu salondaki sofanın üzerinde annesinin ördüğü her karesi farklı renkte battaniyesine sarılmış halde uyurken, ısrarla çalan telefonun kulak tırmalayan sesi ile bir gündüz düşünün içinden yeniden dünyaya döndü. Öfleye püfleye telefonun olduğu sehpaya kadar yürüdü, arayan Kadıköy’den bir arkadaşıydı.

Battaniye sırtında elinde telefon tuvalete gidip soğuk klozete oturdu. Biraz daha kendine geldiğinde telefonun ekranında son arayan numaranın üzerine dokundu.

Ali merhaba, nasılsın, kusura bakma uyuyordum, açamadım. Her şey yolunda değil mi diye sordu. Ali, hadi hazırlan, bilet buldum senin için akşam maça gidiyoruz, Yoğurtçu parkına bekliyorum bir saat içinde seni dedi heyecanla. Ya şey ben şimdi pek uygun değilim dese de Ayşen, Aliço’yu kıramadı. Üzerine hızlıca bir şeyler giydikten sonra çekmecesinin alt kısmından daha önce özenle katlayıp kaldırdığı “kara deryalarda bir fenersin” atkısını çıkarıp boynuna bağladı, metrobüs durağına gelmesi yalnızca on beş dakikasını almıştı.

Söğütlüçeşme’den yoğurtçu parkına kadar sallana sallana yürüdü. Daha çok küçükken babasıyla televizyonda izlediği maçları hatırladı, hemen babasını arayıp bu akşam tribünde olacağını söyledi ve kapatırken çok heyecanlanmamasını tembihledi. Her hafta tekrar etmesine karşın hiç alışılamayan ve her defasında yeniden heyecan yaratmayı başaran bu oyunu seviyordu Ayşen. “Ver Lefter’e, Yaz Deftere” günlerini dedesinden dinlemişti ilk, aile mirası olarak bağlandığı bu renkler kendi şehrine deplasmana geldiğinde, mutlaka maça giderlerdi, hatta maçtan önceki gün heyecandan uyuyamazdı Ayşen.

Yoğurtçu parkına girmeden Alex’e bir selam çaktı Ayşen ve bakkala gitmeyi unuttuğunu hatırlayarak karşı kaldırıma geçti. Beş bira aldı bakkaldan, yaklaştıkça içindeki hisler iyice kıpırdanmaya başlıyordu. Atkıların yoğunlaştığı kalabalığa doğru ilerledi, Aliço’yu gördü sonunda, hemen yanına gitti. Sarılıp kucaklaştılar, hal hatır soruldu, tanıdıklarla selamlaşma, diğer yeni arkadaşlarla tanıştırılma sonrası biralarını açtılar.

İzmir’den, Ankara’dan gelenler var. Maç öncesi duygusu parkın içinde tamamen esir ediyordu insanı ve adımını attığın anda parka artık bambaşka bir dünyanın insanısın. Holigansın, taraftarsın, aşıksın, isyankârsın, savaşçısın, direnişçisin, korkusuzsun artık. Soluduğun hava ciğerlerinde daha farklı işleniyor burada, kuvvetleniyorsun, güçleniyorsun, büyüyorsun.

Yeni beste var diyorlar sonra. İlk göz yaşı düşüyor toprağa gözünden. Hep bir ağızdan söylüyorlar ama bu kez gözlerde hüzün var, isyan var, reddediş var. “Daha 19 yaşında, düşlerinde özgür dünya, öptüğü çubuklu forma yaşayacak anısında, Ali İsmail Korkmaz[48], Fenerbahçe yıkılmaz”. Böyle yaklaşık yarım saat bağıra bağıra söylüyorlar, Ayşen de söylüyor, beynine kazıyor her kelimeyi tek tek. Ali İsmail Korkmaz derken yanıyor yüreği her defasında.

Aliço gidip bir kaç bira daha alıyor, börek, kuruyemiş, boyoz, şarap, votka ne ararsan var burada. Beyler çok içmeyelim uyarıları geliyor, zira maçta lazımsınız. Yaşamayanın anlaması çok güç ama emin olun sağlam elli kişi tribünden bir maçı çevirebiliyor, gerçekten bu oluyor. Çeviremese de ucunda ölüm yok, ertesi hafta yine gelecekler, sevgileri, aşkları azalmıyor. Tıpkı karşı kıyıdaki Beşiktaş’ın Çarşı’sı gibi. İstanbul’da üç takımın taraftarları o gün seslerini, duygularını ve yumruklarını birleştirdiler. Yine olsa yine yaparlar. Bunu hepimiz gördük.  Şiddete, haksızlığa, kibire, aşağılamaya karşı, hepsini bir kenara bırak faşizme karşı nasıl omuz omuza verdiklerini gördük.

Maç saatine bir saat kala topluca yürüyüş başladı stada, herkes en gür sesiyle bağırıyordu yeni besteyi, stat önünde bekleyen kalabalıklardan destek sesleri yükseliyordu, bazısı sadece alkışlıyor, bazısı gırtlağını yırtarcasına katılıyordu.

Tribündeki yerimize çıktığımızda kim nerede nasıl duracak ayarlamaları yapıldı hemen. Biraz oturdular Ayşen’le Aliço, birer sigara sardılar. Birazdan ayağa kalkacaklar ve maç bitene kadar bir daha oturamayacaklardı. Hep birlikte 34. dakikayı beklediler ve tüm ölen, yaralanan, gözünü kaybeden arkadaşları için ve yaşamımıza müdahale etmek isteyenlere karşı haykırdılar, bu kez “her yer Taksim, her yer direniş” ve sonrasında artık bir istanbul united klasiği olan “sık bakalım, sık bakalım, biber gazı sık bakalım, kaskını çıkar copunu bırak, delikanlı kim bakalım”.

Maç sonunda bu kez koridorda polis grubunun önünde tekrarlandı Ali İsmail bestesi. İşte bu arada Olcan’ı gördü Ayşen, gitti koluna girdi.  Tekrar Yoğurtçu Parkına dönüldü, maç sonu değerlendirmesi yapılırken trafik de biraz olsun rahatlıyordu. Olcan da geldi parka Ayşen ile. Beraber döneceklerdi karşıya, bu arada konuşabilirlerdi biraz. Aslında her ikisinin de bu görüşmeye ihtiyacı vardı.

Ayşen kitaptan bahsetmek istiyordu Olcan’a. Aliço ve diğer arkadaşlara hoşça kal deyip ayrıldılar ve parktan Moda yönüne yürümeye başladılar. İskeleye gelene kadar Ayşen kitap ile ilgili söylemek istediklerini hızlıca toparlayıp anlattı. Olcan sadece dinliyordu. Ayşen bitirdiğinde, Olcan istersen bir kahve içip öyle dönelim dedi, benim de sana anlatmam gereken şeyler var.

İskeleye yakın bir kahvehaneye oturdular. Olcan bir türlü konuya giremiyordu ama Ayşen durumu sezinler gibi olmuştu. Sonunda Olcan çözüldü, ben de dedi, bende aynen senin gibi yazıyorum aylardır. Yani yazıyordum, sonra anlamsız geldi her şey, dağıldım, okulu çok boşlamaya başlamıştım. Dersler felaket bir bir noktaya geldi. Bırakmak zorunda kaldım. Madem sen ısrarla devam ediyorsun, hepsini sana vermek isterim, tabi kabul edersen.

Olmaz dedi hemen Ayşen, yani bırakmamalısın, ara vermişsin gibi düşün ve sonra devam edersin mutlaka. Fakat Olcan’ın süngüsünün düştüğünü de gözlerinden görüyordu bunları söylerken. Olcan bu süreçte genç yaşına rağmen oldukça olgunlaşmıştı. Yavaş ve tane tane konuşuyordu, onu ikna etmek oldukça zordu. Çünkü daha savını dile getirmeden, karşındakinin olası tavırlarına karşı destekleyici fikirler de üretip, cümleleri peş peşe sıralıyordu. Araya girmek mümkün olmuyordu gerçekten.

Mahir abi’yi biliyor olman lazım, okudum tüm yazdıklarımı ona dedi Olcan. Bir kaç ay sürdü bu. En son gittiğimde ona da söyledim bırakacağımı. Keşke kızıp bağırabilseydi, saçmalamışsın diyebilseydi. Biliyorsun işte durumu.

Şimdi iyiki karşılaşmışız be Ayşen abla diyorum, gerçekten. Bilemezsin, çok emek verdim, basbayağı uğraştım ve hiç bir yere bağlayamadım.  Ama madem sen de aynı minvalde yazıyorsun, mutlaka okumalısın ve ayrıca istediğin kısmını da gönül rahatlığıyla kullanabilirsin. Yalnız bir şartım var, basılmadan önce mutlaka bana da göstermelisin ve okumam için bir süre vermelisin. Bazı bildiğim şeyler var, daha doğrusu bildiğimi sandığım özel şeyler var, onları ben de yazmadım doğal olarak, ama senin bu konularda bazı çıkarımlarda bulunmuş olman lazım. Babam izler bırakmış, hem kaybolsun istememiş hem de açık açık yazıp değersizleştirmekten korkmuş olmalı.

Ayşen gerçekten çok şaşırmıştı. Hayat sürprizlerle doluydu. Tamam dedi, anlaştık, bana gönderirsin e-posta ile.

Ayşen futbolla başlayan bir günün sonunda sıkı bir delikanlı ile güzel bir sohbet yapmıştı. Tekrar iskeleye doğru yöneldiklerinde, hiç Albert Camus okudun mu diye sordu Olcan’a. Olcan aslında ince bir kitabını okumuştum lisedeyken, ama sorsan şimdi konusunu dahi hatırlamam. Kaleciydi değil mi?

Ayşen Vapur’da Albert’ten bahsetti biraz. Olcan’ı görünüş olarak Albert’e benzetmişti Ayşen. Belki de tribündeyken Albert’in futbolla ilgili söyledikleri aklına geldiğindendir.

Albert aslen Cezayir’lidir. Doğduktan bir yıl sonra 1914 yılında birinci dünya savaşı sırasında babasını kaybetmiş. İspanyol annesi, babası öldükten sonra hizmetçilik yaparak oğlunun bakımını sağlamaya çalışıyormuş. Albert okul dolayısıyla erken yaşta evden ayrılmış. Cezayir Üniversitesi’ne başlamış, o yıllarda bir yandan felsefe eğitimi alırken üniversite futbol takımının da kalecisi olmuş. Ancak sonra hastalık yakasına yapışmış ve futbolu bırakmak zorunda kalmış.

Okuduğu yıllarda bir yandan da çalışmak zorundaymış, yirmi bir yaşında Fransız Komünist Partisi‘ne katılmış bildiğim kadarıyla. Annesinden dolayı olacak o yıllarda İspanya‘nın siyasi durumu ile ilgileniyor, hatta olabileceklerden dolayı da kaygı duyuyormuş. Partide yeterince iyi Marksist-Leninist olmadığı konuşuluyormuş ve partiye girişinden üç yıl sonra Troçkist olduğu söylentileri ayyuka çıkınca partiden atılmış. Bu arada bir tiyatro kurmuş, üç dört yıl sonra kapatmak zorunda kalmış. Verem olduğundan orduya alınmamış ve ikinci dünya savaşının dışında kalabilmiş.

Yirmi sekiz yaşındayken komünist gazeteci Gabriel Péri‘nin gözleri önünde idam edilmesi Albert’in yolunu çizmesinde oldukça etkili olmuş diyebiliriz. Aynı yıl, 1941’de ilk kitapları olan “Yabancı” ve “Sisifos Söylencesi“ni tamamlamış.

Ayşen, Albert’in hayatını anlatırken heyecanlandığını ve bundan oldukça hoşlandığını ilk kez hissetmişti. Öğretmen olsaydım nasıl olurdu diye düşündü içinden. Yalnız Olcan de bayağı keyif almışa benziyordu bu vapur seyahatinden.

Tünel’e yürürken hiç anlamıyorum bu Troçki düşmanlığını biliyor musun diye söylendi Olcan. Ayşen Olcan’a o notu sen de görmüş olmalısın dediğinde, elbette dedi Olcan, defalarca okudum o notları. Sonra dönüp Troçki’yi ve yazdıklarını da okumaya başladım, hâlâ da okuyorum. Biliyor musun, sana bir itirafta bulunacağım, o kadar okumama karşı, Troçki’nin yazdıklarının ana çizgiden hiç uzaklaştığını görmedim, belki de ben anlamıyorum ya da yeterince dikkatli değilim. Yaptıklarına gelince, herkes kendi meşrebince yazmış onun hakkında, kime inanmalıyım bilemedim.

Üzülme dedi Ayşen, ben de aynı noktada sayılırım. Ben de çözemedim tam olarak.

Olcan ayrılırken, “Dirk Kuyt’ın mücadele hırsı ile başladık, edebiyat, şiir, derken Albert Camus ve hatta Troçki konuştuk, sanırım babam da olsaydı çok eğlenirdi” dedi.

Ayşen bir taksi durdurdu. Artık yorulmuştu ve üşümüştü biraz. Açık hava çarpıyor dedi insanı kendi kendine. Gidip iyi bir uyku çekmeliyim diye geçirdi içinden. Taksi şoförü böyle devam edeyim mi abla yoksa gitmek istediğin bir yer var mı diye sormasa, Ayşen’in bir şey söyleyeceği yoktu.

Şoförün bir kaç muhabbet denemesini duymamış gibi yaparak geçiştirdi. Bir kaç ay önce yine bu bölgedeki bir taksicinin Gezi Direnişçileri ile ilgili anlattığı hikâye sonrasında biraz mesafeli durmaya başlamıştı Ayşen taksi şoförlerine. “Ablacım, şimdi bir genç bindi olayların en civcivli günleri ha. Gezi Parkı’na çek birader dedi. Taksiden inerken cebinden bir tomar para çıkardı tamam mı, iki yüzlük hepsi ha, öyle böyle değil yani ablacım. Durur muyum hemen sordum, bu ne parası genç? Genç de dedi ki, bunları gezicilere dağıtıcam birazdan, çok sorma yani kimden filan.”

Ayşen o günlerde bu garip adamın bu kurmaca öyküyü acaba kaç kişiye anlattığını düşünüp sinirleri iyice bozulmuştu. Hâlâ da her taksiye bindiğinde aklına geliyor ve kan beynine sıçrıyor.

Cinayetten de öte

Ayşen gece yarısı ısrarla çalan telefonuna uzandı, Olcan arıyordu. Hemen açtı, olağan bir durum olmadığı kesindi. Olcan heyecanlıydı, kelimeler birbirine karışıyordu, bu telaşlı konuşmanın bir yerlerinde Mahir’i vurmuşlar dedi. Ölmüş. Ayşen gerisini dinlemedi, kapattı telefonu.

Ayşen bir süre yatakta dönüp durdu. Mahir’in ölmüş olduğunu hemen kabullenmişti. Ama kim, hangi sebeple Mahir’i öldürmek isteyebilir ki diye düşünmekten kendisini alamıyordu. Bu arada bir cinayetin kapsama alanına girmişti hiç hayal etmediği halde. Çok yakında kapısı çalınacaktı polis tarafından, bundan kaçışının olmadığını biliyordu.

Bu düşüncelerle kıvranırken uyudu. Sabah kalktığında herhangi bir güne nasıl başlıyorsa öyle başladı o güne de. Duş, hızlı bir kahvaltı, giyim kuşam, hafif bir makyaj ve işe gidiş. Ofise ulaşıp, koltuğuna oturduğunda kendini kötü hissetti, duramayacaktı ofiste, mutlaka Mahir’in evine gitmesi ya da en azından Olcan’la konuşması gerektiğini düşündü. Departman müdürüne, bir tanıdığının ölüm haberini aldığını ve gitmesi gerektiğini, bu yüzden iki gün izin kullanmak istediğini anlatan bir mesaj gönderdi ve kimse ile bir şey konuşmadan ofisi terk etti.

Olcan’ı defalarca aradı ama maalesef ulaşamıyordu. Bu arada bayağı ilerlemişti yürüyerek, üst geçitten karşıya geçti ve bir taksi durdurdu. Mahir’in evine gidecekti. Sıkışık trafikte kazandığı zamanda oraya gittiğinde karşılaşacağı ortama hazırladı kendisini. Polis’ler olabilirdi, ailesi, yakınları gelmiş olmalıydı, kendisini ne olarak tanıtacaktı?  Celal’in arkadaşıydı, öyle söylemesinin bir mahzuru olmayacağına kanaat getirdi.

Evin önünde bir kalabalık vardı. Etrafta konuşulanlara kulak kabarttı. Olay yeri ekibi sabah erken gelmiş ve işini bitirip gitmişti. Berfin’i gördü, şaşkın ve dağılmış bir vaziyetteydi. Yanına gitti ama başınız sağ olsun dedi. Henüz kimse olaya ait bir konu konuşacak durumda değildi. Soruşturma başlatılmış, evde Mahir dışında yaşayanlar, Mahir’in ailesi ve apartman sakinleriyle görüşecekmiş polis.

Az ilerde kaldırımın kenarına çökmüş halde bekleyen Olcan’ı gördü ve o tarafa yönlendi Ayşen. Olcan üşümüştü, belliki sabaha kadar buralarda beklemişti. Hadi bize gidelim, hem dinlenirsin hem de konuşuruz dedi Ayşen. Olcan bir şey söylemeden elini uzattı, Ayşen’den kuvvet alıp ayağa kalktı. Berfin’in yanına gittiler önce, bir ihtiyaç olması halinde mutlaka aramasını, hemen gelebileceklerini söylediler ve Ayşen’in evine gitmek üzere bir taksiye bindiler.

Eve ulaştıklarında Ayşen kahve yapmak üzere mutfağa gitti, döndüğünde Olcan koltukta uyumuştu. Üzerine bir battaniye örtüp, o güne kadar bakmadığı notların üzerinden hızlıca geçmeye başladı. Ümitsiz bir arayış olduğunun farkındaydı ancak en azından bu maddenin üzerini çizmiş olacaktı.

Sahi kim nefes alıp vermekten başka bir eylemi olmayan bir insanı öldürmek ister? Ayşen sadece vurulduğunu duymuştu, ayrıntıları uyandığında Olcan’dan dinleyecekti. Mahir kendisini vurdurmuş olabilir miydi? Ama nasıl, nasıl anlatabilirdi bunu? Ayşen’in bildiği kadarıyla iletişim kurabildiği iki üç insan vardı sadece. Hatta kendisi de bu gruba dahil edilebilirdi. Ancak sorulan sorulara evet ya da hayır diyen bir insanın kendi intiharını planlaması ve uygulaması elbette mümkün olamazdı.

Hayır, ondan intikam almak isteyen birisi varsa onu öldürmek istemez, kesinlikle istemez. Bu şekilde yaşayarak zaten çok daha fazla cezalandırılmış olmaktadır. Ölüm Mahir için gerçekten kurtuluştur.

Olcan yapmış olabilir miydi? Berfin? Eski karısı? Geçmişte kalmış bir aşk hikâyesi? Apartman görevlisi? Acaba yüklü bir miras, sigortadan alınabilecek bir tazminat ya da benzer bir konu olabilir miydi? Hiç mantıklı değil.

Eski bir siyasi hesaplaşma olabilir miydi? Bir pazarlık sonucu kendisini öldürtmüş olabilir miydi? Ama neden bu şekilde olsun. Bir şırınga ya da bir bardak ilaçlı su ile kolayca halledilebilecek bir konuyken, neden vurularak öldürülsün felçli bir insan.

Olcan uyandığında, Ayşen’i bilgisayarı kucağında başını koltuğa yaslamış uyuyor halde buldu. Üzerindeki battaniyeyi Ayşen’in üzerine örttü usulca ve sessizce banyoya gitti. Elini yüzünü iyice yıkadı, biraz daha iyi hissetti. Mutfağa uğradı, makinede kahve vardı, kendisine bir kupa alıp doldurdu. Şeker aradı bulamadı, tezgâhtaki süt şişesinden biraz süt koydu ve salondaki kütüphanenin önüne geldi. Kitaplar yayınevlerine göre sıralanmıştı. Acaba yazarlarına göre sıralansa daha mı iyi olur diye düşündü. Babasının kitaplarını hâlâ kolilerden çıkarmadığını hatırladı. Daha ne kadar bekleyecekti?

Ayşen hızla düşme hissiyle panikleyerek uyandı, hafta içi uyanıp da kendisini evinin salonunda bulunca irkildi biraz, daha kendisini toparlamadan kütüphanenin önünde Olcan’ı görünce çığlığı bastı.

Olcan’ın daha çok korktuğunu söylemeliyim. Benim abla benim, Olcan, derken sesi titriyordu. Ayşen teslim olur gibi kollarını kaldırdı ve pardon pardon özür dilerim Olcan, seni de korkuttum değil mi?

Kahve kalmış mıydı?

Pencerenin önündeki karşılıklı koltuklara oturdular, Ayşen kendisine bir kahve daha yaptı, dünden kalma kurabiye ve küçük kanepeleri bir tabağa koyup koltukların arasındaki sehpanın üzerine koydu.

Hadi dökül bakalım dedi Olcan’a. Durum nedir? Ne yapacağız şimdi? Devam edecek miyiz yazmaya?

Olcan pencereden aşağıdaki bakkalın önünde duran polis arabasına kilitlenmişti. Polis birini soruyor olmalıydı, bakkal arabanın açık camına eğilmiş bir şeyler anlatıyordu. Bu kadarı paranoya için yeterli mi abla dedi? Ayşen bu kez sert çıktı, bir kez daha abla dersen bu konuşma burada bitecek. Sürekli hatırlatmak zorunda mısın yaşımı?

O gün okuldan çıktık ve bir kaç arkadaş bir süre yürüyüp muhabbet ettik. Bilirsin işte okul sonrası eve mümkün olduğunca geç gitmek ve arkadaşlarla daha fazla zaman geçirmek için uğraştığımız günlerden biriydi. Tekel bayiinden bir kaç bira almıştık, Maçka Parkı’na indik yürüyerek. Sonra işte devamı geldi, bir arkadaşı yolladık, bir poşet dolusu bira daha aldırdık. Akşam hava karardıktan sonra eve döndüm ve hemen yattım.

Buraya kadar her şey oldukça olağan görülüyor.

Gece yarısı inanılmaz bir susuzlukla uyandım, boğazım kurumuştu, yanıyordum, acıkmıştım da. Yataktan çıkıp mutfağa girdim. İşte soda vardı, limon sıktım biraz ve limon-soda yaptım, dolapta önceki günden kalan bir şeyler vardı, diye devam ederken, Ayşen eliyle geç geç bunları der gibi hareketler yapıyordu.

Sonra çalışma masama oturdum. Bilgisayarımı açtım, bir ton e-posta gelmişti, şöyle hızlıca göz gezdirirken biri dikkatimi çekti.

Bu gece tanıdığın biri ölecek. Umursamadım önce, kötü bir şaka diye düşündüm. Ama sonra benim ilk e-postayı okuduğum bilgisi karşı tarafa ulaşınca –ben öyle tahmin ediyorum- diğerleri peş peşe gelmeye başladı.

Hikâye oldukça karışık ve ben çözemedim, sana o e-postaları göstermem gerekiyor. Ama hemen onlara bakmanı istemiyorum. Önce olayı bir dinle.

Gece üç dört sularında kapı zorlanmadan açılmış, zaten tahmin edeceğin gibi senin de, evde Mahir’den başka kalan yok gece, akşam on buçukta Berfin çıktıktan sonra sabah yedi buçuğa kadar yalnız Mahir. Bu aralıkta yatıyor Mahir yatağında. Aslında başlangıçta gece de birileri gelip kalmış bir süre, ama genellikle bir kaç hafta içinde işi bırakmışlar, zaten onlar da zamanlarını uyuyarak geçirdiklerinden, Mahir için bir faydaları olmuyormuş.

Kapıyı içerden kilitleme ya da anahtarı üzerinde bırakma şansı da yok, gerçi bunu da rahatlıkla halledebildiklerini çilingirlerden bilmen lazım.

Üst katta yalnız yaşayan bir kadın gece evden gelen konuşma seslerinden rahatsız olmuş. Hafta sonları Mahir’in arkadaşları ya da ailesinden birileri geldiğinde geceleri hayli ses oluyormuş ve bundan da şikâyetçiymiş zaten. Ama hafta içleri mezarlık kadar sessiz daireden son bir kaç gündür gece yarıları garip sesler duymuşmuş. Bunları olduğu gibi ilk gelen polislere anlatmış kadın, her ne kadar polisler şimdi değil, ilgili arkadaşlar daha sonra gelip sizi dinleyecek deseler de, kadın onları duymamış gibi içindekileri dökmüş bir çırpıda.

Karşı komşusu hakkında pek bilgimiz yok, yılda bir kaç kez eve uğradığı olurmuş zaten ve bir süredir gören duyan olmamış.

Daimi bir apartman görevlisi yok, sadece merdiven temizliği ve çöpleri toplamak için gelen, ilkokul çağında iki çocuğu olan genç bir kadın var. O da saat sekizde çöpleri almış ve bir daha uğramamış.

Alt katta öğrenci gençler var. Onlar gece geç yatarlar genelde, bazen aksine çok erken yatarlar bilirsin işte, bazen de eve gelmezler. Dün gece bir başka arkadaşlarında kalmışlar, tesadüf işte. Ama onlar da bir önceki gece üst kattan gelen sesleri garipsemişler ama kısa süre sonra kesilince ilgilenmemişler.

Evde salon ve Mahir’in yatak odasında kameralar var ve kayıtları bir güvenlik firması tutuyor. Polis firmadan iki haftalık kayıtları talep etmiş ve firma ulaştıracağını söylemiş. Aslında firmanın bu kamera görüntülerini sürekli izleme sorumluluğu var, bunun için hiç azımsanmayacak bir para alıyorlarmış.

Olcan bu görüntülerin işe yarayacağını pek düşünmüyor çünkü, eve ilk ulaşan polisler evden çıktıklarında kameraların kırılmış olduğunu söylediklerini Berfin’den duymuş. Esas olarak Mahir’in gece yalnız kaldığı saatlerde yaşayacağı sorunları anında öğrenip müdahale etmek için kurulmuş bir kamera düzeneği olduğundan, kameralar hiç gizlenmemiş ve herkesin görebileceği yerlerde bulunuyormuş.  Büyük olasılıkla giren kişi ya kişiler önce yüzleri kapalı halde kameraları etkisiz hale getirmiştir.

Olcan’ın bir çırpıda anlattıklarını düşününce olayın çok kolay aydınlığa çıkamayacağını düşündü Ayşen. Peki dedi gelen e-postalarda ne yazıyor, bir ipucu var mı? Seni nereden bulmuşlar, neden sana göndermişler, bir başkasına da göndermiş olabilirler mi diye sordu.

Olcan e-postaları açmak için bilgisayarı aldı, iki üç dakika sonra Ayşen’e gel kendin oku dedi. Toplam dört mesaj gelmişti. İlki akşam saatlerinde gelmişti ama ben eve gelip yattığımdan ancak gece yarısı uyandıktan sonra görmüştüm onu. Kötü bir şaka olduğunu düşündüm ve takılmadım hiç. Ancak hemen akabinde ikinci mesaj geldi. Anlamadın galiba diye yazıyordu e-postada. “Merak etmiyor musun? Kim ölecek?”

Ben de kim ölecekmiş diye yanıt verdim. Üçüncü mesaj bir kaç dakika sonra geldi.

“Bir saat sonra öğreneceksin nasılsa, biraz merak et bakalım.”

Bir saat sonra son mesaj da ulaştı. “Mahir öldü, başın sağ olsun.”

Hemen 155’i arayıp gelen mesajları ilettim ve hemen toparlanıp evden çıktım, taksiyle Mahir’in evine gittim. Polisler gelmişti bile, yaklaşıp biriyle konuştum. Beni amirlerinin yanına götürdüler, birlikte daireye çıktık. Mahir yatağında kanlar içinde yatıyordu, başından vurulmuştu. Komşular silah sesi duymadıklarını söylüyorlardı. Ben içeride duramadım, kendimi dışarıya zor attım.

Evden herhangi bir eşya alınmamış, zaten bir hırsızın ilgisini çekebilecek hiç bir şey yoktu evde biliyorsun sen de. Susturuculu bir silah kullanılmış, bayağı profesyonel bir iş diyorlar.

Peki ama neden bana bu e-postalar geldi? Neden eski eşine değil, arkadaşlarına değil de bana? Mahir Amca’nın geçirdiği felç sonrası kaldığı evine 3 ay boyunca düzenli olarak her Pazar gitmiştim. Bunun öncesinde yıllarca hiç görüşmemiştik. Bu cinayeti işleyenler her kimse, beni bu son üç aylık gidiş gelişlerimden dolayı belirlemiş olabilirler. Ama herhangi bir şey talep etmemeleri ve sadece cinayeti bilmemi istemelerine bir anlam veremiyorum.

Ayşen de şaşkındı bu olan biten yüzünden ve polisin bir araştırma yürütmesi halinde bir şekilde kendisinin de dinleneceğini düşünüyordu. Rahatsız olmuştu aslında, Mahir’le tek ilgisi yazdığı kitaptı ve polisle görüşürse şayet bu kitabın kaynağı notları görmek isteyeceklerdi kuvvetle muhtemel. Bunun olmasını hiç istemiyordu. Beklemekten başka bir yol yoktu önünde. Olcan’a de bunu söyledi. Bekleyeceklerdi.

Olcan açısından olay biraz daha çetrefilliydi. Bu adamlar Mahir’i -sebebi her neyse artık- öldürmüşlerdi, sırada bir başkası olacak mıydı, yoksa görev tamamlanmış mıydı ve Olcan’ın peşini bırakacaklar mıydı?

Olcan tüm yazdıklarını Ayşen’e devrettikten sonra kendisini okula ve derslerine vermişti. Ama bela bazı insanların peşini bırakmıyordu işte. Yine konsantrasyonu bozulacaktı.

Mahir ölürken dahi bir oyunun içinde olmayı başarmıştı diğer taraftan. Mutlaka bu oyuna dair bir şeyler bilen birileri vardı etrafta, ama nasıl ortaya çıkacaklardı? Neden çıksınlardı? Bu olayın en mutlusu da Mahir olmalıydı. Bu “yaşama illeti”nden bir şekilde kolayca kurtulmuştu.

Öldüren her kimse, bir kadın ya da erkek, şu an bizler gibi nefes alıp veriyordu. Onun gözüyle işlenen cinayet ya da öldürme eylemi oldukça basitti mutlaka. Yastığı kafasına bastırıp tetiğe basmıştı. Yastığı kaldırıp işini layıkıyla yaptığını gördüğünde  “işte bu kadar” mı demiştir, yoksa “ne yaptım ben” deyip mide spazmı mı geçirmiştir şu an tahmin bile edemiyoruz.

Ayşen Mahir’in öldürülüşüne bir neden bulması gerektiğine karar verdi tüm bunları düşünürken. Gerçek ortaya çıkardı ya da çıkmazdı elbette. Ama Ayşen saçma da olsa bir sebep ortaya atacak ve aksi ispatlanana kadar kafası rahat olacaktı. Bunu Olcan ile de paylaştı. Olcan bunu anlamamış ve kabullenememişti. Ne demek oluyordu bu ve ne gerek vardı?

Ayşen söyle dedi yarım ses kaydırarak sesini, “gerçeğin ortaya çıkmasını bekleyecek kadar genç değilim artık, hem benim hoşuma gitmeyecek bir oyun da olmaya niyetim hiç yok”.

Olcan üstelemedi, peki dedi, senin fikrin, katılmıyorum ama saygı duyuyorum. Benle irtibat kuracak olurlarsa sana mutlaka bilgi vereceğim.

Bu arada Mahir amcanın ne iş yaptığını biliyorsun değil mi diye sordu Ayşen’e Olcan. Ayşen şöyle bir düşündü, Celal’in bu konudan bahsedip bahsetmediğini hatırlamak için zorladı kendisini ama çıkaramadı bir şey. Yok dedi, bilmiyorum. Ne iş yapıyormuş?

Üniversiteden mezun olduktan sonra kamuda memur olarak işe başlamış dedi Olcan, on yedi yıl kesintisiz çalışmış, sonra gürültüsüz patırtısız işi bırakmış, emekli oldum demiş etrafa. İşte tüm bildiğimiz bundan ibaret. Bu on yedi yıl boyunca –yakın tanıdıkları da dahil- kimse onu yaptığı işle ilgili olarak bir kurumda, bir binada ya da hepsini bırakın sokakta dahi görmemiş. Ailesi ile hiç bir iş arkadaşını tanıştırmamış.

Tam bir muamma dedi Ayşen. Babanla üniversiteden mi tanışıyorlardı diye sordu?

Sanmıyorum. Babamın notlarında –fark ettiysen- bir çocuğun gözünden İstanbul’da bir kenar mahalleye ait bir şeyler vardı. Babamla Mahir amcanın tanışıklığı o dönemlerden olabilir diye düşünüyorum ama yanılıyor olma ihtimalim de az değil.

Mahir amca hastaneye kaldırıldığı sırada ailesi hastanedeki resmi işleri takip ederken ilk kez bazı evrakla karşılaşmış. Gerçekten emekli olduğu kayıtlarda varmış. Felç sonrası emekli maaşını kendisi alamayacağından sosyal güvenlik kurumuna müracaat etmiş eski karısı, orada sormuş memura, hangi kurumdan emekli gözüküyor Mahir demiş? Kadın biraz aramış ama bulamamış. Yok demiş yazmamışlar, istihbarat teşkilatından olmasın?

Ayşen zor soruları sona bıraktığı o saçma sınavlardaki gibi, bu cinayeti çözme işini bir süre askıya almaya karar verdi. Nasılsa bir süre sonra Olcan ile irtibat kuran görünmez şahıslar bir şekilde tekrar ortaya çıkacak diye umuyordu. Kafasını daha fazla karıştırmadan vaktini kitabın kalan kısmına harcayacaktı.

Olcan açısından olayın kolaylıkla geçiştirilmesi elbette mümkün değildi. Gençliğinin verdiği enerjisi maalesef gücünün çok üzerinde yükleri sırtlanmak zorunda olduğundan iyice tükenmekteydi. Ayşen’in tavsiyesine uyup bir süre okula ve derslerine dikkatini yoğunlaştırmasın iyi olacağını o da benimsemişti. Babasının notlarını tamamen okumuş ve kendince irdelemişti. Gördüğü baba ile okuduğu babanın aslında ne kadar farklı iki insan olduğunu anlaması onun için en önemli çıkarım olmuştu. Sadece bu çıkarım dahi onun hayata çok daha farklı bakmasına yol açacaktı artık. Biraz daha olgunlaşmış hissediyordu kendisini.

Baba ile fikri anlamda çatışması ve mücadelesi – her ne kadar hiç açığa çıkmamış, dillendirilmemiş ve hep kendi kafasının içinde olsa da- bir şekilde mutlu sonlanmıştı Olcan açısından. Kalan hayatında her başarısızlığında, kaybedişinde ya da düştüğünde işin kolayına kaçıp ailesini suçlayanlardan olmayacaktı ki bu bile tek başına bir genç adam için büyük bir adımdı. Aile hezeyanları ile kaybedeceği zamanını çok daha keyifli ve üretken geçirebileceğini biliyor olmanın rahatlığı yüzüne yansımıştı sanki.

Okuldaki arkadaşları ile her alkol seansında barajı aşanların tekrar tekrar anlattıkları -aslında temelde birbirlerine çok benzer ve anlatanın gözlerini yaşartan- hikâyelerini gülerek dinleyecekti bundan sonra. Ölüm ise iyice basitleşmişti gözünde. Ne zaman geleceği belli değildi, nasıl olacağı ise tam bir muamma. Ölümü beklemenin ya da ölümün sonrası için kendisini hırpalamanın nafile bir uğraş olduğunu hem okumuş, hem de yaşayarak deneyimlemişti. Göz yaşlarının da bir sonu olduğunu, bedenin bir insanı ancak belirli bir sınıra kadar ayakta tutabileceğini, bilincin ise doğrudan bedeninin durumuna göre şekillendiğini biliyordu.

İnsanı doğrusal bir denklem kabul edip her koşul altında aynı ya da benzer eşitlikler elde etmenin saçmalığını da öğrendi. Tek tipleştiren tüm öğretilerle savaşacaktı ve tüm genellemecilerden, toplumdan ya da kişilerden makro ya da mikro sonuçlar çıkaranlardan, herkesin benzer şekilde hareket etmesi gerektiğini düşünenlerden uzak durması gerektiğini çok çok iyi anlamıştı.

Velhasılı kelam; yan yollara sapmadan, etki altında kalmadan, zayıflıklarından kaçmadan, mümkün olduğunca etrafında dönen olayların farkında olarak, doğrudan yaşayacaktı Olcan.

Bu yolun eninde sonunda kendisini tekrar uçurumun kenarına sürükleyecek bir aşka çıkaracağını bilmeden, bir süre daha güçlü hissederek yaşayacaktı -en azından-. Hüzünden kaçışın olmadığını da öğrenecekti zamanla.

Hava iyice kararmıştı ve odanın lambaları yanmıyordu. Olcan Ayşen’in koltukta uyuduğunu fark etti ve onu uyandırmamaya çalışarak sessizce çıktı evden.

Olayın üzerinden kırk gün geçmişti ki Olcan esrarengiz bir e-posta daha aldı kimliği belirsiz birinden. Mahir’i iki kadının ölümünden sorumlu tutan birileri ya da isimsiz bir örgüt tarafından öldürmüştü. Olcan okuduğu bir takım kitaplarda bazı örgütlerin geçmişte yaşadıkları olayların takipçisi olup, eninde sonunda ceza kestiklerini biliyordu ancak Mahir’in böyle bir olayla nasıl bir alakası olabilirdi, bir bağlantı kuramadı. Belki de yanlış kişiyi vurmuş olabilirler diye düşündü.

Büyük olasılıkla Mahir’in yaşadığı yeri tespit ettikten sonra bir süre izlemiş olmalılar ve o dönem Olcan’ın Mahir’i sıkça ziyaret ettiği döneme rast gelmiş olmalı. Cinayet öncesi Olcan’a e-posta ile bilgi verilmesi aslında cinayetin devrimci bir örgüt tarafından yapılmadığını gösteriyor. Örgütlerin katı kuralları olmalı, hele ki bir intikam eylemi için.

Cinayetten önceki gece daireden gelen sesler ise muhtemelen Mahir’in durumunu yakından görüp tam olarak o ân anlayan müstakbel katilin, iletişim kuramadığı bir insanı öldürememesinden kaynaklı olmalı. Bunun erdemli bir öldürme eylemi olmayacağını düşünmüş olabilir. Ancak ertesi gün işin içinden çıkamayıp başladığı işi bitirme sorumluluğu ile Olcan’a bir e-posta göndermesi, hatta gönderdiği e-postanın -okunup okunmadığını takip etme becerisine sahip olması da gözden kaçmamalı- ardından gönlü rahat olarak Mahir’i öldürdüğü anlaşılıyor.

İlk gün kamera kayıtlarında görülen ve başında sekiz köşe şapkası ile loş odada kimliğinin belirlenmesi imkânsız bu adam her nedense güvenlik şirketi elemanlarınca ya fark edilmemiş ya da emniyetsiz bir durum olarak yorumlanmamış.

Sonuçta hala gizemini korusa da, doğru olup olmadığını hiçbir zaman öğrenemeyeceğimiz –ama en azından- bir nedeni olduğunu bildiğimiz fiyakalı bir cinayete kurban giden, aslen bir ölüden çok az farkı kalmış olan Mahir amcanın ebediyete göçü, yaşamından çok daha renkli oldu diye yorumlamıştı Olcan olayı.

Ayşen açısından ise durum daha anlaşılırdı artık, zira -üstü kapalı olsa da- hep fark ettiği kelimelerin arasından taşan hüznün asıl kaynağı dosdoğru ve apaçık anlatılamayanlar ve yazılamayanlardı.

Öyle ya bazen olayın ta kendisi o kadar yaralayıcıdır ki, o olaya gerçekte kimin ya da neyin neden olduğunun hiç önemi kalmaz. Ben yapmadım diyemezsin, işte görmek hatta duymak ve olayın akışını değiştirememek sizi de en az gerçek bir suçlu kadar suçlu yapar.

Yirminci ve yirmi birinci yüzyıllarda masumiyetten bahsetmek ya da ben masumun demek, insanın kendisini ve etrafını kandırmasından, açıkça yalancılık yapmasından başka bir şey olamaz. Ölenler, öldürenler ve hayatta kalanlar arasında düşünsel benzerlik dramatik boyuttadır ve aralarında incecik şeffaf bir sınır vardır.

 

Irak

Mahir sabah erken bir saatte alana gitti, çekin kontuarlarına kadar uzayan kuyruğu ve nihayetinde güvenlik kontrollerini bir bir sabırla aşıp Diyarbakır uçağı için bekleme salonuna ulaştı. Yanında orta boy bir valiz ile küçük bir sırt çantası vardı ve her ikisini de yanına almıştı. Tabi bir de iki yılda bir pasaportunda sayfa kalmadığı için yeni pasaport çıkarmak zorunda kalan eski devlet memuru –bir zamanlar aynı kurumda çalışmış oldukları rivayet olunan-, son bir kaç yıldır müşavir – yeniler danışman diyor- arkadaşı vardı, Nihat.

Defalarca uçmuşlardı birlikte, her gittikleri yere yıllar önce tekrar tekrar gittiklerinden artık bir önceki sefer ile nelerin farklılaştığını dahi paylaşmıyorlardı. Hiç konuşmadan birbirlerini tamamlayan ikiz kardeşler gibi görünmez bir reçeteye göre hareket ediyorlardı.

Anons yapıldı, geniş aksı olan hava alanları için üretilmiş o garip otobüslerden biri ile uçağın yanına kadar geldiklerinde, nemli ve soğuk İstanbul havası, üzerindeki kat kat giysilerin açıklıklarından içeriye girip az önce haddinden fazla ısıtılan bekleme salonunda terlemiş olan bölgelerini yoklayacaktı Mahir’in. Elinin tersini kabanının açık olan ön kısmından beline doğru uzattı, ceketinin altından gömleğine dokundu, ıslaklığı hissetti. Seyahatlerde hasta olmak istemezdi Mahir. Uçağa girer girmez ıslanmış atleti ile vücudu arasındaki teması kesmek için çantasından çıkardığı kâğıt mendilleri etrafa çaktırmadan bel bölgesine sokuşturdu.

Diyarbakır’ın buz gibi sabah ayazını hissettikleri anda tam olarak uyandılar bir uçuş rüyasından daha. Bundan sonraki kısmı kara yolu ile devam edeceklerdi. İşe ait bir heyecanları yoktu, kendiliğinden yoluna girecekti her şey yine. Nihat’ın deyimiyle Kuzey Irak, Mahir’e göre Kuzey Kürdistan sınırından başlayacak seyahatleri Basra Şattülarap’da son bulacaktı. Basra hava alanından uçakla döneceklerdi İstanbul’a.

Önce Mardin’e gitmek üzere bir taksiciyle pazarlık yaptılar. Bir saatlik yolda neredeyse hiç konuşmadan geçirdiler. Taksiden indikleri yerde bir diğer taksiye binip sınıra gideceklerdi. Çok beklemeden onu da ayarladılar ama bir çay içip öyle gidelim dediler, yeni taksi şoförü de bir sigara yakıp derin bir nefes çekti içine, neredeyse hiç duman çıkarmıyordu dışarıya. Bazı dertler sadece kendine aittir işte, sorsan sana bin dert anlatır ama aslı içindedir, ondan bahsetmez.

Sınırda klasik kontrollerden hiç sinirlenmeden, sakince geçtiler. Mümkün olduğunca dediklerini yaparsan sana fazla ilişmezler. Selam verip selam alacaksın, hal hatır soracaksın, samimi olacaksın, üstten bir tavır takınıp ortalığı germenin sonu beladır.  Kafayı takarlarsa süründürürler bir kaç saat, elbette bir kaç telefonla çözersin ancak hiç gerek yok.

Mahir insanı sever, buranın insanını iki kat sever. Açığa vurulmamış bir suçluluk hissi midir bunun altında yatan tam anlayamazsam da, hep iyi şeylerden iyi şekilde bahsetmiş, hep iyi tarafından bakmış.

Celal’e gönderdiği iki uzun e-postaya eklenmiş iki metin dosyasında Mahir’in kendi yazdıklarıyla ilk kez karşılaşınca, Celal’den çok farklı bir tarzı olduğu hemen ortaya çıkıyor. Celal ne kadar dağınık ve kaostan beslenen bir yazıcı ise, Mahir de tam tersine, askeri bir disiplinle ve hep kendisini olan bitenden soyutlayarak, olayları genelleştirerek, akademik bir makale ya da rapor biçiminde yazmayı seçmiş. Bu bir seçim mi tartışılır, belki de geçmişte aldıkları eğitim ile doğrudan ilintilidir.

Elbette Ayşen bu özel yazıları buraya aktarmayacak. Aslında aktarsa da kimseye bir zararı olmayacaktır ama faydası da olmayacaktır. Bu iki metin üzerinde Olcan da oldukça fazla durmuş. Hatta tüm yazdıklarını bu iki metin üzerine kurmaya çalışmış. Ancak kısa süre sonra istediği noktaya hiç bir zaman ulaşamayacağını anlayıp, fikrini değiştirmiş.

Bu bölge böyledir işte demiş Celal Mahir’e yazdığı yanıtta, çoğu şey Mezopotamya’dan doğmuştur hayatımıza dair ve hâlâ da doğmaktadır, ancak oraya gidip -tam da oradan- baktığımızda kendimizi dahi tanıyamayız. İbrahim Peygamber’in piramide benzer evinin tepesinden güneşin batışını seyrederken gördüğün barışı getirenlerin değil, barışı çocuk çoluk çocuk, kadın erkek katledenlerin tozu dumanıdır kızıllığın etrafında.

İdil ve Cizre’yi geçtikten sonra Silopi’ye geldiler, şehir merkezinde bir markete uğrayıp ufak tefek atıştırmalık ıvır zıvır, kuruyemiş, bisküvi, gofret ve bir kaç şişe su alıp çantalarına koydular. Habur sınır kapısında taksiden bu kez valizleri ile indiler,  teşekkür ettiler şoföre, onun da hayır duasını alıp ayrıldılar.

Buralarda insanların dillerinden dua eksik olmuyor. Ama haklılar kendilerince, bugün gelinen noktada Azrail’in fazla mesai yaptığı, geçmişte -kadim zamanlarda- neredeyse tüm dinlerin doğduğu bu tarifsiz ve talihsiz topraklarda yaşıyorlar.

Habur’dan Erbil’e itmek üzere ayarladıkları araç bayağı lükstü, bunun için bir kaç on dolar fazla verdiler. Yol olağan koşullarda üç dört saatte alınabiliyor ancak maalesef bu ara kontrol ve güvenlik noktaları yüzünden kaç saatte Erbil’e ulaşacakları belli değil.

Nihat türkmen şoföre karnının aç olduğunu söyledi, öyle ya öğlen yemek yememişlerdi. Yol üstünde tıka basa doyacakları lezzetli yemekler yapan yerler vardı. Temizlik ve hijyen hassasiyetini Diyarbakır Havalimanı’nda bırakmazsanız hem aç kalırsınız, hem de hasta olursunuz. Su konusunda dikkat ederseniz –kesinlikle kapalı pet şişelerde kullanmak lazımdır- ve doğrudan ateşte yapılmış yiyecek seçerseniz sorun olmaz. Tabi her daim fokur fokur kaynayan çorbanın ve sup dedikleri et suyunun kimseye bir zarar verdiği görülmemiştir. Aslen özellikle mideniz ve bağırsaklarınız bölgenin koşullarına alışana kadar kısa bir süre sorun yaşamanız muhtemeldir. Ancak eşiği geçtikten sonra, tadacağınız lezzetleri de dünyanın hiç bir yerinde bulamazsınız.

Hem Mahir hem de Nihat bu bölgenin hiç yabancısı değildi,  rahat hareketleri etraftan sempati topluyordu ve her gittikleri yerde kendilerine özel ikramlar oluyordu.

Türkmen şoförün türkçesine alışmak bir yarım saatimizi aldı, ama o artık alışmış İstanbul türkçesine, özellikle tv dizilerinden sonra. Eskiden diyor bir İstanbullu geldiğine anamın, atamın konuştuğu dil olmasına karşın anlamazdık, samut gibi bakardık öyle. Ama şimdi iyi çok iyi anlaşabiliyoruz. Türkmenlerin güzel bir anlatma biçimi var, kürtçe ve arapça ile karışmışlığı da vardır elbette o da ayrı bir zenginliktir, ama o ağız ve kelimelerin bölgenin şartlarında eğilip bükülmesi gerçekten insanı etkiliyor.

Bir de teknik konularda pek kullanılmıyor tabi, ingilizce tercih ediliyor arapça bilen yoksa genelde.

Şoför kamyonların çevrelediği küçük bir kebapçı önüne çekti arabayı. Tecrübeli iseniz önce yemek yer sonra tuvalete gidesiniz, ilk kez geliyorsanız otele kadar beklemeniz en iyisidir ama bu pek mümkün olamıyor genellikle. Sıralamayı ters yaparsanız yemek yemeniz mümkün olmayabilir. Ama bu bölge insanını aşağılama anlamında söylenmiş bir şey değil, kesinlikle değil. Bu durum tamamen imkânsızlıklarla ilgili. Benzer durumlarla Anadolu’nun batısında da rastlamışlığımız vardır. Bunun bir sebebi de ortalıkta hiç kadın olmaması, kadının olmadığı yerde gerçekten işler sarpa sarıyor. Korku yaşamayan erkek temizlikten imtina ediyor.

Şimdilerde petrolden payını almaya başlayan Kürdistan topraklarında batıdakilere taş çıkaracak yol üstü mekânları da var artık. Ancak oralarda da bu lezzetleri bulmak mümkün olmuyor maalesef.

Erbil’e vardıklarında saat akşam sekize geliyordu. Lüks bir otele yerleştiler. Yol ikisini de sarsmıştı, sabah saat sekizde kahvaltıda buluşmak üzere kavilleşip, odalarına çekildiler.

Yolculuğun ilk günü bekledikleri gibi oldukça yorucu geçmişti. Buna alışkındılar, sıcak bir duş ardından deliksiz bir uyku ile yeniden enerjilerini toplayacaklardı.

Sabah sıkı bir kahvaltı sonrası kendilerine tahsis edilen şoför gerekli izin belgeleri ile geldi. Yolculuğun bundan sonraki kısmını CD çalardan İbrahim Tatlıses ve radyodan özellikle güvenlik noktaları geçişlerinde kuran okunan dini içerikli yayınlar dinleyerek, lüks bir araç ile sürdüreceklerdi. Ellerinde uzun bir liste vardı ve tüm görüşmeler ile saha ziyaretleri için de beş günleri. Bağdat’ta bir Iraklı iş adamı ile buluşacaklardı. Bağdat’a gitmeden yol üzerinde Kerkük’te bir tesise uğrayıp yakın bir tarihte yapılması planlanan tevsii yatırıma ait ihale ile ilgili ön bilgi alacaklardı.

Öyle de yaptılar. Bu görüşme ve saha ziyareti yarım günlerini aldı ve Bağdat’a doğru yola koyuldular. Yaklaşık üç yüz kilometreyi çok büyük olasılıkla beş saat civarında alacaklardı. Yol keyifli değildi, pek manzara olduğu söylenemez, tabi en can sıkıcı durum güvenlik noktalarında uzayıp giden araç kuyruklarında beklemekti. Mahir onca tecrübesine karşın bir kontrol noktasında çalan telefonunu gayrı ihtiyari açınca Iraklı askere yakalandı. Hemen telefonu ve pasaportunu aldılar, aracı boş bir alana çektiler. Ali, şoförümüz, peşlerinden gitti. Aradan bir süre geçtikten sonra Mahir’i çağırdılar.

Kapısı penceresi olmayan yıkık dökük tek katlı iki odalı bir binaya gitti Mahir. Arka odada yerde bir sünger yatak ve üzerinde rengi tamamen solmuş bir yorgan vardı. Kısa boylu beyaz tenli, hafif şişmanca asker sürekli konuşuyor, ağzından tükürükler saçarak bağırıp çağırıyor, elindeki pasaportu gösterip bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Mahir bir kelimesini dahi anlamadığından sessizce, hiç heyecanlanmadan, tepki vermeden sakince dinliyordu. Hani bıraksan adam ömrünün kalan kısmını bu şekilde histerik bir fasit daireye kapılmış halde geçirecek gibiydi.

Ali biraz daha bekledikten sonra askerin kulağına eğildi, Mahir’in anlayamadığı bir şeyler söyledi. Asker sustu birden, ama hâlâ son yıllardaki tüm çektiği sıkıntıların sebebi Mahir’miş gibi sinirle bakıyordu etrafa. Ali bir yüz dolar sıkıştırdı askerin cebine, pasaportu ile telefonu aldı ve askerin elini iki elinin arasına alıp teşekkür etti. Sonra Mahir’e dönüp yallah dedi, birlikte dışarı çıktılar.

Mahir askerin sinir krizi geçirip, silahını çekip kendisini vurduğunu kurgulamıştı o kelimelerin bir türlü anlamını bulamadığı odada. Her yer pislik içindeydi. Ölmek umurunda olmasa da, böyle bir yerde ölmemeliyim diye düşündü. Tabi askerin uzunca bir süredir bu görevi yaptığını bir tarafa bırakırsak, amacına ulaşmak için ne kadar iyi bir oyunculuk sergilediğini de anti parantez kaydetmek lazım.

Ali araca bindikten sonra arkaya dönüp, bu olanın bitenin kendi ülkesinde yaşanmasının için üzüntüsü ve utancıyla, güvenlik noktalarında telefon yok dedi. Mahir bir taraftan kaşınırken, diğer taraftan Ali’ye benim hatamdı, dikkat etmeliydim dedi ve tekrar yola koyuldular.

Bağdat’a vardıklarında hava kararmıştı, kalacakları otel şehir merkezindeydi ve son dönemde Irak’taki en karışık şehrin Bağdat olduğunu bilen Mahir bu durumdan çok da hoşnut değildi. Şiilerle sünniler arasındaki amansız mücadele güç odakları tarafından el altından besleniyordu. Gözlerinde tedirginlik olmayan, huzurla nefes alıp veren, şöyle hiç endişelenmeden kahkaha atan bir insana rastlamak mümkün değil neredeyse. Yıllardır savaşın başşehrinde yaşamış bu insanları herhangi bir şeyle suçlamak gerçekten acımasızlık olur.

Otel Irak standartlarında –tabi birinci körfez savaşı ile başlayan gerileme dönemi baz alındığında- oldukça kaliteliydi. Hatta hemen yanında bizde pavyon olarak adlandırılan gece kulüplerinden biri vardı.  Belki de Bağdat’taki tek gece kulübüydü burası. Gecenin ilerleyen saatlerine kadar lüks araçlar girip çıkıyordu otelin açık otoparkına. Irak’a geldiğimiz günden beri ilk kez bir makyajlı, süslenmiş, çarşafa sarılmamış bir kadın gördüğüm yer işte bu otoparktır.

Bu kentte sadece erkeklerin yaşadığını zannediyor insan ve maalesef çok rahatsız edici bir durum bu. Evlere, kapalı mekânlara hapsedilmiş ya da kalmaya zorlanmış olmalı kadınlar ve sokaklarda özgürce gezebilen annelerinin unuttukları hikâyelerini rüyalarında dahi görme şansları yok. Elbette kadınlar da var bu kentte. Ancak sokakta görüp görebileceğiniz baştan ayağa kadar simsiyah bir çarşaf içinde, yüzleri dahi kapalı, biz neden bu ülkede ve üstüne üstlük bu bitmek bilmeyen zor dönemlerde doğduk diye hayıflanan kadınlar. Susan kadınlar. Modern ve paralı bir adam ile evlenme şansına kavuşanlar kurtulmuş addediyor kendini, artık her şeyi –aklınıza ne gelirse- kabullenebilir.

Bağdat’tan Basra’ya giden yol üzerinde iş dışında iki ziyaret yaptı Mahir.  Bunlardan ilki Necef’teki İmam Ali’nin türbesinin bulunduğu cami,  ikincisi de Ur Şehri idi.

Necef şehri neredeyse her zaman kalabalıktır. İmam Ali’yi canları gibi seven Şiiler ve hatta ona saygı duyan Sünniler de medet için, dua için, gönül borcunu ödemek için, cennete gitmek için, arınmak için ve bunun gibi bizlerin anlayamayacağı yüzlerce sebepten dolayı yıl boyunca dolup taşmaktadır bu şehir.

Ana yoldan Necef şehir merkezine döndükten sonra etrafa daha bir dikkat kesilmişti Mahir. Çok değil on yıl önce Şii lider Mukteda Sadr yanlıları ile ABD Kuvvetleri arasındaki çatışmaların hiç durmadığı bu şehirde binlerce insan öldürüldü, yaralandı, sakat bırakılmıştı. Mukteda Sadr’ın karargâhı Necef’teydi.

İkinci Körfez Savaşı sırasında yıllarca süren direniş, saldırı, yok ediş, savaş ya da her ne derseniz deyin, öyle akıllara zarar bir noktaya ulaşmıştı ki, artık tüm batı olanı biteni gerçek üstü olaylarmış gibi görmeye başlamıştı. Aynı gün içinde bin kişi öldüğü haberi yayılıyordu ajanslardan, kimse şaşırmıyordu, kafasını çevirip bakmıyordu bile.

Ekranlarının başında Star Wars seyreder gibi -insanlığa dair tüm hisleri dişçiler tarafından alınmış- insan toplulukları vardı. Hâlâ neden teskere çıkmadı, bakın işte biz payımızı alamayacağız söylemleri devam ediyordu gazetelerde sıkça. Sözüm ona insanlar, politika yapan insanlar, insan olduğundan utandıran insanlar, başbakanlar, milletvekilleri, ordu komutanları, aç gözlü şirket patronları.

2004 yılında 7 Ağustos sabahı işe giderken sabah radyoda duymuştu Necef’teki çatışmayı. Binlercesinden biriydi sadece, ama aklına kazınmıştı Mahir’in. Kazınmıştı çünkü o güne kadar dünyayı ve etrafında olanları tam olarak hiç anlamadığını fark etmişti bir anda. Hazreti Ali Türbesi ve yakınlardaki kent mezarlığı çevresinde yaşanmıştı çatışmalar. ABD savaş uçakları Mehdi Ordusu milislerinin mevzilerini füzelerle vuruyordu. ABD ordusunun Necef’teki operasyonuna Irak güvenlik güçleri de destek verdiği söylenmişti. Necef’teki çatışmaların bilançosunu açıklayan ABD ordusuna göre son 48 saatte 300 Şii milis öldürülmüştü. 300 insan öldürülmüştü. 300 insan ne kadar yer kaplar bu dünyada diye düşünmüştü Mahir. Bu iki günde bölgede öldürülen 300 insanın ölürken hissettikleri onların ölümüne sebep olan insanların karabasanı olacak mıydı bir gün? Tabi ki olmayacaktı ve olmadı da. Ölenler öldükleri ile kaldı sadece.

İşte o kanlı sokakların birine arabalarını park ettiler.  Araçtan inip İmam Ali’ye yürümeye başladılar. Kapalı çarşıda annesinin yanında salınarak yürüyen güzeller güzeli bir genç kadın gördü Mahir. Muhtemelen işgalin ilk yıllarında on ya da on iki yaşında olmalıydı. Yüksek topuklu bir çizme giymiş uzun boyu iyice ortaya çıkmıştı, blue jean giymiş ancak üzerindeki siyah örtü yüzünden sadece dizlerinin altı görülebiliyordu ve tabi Mahir’i derinden etkileyen kırmızı ruj sürülmüş dudakları, zarif burnu, iri siyah gözleri ile yüzü.

Annesinin peşinde kuyumcularının vitrinlerine bakarak ilerliyordu genç kadın ve Mahir bir süre sonra onları kaybetti. Kafasında binlerce sinir hücresi kısadevre olmuştu sanki bu kadını gördüğünde, insan insana bu kadar mı benzer ya da insan her nereye giderse gitsin onu mu arar? Her gördüğünü ona mı benzetir?

Pasajın içinde sağlı sollu sıralanmış; doğunun o şekere doymuş enfes görünümlü tatlılarının olduğu tatlıcılar, kuruyemişçiler, takıcılar, gümüşçüler, kuyumcular, turistlere ya da ziyaretçilere İmam Ali’yi hatırlatıcı nesneler, din kitapları satan küçük dükkânlar vardı.

Pasajın sonuna geldiklerinde gördükleri manzara inanılmazdı. Adeta altın ile kaplı bir cami karşılarında durmaktaydı. Mahir’in ilk aklına gelen latin amerikada yok edilen eski tapınaklar oldu. Burayı hangi modern vandallar iç edecekti acaba?

Birinci Körfez Savaşı sonrası bölgede başlayan hükümet karşıtı isyanların ardı arkası kesilmiyordu. Saddam Hüseyin’in emrindeki Cumhuriyet Muhafızları muhalif şiileri işte bu camide sıkıştırmış ve camiye sığınan herkesi öldürmüşlerdi. Bu olay sırasında hasar gören İmam Ali Türbesi iki yıl kapalı kalmış ve yenilenmişti. Ölenlerden kalan miras ise misliyle daha fazla nefret, misliyle daha fazla intikam duygusuydu.

Türbeden içeri girmek için ayakkabılarınızı, telefonlarınızı, fotoğraf makinelerinizi ve ne varsa üzerinizde örtüleriniz dışında emanetçilere bırakmanız gerekiyor. Emanetçilerden sonra çoraplarınızla yürümek zorundasınız, alışana kadar biraz rahatsız etse de Mahir bile duruma intibak etmiş.

Kapıdan Türbe’nin avlusuna girdikten sonra dünyadan kopuş kaçınılmaz. Çünkü binlerce insan neredeyse benzer duygularla arşınlıyor mermer kaplı zemini.

Yanlarındaki Iraklı arkadaş sünni ama mutlaka namaz kılmalıyız, hep birlikte, çok önemli bu diye baskı yapıyor. Mahir’in cenazeler dışında herhangi bir imama uymuşluğu yok belki yirmi beş senedir. İnançlı olduğuna dair de herhangi bir ize rastlamak mümkün değil. Dinler ve yaratıcılar meselesi hiç onun gündeminde olmamış uzun bir süredir. Ama kırmıyor arkadaşını, ilk gençlik yıllarından hatırladığı kadarıyla abdest alıyor Mahir ve mermer avluda öğle namazına duruyor yüzlerce insanla birlikte. Yine olsa yine ölmeyi göze alacak yüzlerce insanla birlikte.

İnançlı olmasa da ya da bırak inancı müslüman olmasa da bu ritüellerin birleştirici bir yönünün olduğunu düşünüyor Mahir. Ama daha baştan ötekileştiren bir yapının içinde birleştirici bir unsurdan bahsetmenin bilimselliğinin de tartışılır olduğunu çok iyi biliyor. Olsun diyor, mümkün olduğunca konsantre olmaya çalışıyor namaza, bu sırada –aslında- yok olmak isteğinin ne kadar yoğunlaştığını fark ediyor bedeninde, onun bakışlarıyla değil bu kez, gerçek bir patlayıcı ile yok olmak istiyor Mahir, çaresiz insanlara yapılan zulümleri ne görmek ne de duymak istemiyor, o zulmün bir parçası olmak istemiyor.

Sol tarafa da selam verdikten sonra, hafif uyuşan bacağının üzerinde güçlükle doğruluyor. Bu kez avludan Cami’nin içine, İmam Ali’nin türbesinin olduğu yere yönleniyorlar. İnsanlar türbenin etrafında tavaf yapıyor, durup dua edenler, ağlayanlar, bayılanlar, kendisini kaybedenler, elleriyle türbenin bir tarafına dokunmak isteyenler,  geçici olarak başka bir dünyaya geçiş yapmış insanlar var.

Mahir, “Yetiş ya Ali’m hemen şimdi, Başka kimim var da söyleyeyim”[49] deyişini hatırlıyor birden. O andan itibaren diline pelesenk oluyor, ta ki Nasiriya’ya ulaşıp, İmam Ali’nin kumandasından çıkana kadar.

Ur şehrindeki binlerce yıllık kalıntılar arasında dolaşırken az ötede o dönem hâlâ aktif olan ABD üssünü görünce biraz keyfi kaçmıştı Mahir’in. Petrolün lanetinden kaynaklandığı artık çocuklar tarafından dahi bilinen bu acımasız ve vahşi savaşlar aklına düşünce gayrı ihtiyari hiddetleniyordu hâlâ.

Neresinden bakarsan bak dünyanın en eski şehirlerinden biri olan bu şehir eski Nemrut Hükümdarlığı’nın yakınlarındaki Babil Krallığı’nda ve bugünkü Irak’ın Babil Eyaleti’nde bulunmaktadır. Yaklaşık yüz altmış yıl önce İngiliz arkeologlar, Irak‘ın Nasıriye kenti yakınlarındaki antik Ur Şehri üzerinde yapılan kazılarda bazı kalıntılara rastladılar. Birinci Dünya Savaşından sonra çalışmalar tekrar başlatıldı ve devasa büyüklükte bir yapının varlığı keşfedildi. Yıllar içinde kazılar devam etti, Saddam döneminde de sürdü, hatta artık tamamen ortaya çıkarılan Büyük Ziggurat’ın[50] en alt seviyesindeki merdivenler yeniden yapıldı. 1991 yılında Birinci Körfez Savaşı sırasında dört bomba ve yüzlerce kurşun izi bu yapının üzerinde yerini aldı.

4500 yıllık Sümer medeniyetinin başkenti olan Ur şehrinin Hz. İbrahim’in doğduğu şehir ve bu Büyük Ziggurat’ın da evi olduğu düşünülüyor bugün. İşte bu etkileyici yapının tepesinden güneşin batışını seyrederken toz duman kalmış ufukta; alçaklığın, acıların, vahşetin, ölümlerin, yoklukların silueti oluşuyor birden. Bu devasa sinema perdesinde bir düş gibi binlerce yılın özeti geçiyor sanki bir çırpıda. Mahir serin esintiyle irkiliyor, gözlerine dolan ince tozdan rahatsız, ıslanıyor bakışları. Elleri paltosunun ceplerinde, kafası yere doğru merdivenlere dönüyor. Gitmenin vaktidir artık. Akdeniz’den koparıp benliğini, Dicle ve Fırat gibi güneye daha güneye gitmenin vaktidir.

Sanatın habis bir ur gibi kazınıp atıldığı bu coğrafyada yalnızlığın ve özlemin hüznünün tarifi mümkün değil ve umudun yeşereceği kirlenmemiş bir avuç toprak yok.

Her gelenin sadece alıp götürdüğü ve acıdan gayrı hiç bir şey bırakmadığı bu ülkenin ve üzerinde yaşayan halklarını hakir görmemek lazım. Doğu felsefesinin batının yok edici, kan emici emperyalizmine teslim olduğu, kapitalist dünyanın azman sermayedarlarının ekmeğine yağ, masasına meze olan, -hâlâ kopmamışsa incecik bacakları- ayakları çıplak öksüz çocukların haklarının -bir gülümseyişin dahi- gasp edildiği ülke.

Kaçsan da peşini bırakmayacak dedi Mahir kendi kendine araca binerken.

 

Dokunmalısın

Soğuk ve yağmurlu bir kış günü akşamında kalabalık bir grupla İstiklal Caddesini hızla geçip, tezgâhlarında türlü giyeceklerin satıldığı dar bir ara sokağa saptılar. Sokağın sonunda gizlenmiş büyük bir binanın altındaki loş pasajdan geçip bir asansöre binip en üst kata çıktılar.

Geniş bir merdiven boşluğu vardı. Celal aşağıya doğru kafasını uzatıp baktığında bu çürümeye yüz tutmuş eski binanın yapıldığı yıllardaki zarafetini hemen fark etti. Şu an o ilk halinden muhtemelen eser kalmamıştı ama ayrıntıların tümünü de yok edememişti zaman.

Tırabzanların inceliği, ferforjeler ortak kullanım alanlarındaki duvar resimleri binaların gerçekten insanlar için yapıldığı yıllara ait olduğunu neredeyse bağırıyor. Oysa şimdilerde sadece içinde kullanılacak eşyalara göre şekillendirilen soğuk yapılar var diye düşündü ve ne yazık ki bir kaç yıla kalmaz bu eski binalar da bir bir yok edilip yerlerine ruhsuz ama modern, değersiz ama pahalı yenileri dikilecek.

Restoran ve müzik holü çatı katında ve asansörden indikten sonra bir kat daha merdivenle çıkmak gerekiyor. Tahmin edeceğiniz gibi ucuz olduğu için tercih eden ve gelen hiç kimsenin yemeğin ya da müziğin kalitesi ile ilgilenmediği mekânlardan birisi burası.

Kimi felekten bir gece çalmak için gelmiş, kiminin doğum günü partisi var, kimi geceyi geçireceği kadın ya da erkek ile aradaki zamanı doldurmak için burada. Kimi ise gerçekten sevdiği için gelmiş, kendi meşrebince eğlenmek için sadece.

Masalarda ordövr tabakları dizilmiş, ekmekler dilimlenmiş ve üst üste muntazaman dizilmiş, garsonlar dolaşıp ne içmek istediğinizi ve ana yemek için ne istediğinizi not alıyor. Birleştirilmiş masalardan oluşturulan uzun bir masanın etrafındaki insanlardan birbirine yakın olanlar, hep bir ağızdan rakı, rakı, rakı elbette diyor, garson yazıyor. Biri peki diyor farklı bir marka istersek, getirir misin? Abiciğim o ekstraya giriyor, istersen çocuğu gönderip aşağıdan aldırırız.

Mekân yavaş yavaş dolarken gelen insanların pek çoğu ile gündelik hayatımızda hiç karşılaşmamış olduğumuzu fark ediyoruz, fakat onlar bizi muhtemelen her yerde görüyordur.  İşte şehrin en arka sokağının da arkasında yaşayan görünmez insanlar olduğu gerçeğini idrak edebileceğimiz bir yer.

Keman inceden fasıla bir giriş yapıyor, ardından darbuka ritmini buluyor ve klavyeden yankılı bir akor patlıyor. Sahnenin ortasına gelen incecik bir genç kadın, çok yüksek topuklu ayakkabısının üzerinde kıvrak bir kaç figür eşliğinde solisti anons ediyor. Sahnelerin güneşi, ışıl ışıl elbisesi ile saçları abartılı bir şekilde kabartılmış esmer bir kadın alkışlar eşliğinde şarkısını söyleyerek geliyor. Artık kimse kimse ile konuşamıyor, konuşsa da anlamıyor, tüm masalar dolu ve rezervasyonu olmayan gelenler üzüntü ile bir başka mekân bulmak ümidi ile çıkmak zorunda kalıyorlar.

Bu arada Celal’in dikkatini karşısındaki masaya gelen tekerlekli sandalyeli bir adam çekiyor. Asansör sonrasında muhtemelen iki garson ya da arkadaşları tarafından bir kat merdivenden çıkarılmış. Oldukça gergin ve sinirli, sanki birisi zorla getirmiş gibi bir havası var.

Kalabalık bir masa katarının en başındaki masaya adamı ve tekerlekli sandalyesini monte etmeye çalışıyorlar. Yanında eşi olduğunu sandığımız bir kadın var ve bir türlü doğru konumlamayı yapamıyorlar, iki üç kez masanın farklı bir yerine yanaştırıyorlar sandalyesini ve en sonunda bir yerde karar kılınıyor. Adam bu itiş kakıştan dolayı daha da sinirleniyor diye düşünüyor Celal ki kendisi olsa ortalığı bir birine katabilirdi.

Adam yavaş yavaş önündeki tabaktan bir şeyler atıştırıyor, ortalık biraz daha sakin artık, masadaki bir kaç kişi gelip onunla konuşuyor. Adam eşinden bir sigara istiyor ve kendisi yakmaya çalışıyor, kolunu tam kaldıramadığından ağzındaki sigarayı aşağıya uzatıyor kafasını eğerek, kolları titriyor ama sigarayı yakıyor. Ağzında duran sigarayı avurtlarını çökerterek içine çekiyor adam. Celal ortamdan kopuyor ve adama kilitleniyor.

Çünkü bir süre sonra masadaki diğer normaller ondan kopuyor. İlk geldiği andaki göstermelik ilgi kısa sürede körlüğe dönüşüyor, karısı dahil adamı görmüyorlar artık. Bir tek Celal görüyor onu artık.

Birbirinden zulüm şarkılar ardı arkasına geliyor ve sahnede farklı bir hareketlenme başlıyor. Bir gerginlik oluyor, solist içeri giriyor, müzisyenler ritmi değiştiriyorlar, bir kaç adam etrafı kesiyor ve birden deli gibi bir alkış kopuyor.

Beş tane dansöz –hepsi farklı renkte kıyafetleri ile- ortalığı dağıtıyor artık. Önce sahne de oynuyorlar, sonra gözlerine kestirdikleri masalara yanaşıyorlar ve masalara çıkıyorlar, kâğıt paralar sıkıştırılıyor kıyafetlerinin altına, kahkahalar gırla gidiyor, eşinden, sevgilisinden korkanlar mahcup, hafif önüne bakarken, değirmende çok buğday öğütenler ağızları açık bakıyorlar hiç bir ayrıntıyı kaçırmamak için. Bahşiş belasına kendisine yanaşan şuh kadınları kendisini kaptıranlar da yok değil. Önceden hazırlık yapıp, küçük kâğıt dolarlar koymuşlar ceplerine.

Sonra dansözlerden biri tekerlekli sandalyedeki adamı görüyor her nasılsa ve ona yaklaşıp sallıyor göğüslerini, kalçalarını. Adamın ifadesi hiç değişmiyor, sonra arkadaşları kadını masaya çıkartıyor. Adam kadına bakıyor, sadece bakıyor işte.

Bu bakış Celal’in keyfini iyice kaçırıyor ve izin isteyip terk ediyor mekânı. Dışarısı soğuk ama hava oldukça temiz. Gözlerinin önünde hâlâ ritimle sallanan göğüsler, atılan göbekler var. Bir bira içip kafasını dağıtmak için bir arkadaşının barına gidiyor. İlerleyen saate karşı hâlâ kalabalık İstiklal Caddesi, hatta sokakta sadece tişörtleriyle dolaşan gençler var, üşümüyorlar mı yoksa üşüdüklerinin farkında mı değiller Celal anlamıyor.

O da dışarıya istiyor birasını ve bir sigara yakıyor. Tekerlekli sandalyedeki adam için derin bir nefes çekiyor içine. İnsanlar önünden gelip geçiyor. Yolun karşısındaki binanın duvarına yaslanıyor tek omuzu ile. Ağır geliyor yaşamak yine o an. Damarlarında kan değil özlemle karışık bir imkânsızlık dolaşmaya başlıyor, özlüyor deli gibi, gözlerini sıkıca kapıyor ve onu son gördüğündeki yüzünü hatırlamaya çalışıyor. Önce yüzü beliriyor, sonra gözleri bir bir çıkıyor ortaya. Elini uzatıyor boşluğa ve bir kadın tutuyor elini.

Pardon, iyi misiniz? Oturmak ister misiniz?

Celal karşıyı işaret ediyor, barda oturuyordum zaten, sigara için çıkmıştım diyor kadına. Arkadaşları sesleniyor uzaktan, hadi ama üşüdük diye. Kadın siz gidin ben kalacağım biraz daha diye bağırıyor. Konuşuyorlar Celal ile bir kaç saat. Celal ne konuştuklarını hiç hatırlamıyor sonra, hatta kadının adını dahi hatırlamıyor, bir kaç kez daha karşılaşmış dahi olabilirler, tanımamıştır.

Tümüyle unutuyor o kadını işte, belki de hiç unutamadığı ve unutamayacağı bir kadının hayalinin yerine geçmesini –bilmeden de olsa- reddedişidir, kabullenemeyişidir ya da hazmedemeyişidir.

Talih

Mahir sabahın erken bir saatinde Celal’i aramıştı o gün. Akşam Londra’dan bir misafiri olacağını söyledi ve sen de gelmelisin dedi. David yakında yapılması planlanan bir özelleştirme ihalesinin hukuksal altyapısı oluşturacak, yarışma kurallarını belirleyecek ve genel olarak taraflar arasında düzenlenecek taslak sözleşmeleri hazırlayacak firmanın avukatlarından dedi Mahir. Seni tanıştırmak istiyorum, o da senin gibi gitmek istiyormuş, hem de tesadüf ya seninle aynı yere.

Mahir ile uzun uzun gitmek üzerine tartıştıkları günlerin üzerinden çok uzun zaman geçmişti. İkisi de artık orta yaşı aşkındılar, ama Mahir de Celal gibi unutmuyordu ve geçen zamanı umursamıyordu. “Zaman gerçek hisleri ve tutkuları yok etmeye muktedir değildir, zaman sadece gereksiz ve önemsiz ayrıntıları kazır atar hafızamızdan ve geriye ışıl ışıl bir geçmiş kalır bize” derdi hep. “Bu yüzdendir ki gerçekten dostum dediğin kişileri unutmazsın, yani gönülden uzak, düşüncenden, hayatından uzak kalırlar elbette, ama ilk temasta kaldığın yerden devam edersin, ayrılırken yarım kalmış bir cümleye devam eder gibi”.

Celal’in hayır deme şansı yoktu. Akşam orta halli küçük bir meyhanede buluştular. Hani hâlâ masa muhabbetlerini önemseyen meyhanelerden birinde. David ile ilk karşılaştıklarında Celal her zamanki gibi, bu adamı bir yerden hatırlıyorum ben hissine kapıldı, ama yine böyle bir karşılaşma olmuşsa bile ne yerini ne zamanının anımsayamadı.

İçerisi biraz fazla sıcaktı, belki de bundan dolayı David’in yanakları daha da kızarmıştı, ara ara kapıyı açıyorlar ve insanın tenini ürperten bir serinlik ile tazelik doluyordu mekâna. Camlar buğulanmıştı ve ne içeriden dışarısı tam görülüyordu, ne de dışarıdan içerisi. Az sonra alkolün de etkisiyle siluetler tiyatrosuna dönüşecekti dünya.

Mekânın önemini konuştular uzun uzun. Yerleşiminden, masalardan, sandalyelerden, pencerelerden, duvardaki tablolardan, fotoğraflardan, ahşap, metal ve kumaşın kullanımından, plastikten kaçınmalarından,  mekân sahibinin samimiyetinden sonra. David’i bile çocukluğuna kadar götürdü bu muhabbet.  Çok geniş ve büyük, sayısız masaları ve arı gibi garsonlarıyla artık fabrikaya dönmüş mekânlardan hoşlanmıyorlardı, küçük olsun, samimi olsun, gerektiğinde yan masaya elini uzattığında hiç tanımadığın bir başka el sana dokunabilsin.

David de hayli bunalmıştı bu saçma, temelsiz yeni dünya düzeninden, yaşadığı şehirdeki yaşam mücadelesinden. O da sevdiğini düşündüğü ve olmak istediği –yaşadığı- kentin gelinen noktada kendisini adeta gitmeye zorladığını fark edenlerdendi ve ne yazık ki mücadele etmek için yeterince enerjisi ve zamanı kalmamıştı.

Daha masaya oturduklarında HIV pozitif olduğunu söylemişti, bunu samimiyetlerine ikna olduğu insanları korumak maksadıyla yapıyordu David. Bir çok insan bunu duyduğunda özür dileyip ya da dilemeden ayrılmıştı David’in yanından ve David de bunu anlayabildiğini söylüyordu. Bu nedenle daha ilk karşılaşmada –özellikle iş dışında bu tür rahat ortamlarda- bu açıklamayı yapmayı adet haline getirmiş.

Celal duyduğundaki ilk şoku kısa sürede atlattı. Şokun sebebi elbette kendisine virüs bulaşacağı korkusu değildi, David için üzülmüştü ve sürekli empati yapma hastalığı yüzünden işin içinden sıyrılamadı –muhtemelen- ve kısa süreli bir bocalama yaşadı, o kadar. Her şey olağan seyrine döndü sonra.

Tam olarak beni anlayabiliyorlar mı acaba diye hep düşünürdü Celal yabancı bir dilde konuşurken ve ilk kez sordu bunu ortamın duruluğuna, sohbetin kıvamına istinaden. David şöyle dedi hiç düşünmeden, hiç kaygılanma ana dilin ingilizce olsaydı da birbirimizi hiç bir zaman tam olarak anlayamayacaktık. Hayatımız birbirimizi ne kadar yanlış anladığımız ya da kendi dilediğimiz gibi anladığımız oranda keyifleniyor. Bu kez Celal David’in tam olarak ne anlatmak istediğini anlayıp anlamadığını sorguladı ve David’in söylediği gibi yaptı ve anlamak istediği şekilde anlayıp konuyu kapattı. İşe yaramıştı gerçekten. Daha da keyiflendi, keşif yaptığını düşünen afacan bir çocuk gibi.

Sonra konu Londra’ya geldi ve dümeni hızlıca Hindistan’a kırdılar. David sürekli kontrol altındaydı ve ciddi miktarda ilaç kullanımı zorunluydu. Bu nedenle işin ekonomisini son derece hassas bir şekilde hesaplamak durumundaydı. Bu konuda yaptıklarından ve yapacaklarından, gittiğinde karşılaşması olası durumlardan, önlemlerinden ve bunun gibi konulardan bir çırpıda bahsetti.

Celal bu açıklamaları yapmasını, işi bu denli ciddiye almasını ve genel olarak düzenli ve planlı hareketleri hayranlıkla izliyordu.  Mahir açısından her şey olağandı, olması gerektiği gibiydi hatta daha iyisi de mümkündü. Ancak Celal’in yaşam pratiğinde aşağı yukarı her işe başlarken, başladığında, yaparken ve bitirirken, birbiri ile çelişkili, uyumsuz yöntemler, uygulamalar, plandan ve programdan bağımsız eylemler öne çıkmıştır. İşi bitirmiştir, kendisi dışında herkes de memnun kalmıştır ama bir kişi bile geriye dönüp işin nasıl yapıldığını sorgulasa foyası gün gibi ortaya çıkabilir. Okuldaki defterlerinin ilk sayfasındaki yazı ile hemen ikinci sayfasındaki yazı arasındaki bariz fark, onun David’e hayran hayran bakmasına neden olmuştur mutlaka.

Diğer yandan söylemde David ile yarışabilecek Mahir’in eylemleri kayda değer bir ürüne dönüşemediğinden –biz öyle yorumluyoruz bunu-, Celal tarafından pek de dikkate alınmadığını düşünürsek yanılmış olmayız. Celal bunu Mahir’e her fırsatta sormuş, ey Mahir sen ne iş yaparsın, bu dünyaya ne bırakacaksın göçüp giderken, güzel laflarından başka?

Celal Hindistan ile ilgili David’den yardım istedi, madem bu kadar araştırmışsın, benimle de paylaşır mısın diye sordu. David döndüğünde kendisine bir kaç kitap, site ve kaynak gönderebileceğini, hatta kendi gideceği yerle ilgili ayrıntılı bilgi gönderebileceğini söyledi ve Celal’in e-posta adresini cebinden çıkardığı küçük not defterine kaydetti.

Mezeler, yemek ve içkiler tükendikten sonra bir kahve istediler ve bu arada muhabbeti bağladılar.

David’i taksi ile otele bırakıp vedalaştıktan sonra, Celal ile Mahir hemen eve dönmeyip biraz daha laflamak için biraz yürüdüler birlikte. Sonra laf lafı açtı ve kendilerini bir işkembecide buldular.

Mahir ısrarla neden direttiğini soruyordu Celal’e. Daha ne kadar devam edeceksin bu şekilde yaşamaya. Kanıtlayacak bir şeyler mi var, bir kadın mı var, aşık mısın yine?

Mahir kendisine güneyde turistik yerlerden hayli uzakta küçük bir ev almıştı ve bir kaç ay içinde işini bırakacaktı artık. Tam bırakmak denemez belki, ücretsiz izin alacaktı Mahir, devlet memurlarının on sekiz aya kadar ücretsiz izin alma hakkı vardı. Para konusunu şimdilik çözemese de, kısa bir dönem yetecek kadar birikimi vardı. Nasılsa bir şeyler bulurum diye düşünüyordu. Daha önce bir sebeple gittiği ülkelerde iş yapmak isteyen şirketler için özel danışmanlık yapma gibi bir planı da vardı. Kim bilir belki daha iyi kazanabilirdi.

Aynısını Celal’in de yapmasını istiyordu. Yılın belirli bir bölümünü -en azından- İstanbul’dan uzakta geçirecekti. Yılardır havanda su dövmekten bunalmıştı, toprağa değmek, insanlara görünmek, onları görmek, onlarla gerçekten konuşmak ve hatta dokunmak istiyordu. Kimseye ve doğrusu kendisine dahi hiç bir pozitif katkı sağlamayan bir işte çalışıyor olmak –kendisi aynen böyle söylüyordu- Mahir’i yiyip bitirmişti.

Celal yine net bir şeyler söylemedi. Bakacağım dedi, henüz düşünüyorum. Bu aşk konusuna gelince, artık bunu sorup durma, sıkılıyorum. Evet ben bir kaç yıl önce yeniden aşık oldum, hem de sırılsıklam, ama bu aşkın peşinde hiç koşmadım, kendimi bu aşka göre şekillendirmedim. Sadece bu aşktan beslendim bu süreçte, o kadar. Bu yüzden enerjimi henüz tüketmedim, bu yüzden ihtiyarlamıyorum.  Çünkü zaten daha en başından kavuşmak ya da birlikte olmak temelinde bir aşk değildi bu. İmkânsız aşk deyip kendime güldürmeyeceğim, imkânsız diye bir şey yoktur, sadece aşk işte.

Özlüyorum, ara ara bir kramp giriyor mideme, bir süre nefes almak istemediğim oluyor, bazen öylece kalıyorum dakikalarca ya da böyle şeyler işte, çok da sık olmuyor hani.  Göreceğin ve anlayacağın gibi bana bir zararı yok, bir başkasına da yok.

Sustu bir süre, Mahir de sustu. Meydana gelmişlerdi, trafik ışıklarında şimdi geçebilirsiniz sesi ile tekrar uyandılar sanki uykudan ve kaldıkları yerden devam edemeyeceklerini anladılar. Yorulmuşlar ve üşümüşlerdi. Mahir bir taksi durdurdu, hadi seni de bırakırım eve dedi. Yok, yok, sen bin hadi üşüme daha fazla, ben yürüyeceğim biraz daha dedi Celal ve ekledi, hele sen bir git bakalım da, zaman ne gösterecek bize.

Anlatamazsın

Celal boğulacak gibi olmuştu, sanki birisi üzerine çullanmış boğazını sıkıyordu, ne nefes alabiliyor ne konuşabiliyor, ne bağırabiliyordu.  Belki de gerçekten öyle oluyordu -kim bilebilir ki-, dışarı çıkmalıydı, kurtulmalıydı bu karabasandan. Yanına hiç bir şey almadan, bu dünyaya ait hiç bir şey almadan çıkmalıydı. Bu da kifayet etmezdi ya, varsın etsin dedi, çıkamazsa o an geri dönemezdi.

Yirmi yaşında evden çıkıp, gözlerinden boncuk boncuk yaşlar süzülürken rüzgâra karşı yumrukları sıkılı koşarcasına yürüdüğü günü hatırladı. Elinden bir şey gelmediği anlar olacaktır bu hayatta, değiştiremeyeceğin şeyler, yüzleşmen gereken şeyler, gücünün tamamen tükendiği ve nefesine bir nefes daha eklemenin zulüm olduğu anlar. İşte yirmi yaşında bir genç adam şakaklarında damarları şişmiş adımlıyordu sıkıntılarını. Her adımda içinde güm güm atıyordu öfkesi, kendisine dönen, kendisine çağlayan öfkesi.

Hırs değil, pişmanlık değil, günah değil, suç değil, hedefi olmayan bir öfkedir bu yaşama dair. Hani bin kere denese bininde aynı hatayı yapar, bin birincide de aynı hisle aynı şekilde sonlanacağını bile bile yine aynısını yapar. Salaklık de, aptallık de, aymazlık de, ne dersen de. Değişmez, yazgı değil başka bir şey ama dille de anlatılmaz kolayca.

Önünde duran seçeneklerden herhangi birini seçmenin fark etmeyeceği, sonucu değiştiremeyeceğin ve başka bir seçenek üretemediğin anlardan biri işte. O an bu da geçecek diyemezsin. Makul olamazsın, olamıyorsun da. İnsan davranışının o kadar matematiği, geometrisi yok.  Hani biraz daha zayıf ya da biraz daha güçlü olsan son vereceksin her şeye. Haşa sümme haşa!

İnsansız olman lazım, yalnız olman lazım böyle zamanlarda. O öfke içinden çıkana kadar durmayacaksın. Ha babam yürüyeceksin, dizlerinin üzerine düşene kadar, yerlerde sürüne kadar, bayırlardan yuvarlanana kadar yürüyeceksin. Seni tutmalarına izin vermeyeceksin. Yanına yaklaştırmayacaksın. Kime neyi nasıl anlatabilirsin ki?

Kendine anlatacaksın bir tek, bir yol bulacaksın mutlaka, sen bulacaksın, medet umma dünyadan ve insandan, dosttan, sevgiliden, anadan, babadan, kardeşten.

Yoruldukça öfken azalacak, köpüklerin dinecek, daha bir kabulleneceksin olanı biteni. Döneceksin bildiğin o sokaklara, köpeklerini tanığın, kaldırımlarını, çıkmazlarını bildiğin, camlarını kırdığın evlerin, ismini kazıdığın ağaçların olduğu o sokaklara döneceksin, yüzünde kirden, tuzdan çizgiler, salya sümük karışmış, üstün başın derbeder olsa da döneceksin.

Döndüğünde çalacak bir kapın, ayakkabılarını çıkaracağın bir eşik dahi olmasa, anahtarı sokacağın bir delik, su akan bir musluk, yüzüne bakacağın bir ayna dahi olmasa, dert etme. Öfkeni yendiysen, hepsi tekrar gelecektir.

Sabaha karşı bir bahçe duvarının dibinde, arnavut kaldırımın üzerinde, elinde yarısı dökülmüş bir şarap şişesi ile kendine geldiğinde bir süre kafasını kaldırmadı Celal. Tek tük ışıklar yanıyordu sokağın karşısındaki evlerde. Genç bir ana baba, küçük çocuklarını bir çocuk arabasına koymuş hızlıca geçtiler yoldan, Celal’le göz temasına girmeden.  Belli ki çocuk kayınvalideye bırakılacak mesai öncesi. Belli ki sabah oluyor kentte.

Celal güç bela doğrulup üzerini başını silkelemeye koyuldu, bu halde taksiye binmesi olası değildi, bir sarhoş haytayı kim taksisine alır?

Façayı biraz düzeltince daha ana caddeye yakın bir yere doğru yürüdü, bir pastane gördü yolunun üzerinde. Girip bir çay söyledi, sıcak poğaça yeni çıkmıştı fırından, içerisi sıcacıktı ve ortalık mis gibi kokuyordu. İki tane de peynirli gönderir misin?

Böyle peş peşe dört beş çay içti, ta ki yalnızlığın hüznü demini alana kadar. İnsanlar telaşla geçiyordu pastanenin önünden, kimisi elinde bozuklukları daha uyanamamış yeni güne, konuşmadan açma, simit, poğaçasını alıp çıkıyor, kimi hoş sohbet, güleç yüzüyle enerji saçıyor.

Vapur sesini duydunuz mu? Ustam neredeyiz tam olarak, burası neresi?

Celal yüzüne anlamayan gözlerle bakan adama tekrar sordu? Ya dayı gerçekten hangi semt burası, ya da Kadıköy’e nasıl giderim onu söyle bari.

Güzel abim benim, sen ne güzel uçmuşsun sabah sabah, git bir abdest al, yüzünü gözünü yıka. Ben bir Kadıköy biliyorum ama uzak biraz be, İstanbul da, onu mu soruyorsun?

Celal pastaneden çıkıp etrafa şöyle bir bakınca anımsamaya başladı biraz. Otogarı, otobüsleri, Datça’ya yer bulamayınca, neresi var deyip Antalya otobüsüne bindiğini. Postaneye gidip ya da yolda ankesörlü bir telefon bulabilirse Mahir’i arayacaktı, cebinde bir kaç bozukluk dışında hiç para kalmamıştı. Gece ne yaptığını henüz hatırlayamadığından ne kadar harcadığını da bilemiyordu. Acaba ne zaman gelmişti Antalya’ya?

Mahir nasılsın? Çok uzun konuşamayacağım, Antalya’dayım, param yok, telefonun yok, biraz para gönderirsen yanına geleceğim dedi Celal. Mahir tamam dedi, hallederim öğleye kadar, dikkat et kendine.

Celal Kaleiçi’nde bankaya yakın bir kahvehaneye oturdu. Gelen geçeni izlemeye koyuldu.

İşte onu ilk kez orada görmüş olmalı, her şeyin bittiğini düşündüğü anda. Kadın alışverişe çıkmış olacak, soluklanmak için kahvenin dışındaki masalardan birine oturmuş bir çay söylemişti.

Celal’i görmüş müdür, fark etmiş midir bilinmez ama Celal onu görmüştü. Çayını alıp yanına gitti, ben Celal oturabilir miyim diye sordu Celal. Kadın kafasını kaldırdı, şöyle on beş yirmi saniye baktı, biliyorum dedi Celal’sin. Yalnız bir kez daha Celal olduğunu söylersen ayakkabıyı kafana yersin, hadi otur da dökül bakalım, derdin ne senin. Dün akşam nereye kayboldun birden?

Celal ne haltlar karıştırdığını asla hatırlamayacaktı ama kadınla dün tanışmış olduğunu anladı. Ne yaptıysa kadına düne ait hiç bir şeyi anımsamadığını anlatamadı. Sonunda özür dileyip vedalaştı.

Mahir’in gönderdiği parayı çekip önce bir şeyler atıştırdı ve sonrasında Datça’ya gitmek üzere bir otobüse bindi.

 

İzafiyet

Celal, Mahir’in yanına gitmeden önce, artık canına tak dediği günlerden birinde Nadya’yı aradı. Ancak telefonda meramını bir türlü aktaramayınca, e-posta adresini istedi ve bir kaç saat içinde göndereceği e-postayı okumasını söyledi. Hemen bir yanıt istiyordu Nadya’dan.

Çok açık ve kısa yazdı Celal. Altı ay sonra benimle Hindistan’a gelir misin? Bir deneyelim, bir iki ay izin alırsın, köprüleri yakıp yıkman gerekmiyor, baktın olmuyor dönersin. Ama çabuk yanıt vermeni istiyorum, yanıtına göre hareket edeceğim ve fazla vaktim kalmadı.

Nadya’nın yanıtı beklediğinden hızlı geldi ve benzer şekilde kısa ve açıktı. Üzgünüm, evlendim, gelemem.

Celal çok büyük ihtimalle olumsuz bir yanıt alacağını biliyordu ve hazırlamıştı kendisini önceden. Alternatif planı pek yaratıcı değildi, yalnız gidecekti. Henüz Mahir’le bu gidişi paylaşmamıştı.  Tüm hazırlıklarını tamamlamadan paylaşmaya da niyeti yoktu. Diline düşmek istemezdi, söylediğini yapmak istiyordu bu kez.

Datça’ya ulaştığında Mahir’i tekrar arayıp eve nasıl geleceğini sordu. Şehir merkezinden bir minibüse bindi ve yaklaşık 45 dakika sonra bir köyde indi. Mahir yol kenarında bekliyordu.

Hoş geldin kardeşim dedi Mahir, solgun gözüküyorsun, aç mısın? Dönerken pazara uğrayıp biraz sebze meyve aldılar, ardından sahildeki balıkçılarla biraz sohbet edip, bir kaç kilo da balık aldılar.

Ev denizden biraz uzakçaydı. Gecekondudan biraz hallice denebilir ama geniş bir bahçenin içindeydi. Evin hemen önünde bir asma vardı ve asmanın altında üzerinde bir kaç kitap, gazeteler, notebook, cam bir sürahi ile kül tablası olan bir ahşap masa ile dört iskemle duruyordu. İçinde mavi lacivert beyaz binlerce kare olan masa örtüsünün tüm kenarları cetvelle ölçülmüş gibi hizalıydı sanki masaya raptiye ile tutturulmuş gibi. Celal, Mahir’i şöyle bir süzdü, iyisin değil mi dedi gülerek, sanki şu iskemle diğerlerinden biraz uzun mu yoksa yan mı dönmüş?

Mahir yalnız yaşıyordu bu evde ve ilk kez belki de kendi sevimsiz kurallarını harfiyen uyguladığı bir eve kavuşmuştu. Bu kurtarılmış bölgede Celal’e çok fazla tahammül edemeyeceğini kendisi de biliyordu ama işi vardı Celal ile işte, hem biraz da konuşmaya ihtiyacı vardı bir dostla. Katlanacaktı, bunu daha eşikten adımını atarken Celal bir uyarı mahiyetinde söylemişti.

Mahir, Celal’e sen önce bir duş al sonra da biraz kestir. Bugün misafir sayılırsın, iki saate sofrayı hazırlarım ben, rakı içiyorsun değil mi hâlâ? Yoksa hacı mı oldun?

Mahir mutfağa gitti, hiç acele etmeden salata ve yapacağı mezeler için gerekli sebzeleri yıkayıp ayrı kaplara koydu. Balıkları temizledi, yıkadı iyice kurutup dolaba kaldırdı, barbunlar çok iri değildi ama ele de geliyordu. Zeytinyağı şişesi bitmek üzereydi, tezgâhın altından tenekeyi çıkarıp bir huni ile yeşile çalan mis gibi yağı taşırmadan şişeye doldurdu. Şişe dolarken çıkan sesi ve ortalığa yayılan kokuyu hep sevmişti ama burada bu köy evinde bunun keyfi daha başkaydı doğrusu.

Yoğurt kalmamıştı ama az sonra komşudan alacaktı, dün konuşmuşlardı, komşusu evinde yapıyordu yoğurdu, iki ineği vardı, süt, yoğurt ve peynir konusunda şanslıydı Mahir.

Mahir mezeleri ve salatayı hazırladıktan sonra barbunları kızartmak için tavaya zeytinyağını bolca döktü, yağ iyice çıtırdamaya başlayınca balıkları hızlıca yerleştirdi tavaya, beş dakikaya hazır olacaktı her şey, Celal’e seslendi mutfaktan. Hadi tembel adam uyan da yüzünü yıka.

Celal uyumuyordu aslında ama gözünü de açamıyordu. İyice kararmıştı oda. Mutfaktan sesler ve kokular geliyordu. Daha çok küçükken annesinin mutfakta can hıraş yemeği yetiştirmeye çalıştığı günleri hatırladı. O zamanlar bir saat sonrasının bir saat öncesinden pek farkı olmazdı, zamanın hiç önemli olmadığı dönemlerdi Celal için. Okula gitmiyordu henüz, küçük adımlarla dolaşıp duruyordu odalarda, merdiven boşluklarında, bahçede. Kendi kendine konuşup dururdu muhtemelen. Uykusu geldiğinde uyur, yorulduğunda oturur, sıkıldığında mızırdanır, korktuğunda bir kuytuya saklanırdı. Herhangi bir çocuk gibiydi işte, henüz zamanı başkalarına teslim etmemiş çocuklar gibi.

İşte şimdi de aynı öyle hissetmişti Celal. Kalkmaya yeltendi, başı döndü biraz, yavaşça doğruldu, dirseklerini dizlerine dayayıp başını ellerinin arasına aldı, şakaklarından bastırdı. Geliyorum diye seslendi, başkasına ait bir sesle. Yüzünü yıkarken ciğerlerine dolan oksijeni fark etti, başka bir enerjisi var buranın diye düşündü. Aynada göz altları şişmiş sakallı yüzünü görünce irkildi biraz, sanki yıllardır aynaya bakmamış gibiydi, oysa az önce kafasında dolaşan görüntülerde oldukça yakışıklı görülüyordu. Havluya uzandı, kuru ve gayet temizdi, yüzünü silerken tedirgin oldu biraz, bu kadar temiz olmamalı diye düşündü eşyalar, ben çok kirli hissediyorum o zaman.

Masanın üzerine -yüz watt’lık olmalı- çıplak sarı bir ampul ışıldıyordu, hava tam kararmamıştı, ufukta hâlâ bir kızıllık vardı, barbunların kırmızısı ile batan güneşin uyum içindeki rengi, yoğurtlu ve zeytinyağlı mezeler, rengârenk bir salata insanı daha ilk yudumu almadan zaten sarhoş ediyordu. Oturmadan az önce doldurduğu kadehini kaldırdı Mahir, hoş geldin dostum dedi.

Çok iyi görünmüyordu, yüzü solgundu, gözlerinin içi gülüyor derler ya, işte öyle değildi. Yıllardır hayalini kurduğu şeyi yapmıştı Mahir, harika bir yerdeydi, insan her şeyin daha mükemmel olmasını bekliyordu ama değildi, bir sorun olmalıydı.

Ama bunları konuşmanın zamanı değil diye düşündü Celal, şimdi en azından üç dört saat bir başka âleme gideceklerdi, öfkelerinden, pişmanlıklarından, özlemlerinden ya da yoksunluklardan değil, neşeli anlardan, hazlardan ve yakın zamanda olacaklardan bahsedeceklerdi. Öyle ya bu güzel sofraya da bu yakışırdı.

Mahir ağır ağır yerken bir taraftan da anlatıyordu. Sonra arada “pek zamanımız yok dedi, acele etmeliyiz, çok vakit kaybettik çok” dedi. Celal ne hakkında diye sordu, ölmekten mi korkar oldun yoksa?

Mahir evet öyle de diyebiliriz dedi. Şu kitap işini düşünüyorum uzun süredir ama biliyorsun ben yapamam. İşin büyük kısmı sana düşüyor, sana son bir kaç yıldır tuttuğum notların bir kopyasını vereceğim. Bu arada bir kaç seyahat yapman da gerekecek. Merak etme para konusunu halledeceğiz, elini çabuk tutarsan kısa sürede tamamlarsın zaten.

Celal, tamam kabul ediyorum, sana yok olmaz diyemeyeceğimi biliyorsun zaten de, merak ediyorum, neden istiyorsun bunu diye sordu Mahir’e. Hani kızma ama ikinci bir Oğuz Atay’ı ve daha samimi olursak –biz bizeyiz burada- ikinci bir kötü kopyasını piyasaya sürmeye ne gerek var. Bilmediğim, atladığım, göremediğim bir şeyler varsa lütfen hemen söyle.

Yok, yok dedi Mahir. Aynen böyle durum, kötü bir kopya olacağız. Şu an yapabildiğimiz bu. Beklersek bu da olmayacak ama biliyorsun. Onu yüceltmek de bir iş değil mi sence. Ya da bu hayatta hep daha ileri mi gidilmeli, hep daha başarılı, hep daha farklı mı olunmalı. Hedefler hep daha öteye mi konulmalı?

Celal bunları Mahir’den duyduğuna şaşırmıştı biraz. İşte artık sizde tahmin edebilirsiniz, Mahir daha düz daha formal bir adamdır. Ama şu an gördüğü yıllardır tanıdığı çocukluk arkadaşından biraz farklılaşmış bir Mahir’di. Daha bir sevdi Mahir’i Celal. Öyle ya neden hep ileri taşımalı bayrağı. Hatta ilk iş tüm bayrakları yakmalı diye geçirdi içinden. Artık sırıtıyordu Celal, hoşuna gitmişti duydukları.

Emrindeyim komutan dedi Mahir’e ve sesli sesli gülerek devam etti, şu an şeytanın üzerine yemin ederim ki her şeyi kaybedene kadar mücadelemiz sürecek. Tüm savaşları kaybettiğimizde kamil insan olacağız, arınacağız, işte o vakit ulvi anlamda kazanmış olacağız.

Celal olayı yine istediği gibi anlatıp, ortamı sulandırmıştı, içerde duvarda asılı bağlamayı ve divanın üzerindeki gitarı kapıp geldi. Hadi dedi paslanmış mıyız bakalım. Tıngırdat pabucumun şansölyesi, dünyanın en kötü gitaristi, ağlasın dağlar, ağlasın deniz, hüznünde boğulalım şiirlerin, aşkından çatırdayıp ortadan ikiye bölünen yüreklerimizin anısına, vur teline titresin taksim, her yer bastille her yer direniş.

Gece böyle bitmedi elbette, Hasret Gültekin’e[51] bir parantez açtılar ve kapatamadılar, savrulup gidiyor ömür dediğin deyince, düştüler yola denize kadar aktılar, ellerinde yanıklar.

Dönüşte David’ten bahsetti Mahir. Gidiyorlarmış dedi, belki sen de gidersin onların yanına. Şu işleri bir hal yoluna koy ama önce, ben çok iyi hissetmiyorum kendimi şu son dönemde. Bedenimden önce ruhum emekli olmuş gibi geliyor. Hani yeniden başlamak diye gevelediğimiz cümleler vardı ya, çok boşmuş inan. Bu cümleyi kurduğun gün, hatta işte tam o an ya da bir gün öncesinde başlaman gerekiyormuş her neye başlayacaksan, her neyi ertelediysen.

Eda’dan bahsetmiştim sana değil mi? O gün başlamıştı aslında bu son süreç, gördüklerimin geçici bir gerçeklikten kopuş isteği olduğunu düşünmüştüm, içtiklerimle alakalıdır sanmıştım. Sonra sıklaştı o görüntüler. Bir başka dünya daha var şimdi yanı başımda. İşte devrimci fareler, büyücü kargalar, konuşan iskemleler, kendi kendine çalan gitar, sürekli gelip giden eski arkadaşlar, hiç konuşmadığım hatta görmediğim kadınlar hiç bırakmıyorlar peşimi. Rahatsız değilim tüm bunlardan, yanlış anlama sakın. Ama biliyorum da bir taraftan olağan değil tüm olan biten.

Bir de peşimi bırakmayan o vaka var, az biraz biliyorsun. Bu sefer ayrıntısını da anlatayım, dinle. Olasılıklardan, ihtimallerden bu kadar nefret etmenin sebebi o olay. Sence engel olabilir miydim o gün, o iki kadına durun gitmeyin çok tehlikeli bir iş yapıyorsunuz demek yerine, onları tutup şehre geri götürebilir miydim? Elbette yapabilirdim bunu ama yapmadım işte. Kafamda perdelerin arkasında gizlenmiş dönüp duran kocaman bir dişli kutusu var o günden beri ve artık taşıyamayacağım kadar ağırlaştı bu kutu.

Mahir yıllar yıllar önce -henüz Saddam Hüseyin hayattayken- Irak seyahatlerinden birinde Diyarbakır’da karşılaştığı iki genç kadın ile bir süre muhabbet etmişti. Kadınlar telaşlıydı, tedirgindi, nereye gidiyorsun diye sorduklarında Kerkük dedi Mahir. Biz de gelebilir miyiz seninle dedi kadınlardan biri. Sınıra gelmeden ineriz araçtan, gitmemiz gerekiyor buralardan, öldürecekler bizi eninde sonunda, bu şekilde yaşamayı hak etmiyoruz biz.

Hayır diyemezdi ki Mahir, hem de o yaşlarda hiç diyemezdi. Tüm riskleri göze alıp bir minibüs ayarlamıştı. Sınıra ulaşma saatini gece yarısından sonraya denk getirmeye çalışmıştı. İki kadın minibüsten indikten sonra bir süre arkalarından karanlığa baktılar ve az sonra göğü delen kızıllığı, o kulakları sağır eden gürültüyü, yanarak etrafa saçılan toprak parçalarını gördüler, o çığlıkları duydular.

Minibüsün şoförü Mahir’e öyle bir nefretle bakmıştı ki bir ân ve Mahir de nasılsa yakalamıştı bu bakışı, ancak bir cellâda böyle bakabilirdi biri. Adam açıkça alçak herif sen öldürdün gencecik iki kadını diyordu sanki. Mahir öyle şaşkın ve üzgündü ki, sür dedi durma, bir şey açıklayacak anlatacak ya da kendisini savunacak gücü yoktu. Gencecik iki kadın göz göre göre paramparça olmuştu az önce ve belki de şoförün düşündüğü yanlış da değildi. Onları Mahir öldürmüştü, elleriyle iki kadını ölüme götürmüştü.

Celal biraz arkada kaldı ve Keje miydi birinin adı diye sordu. Mahir yavaşça Celal’e döndü ve bilmiyorum dedi, isimlerini sormamıştım. Sen niye sordun?

Hiç dedi Celal, isimsiz öyle çok kadın ölüyor ve öldürülüyor ki hâlâ ve kimse –bak bizler bile işte-  nedense adlarını merak etmiyor, etmiyoruz hiç. Yalnızca anaları ve varsa çocukları, onlar biliyorlar isimlerini. Ama ben biliyorum, o ölen iki kadından birinin ismi Keje, diğerinin ismi Helin’dir. Onlar yaşamak için ölenlerin saflarında yer alacaklar sonsuza dek.

Ama sen de kurtul artık onların ağırlığından, kulağını gözünü o coğrafyaya çevirdiğinde duyacaksın ve göreceksin her yıl binlercesi Keje ve Helin gibi yok edilmektedir. Şimdi yapabiliyorsan, elinden geliyorsa onlar için bir şeyler yapmayı dene.

Senin de dediğin gibi şimdi başla ama, onların da çok vakti yok.

 

Devam mı?

Sokaklar hep aynı işte, evden işe işten eve gitmeye çalışan endişeli, sakin, huzursuz, mutlu, sinirli, gülümseyen, somurtan, yorgun, neşeli çeşit çeşit insan, sıkışık trafikte kendisine de bir yol bulma uğraşı içinde gürültülü taşıtlar, sırtlarında çantalarıyla dershanelere koşturan çocuklar, alışveriş torbalarıyla nefesleri her an kesilecekmiş gibi yürüyen emekliler, acı içinde iki büklüm hastanelere giden hastalar, muhtemelen saçma bir konu yüzünden hararetli bir şekilde tartışan evli çiftler, soğuk ya da sıcak dert etmeden tüm günü belki de hiç oturmadan ayakta geçiren seyyar satıcılar, hiç bir zaman bitmeyecek inşaatlara malzeme çıkaran işçiler, her fırsatta öpüşerek sarmaş dolaş gezinen taze âşıklar var.

Ben bu karmaşa arasında sana bakınıyorum hep. Doğrusu bu ya bir an kendimi seni ararken buluyorum kalabalıklar içinde. Neredesin, hangi sokakları kullanıyorsun, hangi saatlerde nerelerden geçiyorsun?

Binmiş olabileceğin taksileri, otobüsleri, trenleri geziyorum. Dokunmuş olabileceğin camlara elimle gülen adamlar çiziyorum. Sinema salonlarının girişlerinde arkadaşlarını bekleyen insanlara yaklaşıp, onlarla birlikte ben de bekliyorum. Maçlara gidiyorum, uzayan kuyruklarda bekleyenlere tek tek bakıyorum, yoksun. Tiyatro gişelerinde oyalanıyorum, konserlere gidiyorum, afişlere bakar gibi yapıp seni görebilmeyi arzuluyorum. Eylemlere gidiyorum, uzayıp giden kalabalıklar içinde senin de olmanı diliyorum, kitapçılarda seveceğini düşündüğüm kitapların satıldığı reyonlarda daha fazla kalıyorum.

Bu şehirde seninle karşılaşma ihtimalimiz -öyle böyle değil bildiğin sayıyla- sıfır mı hakikaten? Masadaki sürahinin kendi kendine ilerlemesinin ihtimali ya da benim şu an kanatlarımı açıp gökyüzünde süzülmemin mümkünatı kadar sıfır. İsmini dahi yazmadığı sınav kâğıdına Aşk Gemisi’nin[52] son bölümünü tüm ayrıntılarıyla yazan muzip öğrencinin tam not alması olasılığı kadar. Sevgilisinin hemcinsi olduğunu ilk söylediğinde, muhafazakâr babasının varsın olsun, sen mutlu ol yeter deme ihtimali kadar.

Sahi nasıl kayboldun sen, ne vakit yok oldun birden? Ellerini tutmuş muydum hiç senin? Tenin nasıldı, gözlerin renkli miydi, gamzelerin var mıydı mesela? İnan hatırlayamıyorum. Sadece yürüyüşünü anımsıyorum, her adımda yaklaşan ya da biraz daha uzaklaşan tutkuyu, heyecanı, tedirginliği, utancı, pişmanlığı, hüznü ve acıyı taşıyan siluetini.

Bir gün karşılaşırsak bir köşe başında –öyle hazırlıksız ve aniden olur ya hep-, gözlerine bakarak edeceğim ilk kelimeden sonra ikincisi çıkmazsa -ki aklıma gelen hep başıma gelmiştir- gülümseyip geçeceksin belki de, tanımayacaksın beni ya da tanımamış gibi yapacaksın. Haksız da sayılmazsın, bir insanı tanımak, onu hatırlamak ya da özlemek de emek ister. Ben sana emek vereceğin hiç bir şey yapmadım. İyi ya da kötü hiç bir şey yapmadım.

Zarlarım elimde dolaşıp durdum sadece. Beni sevecekse kendiliğinden sevsin dedim. Bana aşık olacaksa uzaktan olsun dedim. Bir bakış, bir dokunuş, bir söz etkilemesin istedim, duru olsun, tertemiz olsun istedim. Şimdi ne kadar hatalı olduğumu daha iyi anlıyorum. Oysa şair söylemiş, şarkısını yapmışlar hatta ben dahi defalarca söylemişim hiç düşünmeden; “sevmek bir çok şeyi göze almaktır”[53].

Demek ki ben seni yeterince sevmemişim. Demek ki sen beni hiç sevmemişsin. Belki sen de tam tersini düşünüyorsundur? Keşke. Aslına bakarsan bir önemi de yok tüm bunların.

Olsun varsın, seni çok sevdiğim için aramıyorum ki ben yalnızca. Oyunu sürdürmek tek ve asıl niyetim. Var mısın demek için dolanıyorum yollarda. Sahi var mısın? Devam ediyor musun?

 

İktisat

Her şey bu kadar basit olabilir mi? Bu kadar basit olan bu kadar karmaşık gösterilebilir mi peki? Peki sırf sen görmeyesin –kör olasın- diye harcanan parayı karşılamak için bir Afrika daha feda edilebilecek mi? İnan olsaydı gözlerini kırpmadan yaparlardı ama maalesef kalmadı artık. Tükettiler.  Bu gezegen bitti gibi.

Yok hayır mevzu bu değil elbette, asıl soru şu olmalı belki, neden bu yaşama uğraşı ve neden bu denli saçma geliyor bizlere rutinimiz? Neden kahkahalarla gülmüyoruz sabahları güneşli bir güne uyandığımızda?

Cehennem varsa şayet kesin burasıdır, bak senin de yaşadığın yer öyle değil mi?

Kapitalizm gerçekten bir deli saçması, absürt bir yapılanma ve insanın doğasına tamamen aykırı bir sistem. İşte daha önce binlerce kez söylendiği gibi hepimiz için bir cehennem. Diyeceğim o ki neden bu dünyada yaşadığını sorgulayan kalabalıklar için çözüm çok açık, “bu yanılsamadan kurtulmalıyız, ama hemen şimdi”.

Onu yok etmeli de ama nasıl?

Marks ve Engels bizler için okumalar yapıp, kafa patlatıp, mesai harcayıp yazmışlar aslında bu kapitalizm zırvalığını. Ama işte kalın kitap, yüzlerce iktisadi terim, kötü tercümeler, ağdalı diller, tembellik derken okumadık. Okuyanlar oldu elbette, bize özet yaptılar, yorumlar ile yardımcı olmaya çalıştılar, işte biraz anladık, biraz anlamadık ama gün geldi baktık ki, bizim şimdi yaşadığımızı yüz yıldan fazla bir zaman önce adamcağızlar söylemiş. Sürpriz değilmiş bu yaşadıklarımız, bu yeryüzü cehennemi, hatta azıcık zorlayıp elli yıl öncesini kurcalasak da görebilirmişiz bir şeyler.

Öyle “Efendiler”le başlayan cümleler kullanmadan bakmaya çalışacağız biraz, mütevazi ve çekingen olacağız, büyücek laflar etmeyeceğiz. Aslında hepimizin gündelik hayatımızda tek tek ortaya attığı yakınmaları toplasak, öyle inanıyorum ki en güzel kapitalizm eleştirisi çıkar ortaya.

Celal’in kendisi ile kavgası iyice hiddetlenmişti ve artık gizlemesi mümkün de değildi. Ayşen bir süredir bu farklılığı gözlemlemiş ama onunla bu konuyu konuşmamıştı. Zaten sonra fırsat da bulamadılar ve Celal ortalardan kayboldu. Bir süre hiç haber almadılar, ardından yeni e-posta adresi, yeni telefonu ile aslında hiç görünmeden bir şekilde görünür oldu Ayşen için. İşte bu süreçte tuttuğu notları okumaya başlamıştı Ayşen ve okudukça aynı şeyleri fazlasıyla kendisinin de hissettiğini görüp şaşırmıştı.

Elbette bu insanlar –ben dahil- başka bir gezegenden gelmediler, hep buralardaydılar, hep bu sistemin bir parçasıydılar. Hep şikâyetçi oldular. Ama bu kez başka bir durum söz konusuydu. Bu kez bir dünya savaşı fitilleyip işin içinden çıkamayacaklardı. Bu kez daha iyi gören ve daha bilinçli insanların birbirleri ile hızlı ve engellenemeyen bir iletişim ağı vardı. Tamam bu ağ tümüyle onların elindeydi, isteseler bir anda yok edebilirlerdi ama artık biliyorlar ki bu yeni güç –henüz tam olarak tanımlanamamış insan grubu- pek tabii yeni bir yol da bulabilirdi çok kısa süre içinde.

Şimdi konuyu çok saptırmadan, direniş, başkaldırı ve çatışmayı bir kenara bırakarak bu kitabın yazılmasının asıl sebebine gelelim diye yazdı Ayşen, ilk kez bu kadar açık oluyordu, belki de ilk kez kendisi de bu kadar iyi anlamıştı.

Bu uzun uzun cümlelerin tekrar tekrar yazılmasının asıl nedeni;  geçip giden zamanı ve sadece senin olan hayatı -suyu boşaltılmış bir akvaryuma zorla kapatılmış küçük bir fare gibi- seyretmeye artık bir son verme isteğidir, arzusudur, temennisidir. Bu rahatsızlığın açıkça ortalığa serilmesidir, kodlamadan tanımlanması ve çekinmeden isimlendirilmesidir.

Bu bakımdan okuduktan sonra kütüphanenizdeki diğerlerinin arasına sıkıştıracaksanız, boşuna yorulmuş oldunuz demek olacaktır. “En azından sizi sorgusuz sualsiz hapseden bu sistemin en sıradan koruyucularından birinin kafasına atmalısınız ki Celal’in kemikleri sızlamasın” diye yazdı Ayşen kendisini tutamayıp.

Bu kez çok eğlenmişti. Her şeyi bir tarafa bırakıp çantasını alıp sokağa çıktı. Beresini iyice aşağı çekip ıssız bir sokaktaki duvara sprey boya ile “vız gelir bize vız, sizin duvarlarınız”[54] yazdı. Bunu üçüncü kez yapıyordu ve hâlâ aynı heyecanı yaşıyordu. Bir gün çalıştığı plazanın devasa cam kaplamasını da yazılamak istiyordu, büyük iş olurdu elbette.  Kendisi yapamasa bile birilerinin bir gün bunu yapacağından emindi.

Bu birbiri ardına gökyüzüne yükseltilen insanlık dışı saçma binaların evsizler, güvencesizler ve gerçek ihtiyaç sahipleri tarafından işgal edileceğine ve bu binalarda komünlerin oluşacağına inandığı kadar, bu kapitalist ticaretin kaleleri şatafatlı binaların tüm çirkin yüzlerinin yakın zamanda sokak sanatçılarının özgür dokunuşlarıyla resimler, grafitiler ve yazılarla dolacağına da inancı tamdı.

Şehirleri gerçek sahipleri ele geçirmeliydi ve geçireceklerdi eninde sonunda.

O hileli yollarla –sadece sermaye sahiplerini ve haksız karlarını korumak maksadıyla kurguladıkları hukuk ve onun yasalarıyla-  ele geçirdikleri araziler, yok ettikleri ormanlar, parklar, denizler, zehirledikleri göller, nehirler ve tüm bunlardan elde ettikleri haksız gelirler elbette ortaya çıkacak ve su yolunu bulacaktır.

Bankalarında bekleyen paralarının tutarı hesap makinelerinin ekranlarına sığmazken, doğal gaz ve elektrik faturasını ödeyemediği için kışın ortasında bir küçük kız –hem de şehrin göbeğinde- soğuktan donarak ölmemeli artık. Bu haberi duyduklarında yüzü dahi kızarmayan aşağılık bir güruh için de elbette özel bir son hazırlanmalı.

İnsanlar yalnızca sermaye sahiplerine hizmet eden bu adi kapitalist sistemin arızaları dolayısıyla, kimin çizdiği çoktan unutulmuş sınırları sözüm ona korumak için ya da uydurulmuş ulus isimleri yüzünden birbiriyle savaşmamalı artık. O savaşları tezgâhlayan devletleri, hükümetleri alt edip, zaten sahibi oldukları şehirleri yeniden ele geçirmeli. “Keşke bu günler çabuk gelse” diye yazdı Ayşen.

Vadi

Ölülerle konuşan kadının peşine takılıp yürümeye başladı. Kaç gün kaç gece bilmeden, zamanla ayakkabılarının tabanları eridi, ayakları yere değdi, durmadı. Hiç yetişmedi ona, hiç yanına varmadı ya da haşa önüne geçmedi. Duymaya çalıştı hep arkasından söylediklerini, rüzgâr gibi, bazen buzdan bıçaklar gibi bazen yağmur yüklü bir bulut gibi yüzünü yalayıp geçiyordu sözleri.

Sonra bir ara sisler arasında kaybetti onu, panikledi sağa sola koşturdu, seslendi boşluğa sabırsızca ta ki sesi bitene kadar. Bilmediği bir yerde, bilmediği bir mevsimde yapayalnızdı artık. Dereler, göller, uzun çayırlar, tepeleri karlı dağlar vardı. Ormanlar başlıyor ormanlar bitiyordu. Kuşları görüyordu uzaktan, göl kıyılarında dans eden ceylanları.  Uzun uzun yağan sıcak yağmurlar, içini titreten ayazlar, derisini kavuran güneş vardı.

Onu kaybettikten sonra güneş üç kez batmış ve üç kez doğmuştu ki vadide bir kulübe gördü. Telaşlandı. Bir su birikintisinde kendine bakmaya çalıştı. Eski bir tanıdığa benzetti kendini, ama anımsayamadı ismini. Ağzına acı bir su geliyordu sanki her hatırlamaya çalıştığında. Bıraktı bu can yakan anlamsız çabayı. Üzerinde ne varsa çıkarıp bir ağacın altına bıraktı, zümrüt yeşili suya bıraktı kendisini. Saçlarını taradı, tüm kötü kokulardan arındı, yol buyunca ayaklarında, bacaklarında, kollarında oluşan yaralar sızladı suda.  Rengi süt gibi beyaz, elleri parmakları buruş buruş oluncaya kadar çıkmadı sudan. Gümüş rengi balıklar dolaştı etrafında, güneş kızıla boyarken vadiyi su yavaş yavaş soğumaya başladı. Çıktı ve kurulandı geniş yapraklarla.

Kendisine yeni giysiler yaptı yapraklardan. Göz kapakları ağırlaştı. Bir ağacın altına kıvrılıp uykuya daldı. Sabah yüzüne düşen bir damla ile uyandı. Ağacın alçak dallarının birinde tropik rengârenk iki kuş konuşuyordu anlayamadığı bir dilde.

Su yenilemişti sanki bedenini. Peşine takıldığı kadın aklına düştü yine. Bu kez gülümsedi. Yavaşça doğruldu, dün saatlerce yıkandığı suyu birleştirdiği iki elinin avuçlarına doldurdu ve kana kana içti. Kulübenin önünde bir kalabalık vardı, ateş yakmışlardı, sağa sola koşturan insanları gördü. O tarafa yürümeye başladı. Onu fark ettiler, duruldular, şaşkındılar, hepsi ona bakıyordu artık merakla.

Yaklaştıkça kulübenin etrafındaki insanların yüzleri belirginleşiyordu, verandanın merdivenlerinde oturan kadını tanıdı, ölülerle konuşan kadındı o. O halde pek de davetsiz bir misafir değildi. Sadece biraz şekilsizdi ve rahatsızdı bu yapraklardan.

Genç bir adam elinde bez bir torbayla yaklaştı ve hoş geldin dedi. Al bu torbayı, içinde ihtiyacın olan bir kaç eşya var, önce bir şeyler giy üzerine, ilk üç gün misafirsin sadece izleyeceksin, mümkün olduğunca hiç bir şeye dokunma. Sonra bir yerden başlarsın. Ortak dilimizi anladığını düşünüyorum, şayet anlamıyorsan ya da zorlanıyorsan söylemelisin, başka iletişim seçenekleri de mevcuttur.

Bu arada benim adım Adam, sana ben eşlik edeceğim ilk bir ay. Yolda yaşadıklarını şimdilik unutmalısın. Yeri gelince hatırlayacaksın zaten merak etme, hepsinin bir karşılığı var bizim dünyamızda.

Biz burada dışarıdan bir eşya istemeyiz. Bu yüzden buraya gelebilenler neredeyse çıplaktır. Yeterince düş gücü olmayanların gelmesinin zaten mümkün olmadığını anlamış olman lazım şu ana kadar ve belki de en önemlisi, biz buraya neden geldin diye de sormayız, sen de anlatmayasın sakın. Zaten dinlemez kimse ama boş konuşursan uzaklaşırlar senden, yalnızlaşırsın.

Burada bir yaratıcı yok, bir peygamber yok, bir kral yok, bir lider yok, bir komutan yok. Kıdem yok, yeni yok eski yok, yaşa hürmet yok. Herkes eşittir ama lafta değil. Ne doğuluların ne de batılıların tanımladığı cennet gibi de değildir.

Burada suç yok, ceza yok. Ama yanılmayasın ve hatta boş hayallere kapılmayasın sakın, burada kurgulanmış bir model var ve bu herhangi bir yerde uygulanabilir genel geçer evrensel bir şeydir diye de düşünme. Burada sadece vadinin koşullarına göre dar bir katılımla yürütülebilecek ve mutlaka nasıl bir başı varsa bir de sonu olacak bir yaşam düzenlenmiştir.

Zamanı kafana takmadan gidebildiğin kadar gidersin. Sana bağlı her şey. An gelir sığamazsın buraya belki ve bir sabah geldiğin gibi çıkıp gidersin. Kimse niye geldin demediği gibi niye gittin de demeyecektir.

Böylece Olcan’ın en keyifli görevi rüya gibi başlamıştı. Bu kez görevlendiren Ayşen’di. Ya da şöyle söyleyelim, bu kez oyun rüya gibi başlamıştı, oyunu kuran Ayşen’di.

Daha önceden orada olması muhtemel kişilerin listesini Ayşen çıkarmış ve aslında bir kısmı ile de irtibat kurmuştu. Ama kendisi bırakamadı İstanbul’u, belki de yorgundu ya da hazır değildi. Aklına Olcan geldi, yani kolayca oluştu bu fikir, çok zorlamadı.  Öğrenciydi, vize, pasaport çok sorun olmayacaktı. Okul dışında bir sorumluluğu yoktu henüz. Kira, annesinin geçimi ya da bakımı henüz onun sırtına yüklenmemişti.

Olayı döndürüp dolaştırıp etliye sütlüye dokunmamak ya da derler ya tavşan ayağı gibi kokmaz bulaşmaz bir hale getirmek için, var olması ile olmamasının -en azından bu kitap özelinde- çok da fark etmeyeceği bir genç delikanlının sırtına yüklemek Ayşen’i de rahatsız etmişti. Bunu doğrudan Olcan’a da söylemişti, Olcan’ın alınabileceğini de hesaba katarak.

Ama Olcan en azından hayatta kalarak bu romanın -ki hâlâ bir roman olduğunu düşünen var mı pek emin değilim- en değerli karakteri seçilmeyi hak ediyordu. Yıllarca çok iyi bir kalecinin arkasında bekleyen çok iyi bir ikinci kaleci gibi sabırla kaleye geçeceği anı beklemiş gibi düşünülebilir miydi? Kötü örneklerle açıklama gayreti iyiye işaret değildir ve daha da kötüye gitmeden durmasını bilmek lazım gelir.

Bütün bunlar Ayşen’in kafa karışıklığı da olabilir tabi.

Neyse olanı biteni anlamış olmalısınız. Ayşen büyük makinenin çarklarına bir şekilde bir taraflarını kaptırmıştı ve kopamıyordu. Belki de o, çağının asgari taleplerini karşılamak üzere tasarlanmış mükemmele yakın bir üründü ve bu işte bu nedenle sistem dışında arıza vermesi oldukça olağandı. Bir kaç deneme sonucunda yüzde yüz bir geri dönüş yaşamasa da, kaportada bir kaç çizik ve ezikle eski garajına döndü. Terfi bile aldı. Motoru tamamen değişmişse de bu dışarıdan kolay kolay fark edilemezdi, en azından azımsanmayacak bir süre.

Eee nedir bakiyesi derseniz, kayda geçmiş bir hikayesi oldu sadece diyebiliriz. Yetmez mi?

Ya da üzerine yansıyan başka yaşamların ışıltılarını kara gölgelerin yutmasına izin vermemeyi öğrenmiş de olabilir. Kim bilir?

 

Karakterler

Ayşen – Romanı kaleme alan kişi, hem okur hem yazar

Celal – Ayşen’in yazmasına yol açan notların sahibi

Mahir – Celal’in yakın arkadaşı ve esin kaynağı

Berfin – Mahir’in bakıcısı

Olcan – Celal’in oğlu

Mahmut Amca – Muhacirlik dönemini Celal’e anlatan kişi.

Tatyana – Muhacirlik döneminde sevilen bir rus hemşire

Recep – Gümüş Otel görevlisi

Kenan Usta – Fırın sahibi ve ustası

David – İngiliz danışman

Emma – Nijeryalı bir kadın

Lara –Emma’nın kız kardeşi

Nnakeme – Güney Afrika’da bir hekim

İbrahim – Nijerya’da bir mühendis

Elena – Kırım’lı bir kadın, turist rehberi

Keje – Güneydoğu’dan genç bir kürt kadın

Helin – Keje’nin arkadaşı

Nadya – Rus asıllı Kazak bir kadın

Gulnar – Kazak bir kadın

Galina – Kazak bir kadın

Swetlana – Rus asıllı Kazak bir kadın

Selim – Bir gazete haberine konu olmuş genç mühendis

Maria – Selim’in sevgilisi

Alp – Kayıp adam

Kostas – Atinalı bir iş adamı

Aleksander – Kişinevli orta yaşı aşalı bayağı olmuş bir mühendis

Eda – Kendi halinde bir kadın, Mahir’in arkadaşı

Ali – Ayşen’in bir arkadaşıdır, Ayşen ve diğer arkadaşları Aliço der genelde

Nihat – Mahir’in bir arkadaşı

Ayrıca Troçki, Hrant, Anna, Elif, Sarai romanda bahsedilen gerçek kişilerdir.

Adam – Olcan’ın Vadi’de karşılayan kişi

[1] Ömer Madra

[2] John Lennon – “Hayat, siz başka planlar yapmakla meşgulken başınıza gelen şeydir.”

[3] Bir Ezginin Günlüğü şarkısı, “Hoş geldin”.

[4] Ceylan Ertem

[5] Bilişim Teknolojileri

[6] William Shakespeare – “All the world’s a stage” adlı şiirinden alıntıdır. Türkçesi, “Bütün dünya bir sahnedir, Ve bütün erkekler ve kadınlar yalnızca birer oyuncu: Çıkışları ve girişleri vardır hepsinin; Ve bir insan hayatı boyunca birçok rolde oynar,…”

[7] Pir Sultan Abdal

[8] Milan Kundera – Gülüşün ve Unutuşun Kitabı’ndan

[9] Neşet Ertaş

[10] Erzurum

[11] Seven, sevgi besleyen, dost

[12] Hindistan’ın kendi anayasasında geçen ve pek çok yerel dilde kullanılan adı

[13] A. Gölpınarlı, Hacı Bektaş Velâyetnamesi

[14] Pir Sultan Abdal

[15] Celal, daha anlaşılır olması için bir not yazmış; “diyelim ki bir şirket hisseleri yabancı bir yatırımcıya satılmış olsun, çalışanlar için maaşları ve özlük hakları önemlidir, bunlar değişmez hatta iyileşirse şirket hisselerinin kime ait olduğunu kimse önemsemeyecektir. Kimse de dönüp o çalıştığın şirket satıldı neden karşı koymadın diye sormaz.”

[16] Aşık Veysel

[17] Damlarda, yollarda toprağı ezmek, düzlemek için kullanılan büyük ağır taş. Genellikle silindir şeklinde olup kullanım amacına göre disk ya da tekerlek şeklinde de olabilen ve üzerinde hareket şekline uygun bir kaç delik bulunan ilkel bir araç.

[18] Mücbir sebep

[19] Hindistan’ın kuzeyinde küçük bir kasaba.

[20] Tuzla Ermeni Çocuk Kampı

[21] Paul Austler

[22] Ukrayna’da bir kent

[23] Yeni adı “Mykolaiv” olan Ukrayna da bir kent.

[24] Jerzy Kosinski’nin aynı adlı eserinden. Kitapta geçen kısa bir öykü şöyledir; sürüden bir kuşu parlak renklere boyayıp serbest bırakırlar, ancak diğer kuşlar farklı renklerinden dolayı boyalı kuşu tehdit gibi algılar ve tümü üzerine saldırıp onu öldürür.

[25]  Fransız Jacques Plante ve Ermeni kökenli Fransız Charles Aznavour tarafından yazılmış şanson, ilk kaydı 1965 yılında yapılmış, Aznavour tarafından seslendirilmiştir.

[26] Bir “Ezginin Günlüğü” şarkısından.

[27] Vedat Türkali’nin bir şiirinden alıntıdır.

[28] Çek dilinde “hüzün, acıma, özlem ve pişmanlık” duygularının tümünün bir arada anlatıldığı sözcük. Milan Kundera tarafından kitaplarında kullanılmış, hatta örneklerle açıklanmıştır.

[29]  Tek gecelik ya da bir seferlik cinsel ilişki için kullanılır

[30] Faydacı

[31] Bir parçacığın momentumu (ya da kütlesi ile hızının değişimi) ve konumu aynı anda tam doğrulukla ölçülemez.

[32] Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı kitap kastediliyor.

[33] Şair Konstantinos Kavafis

[34] Ebu Saîd Harrâz’a göre “Fenâ fillah; kulun kulluğunu görmekten fâni olması, bekâ billah ise; kulun Allah’ın huzurunda bâki ve var olmasıdır.” Ayrıca “Fenâ fillah; kul allahın sıfatlarıyla bezenmesi ve bekâ billah ise; kötü huy ve sıfatlardan arınan kulun iyi huy ve sıfatlar edinmesi, kendisinden fânî olup Hak ile beraber olması şeklinde de yorumlanmaktadır.

[35] Edip Harabi – İçeriz Şarap

[36] Ömer Seyfettin – İlk Cinayet

[37] Turgut Özal’ın bir demecinden alıntıdır.

[38] Semey

[39] Oğuz Atay

[40] Dharamsala kuzey Hindistan’da Himachal Pradesh eyaletinde Himalaya eteklerinde bir yerleşim yeridir.

[41] Ömer Madra (Açık Radyo / Açık Gazete)

[42] Dağlar adlı Hüsnü Arkan şarkısından bir dize. “Garip ömrüm dayan, gidenler gitti, vakitsiz göç vurmuş turnalar gibi”

[43] AKM : Atatürk Kültür Merkezi

[44] Bir sistemdeki mekanik olarak işe dönüştürülemeyen enerjiyi ifade eden termodinamik terimdir. Rastgelelik ve düzensizlik olarak da tanımlanır.

[45] Atakan Gülgar’ın bir şiirinden alıntıdır.

[46] 2003 yapımı bir fransız filmi. Yazar ve yönetmen’i  Yann Samuell.

[47] Yaşar Kurt’a ait  bir şarkıdan alıntıdır.

[48] Eskişehir’de Gezi Direnişine destek vermek için sokakta bulunduğu sırada, eli sopalı bir kaç sivil ve sivil polisler tarafından sokak ortasında acımasızca dövülmüş ve sonrasında beyin kanamasından dolayı daha 19 yaşında hayata gözlerini yummuş üniversite öğrencisi. Mahkemesi türlü hile ve oyunlarla manipüle edilmeye çalışılmaktadır. Ailesi, dostları, arkadaşları ve bu olaylara tanıklık etmiş hepimiz suçluların ceza alması için elinden gelen tüm desteği verecektir/vereceğiz ve Ali İsmail’i asla unutmayacaklar/unutmayacağız.

[49] Aynur Haşhaş’ın söylediği bir türkü.

[50] Piramide benzeyen tapınak, yapısal olarak piramitlerden farkı üst kısmının düz bir geniş teras olmasıdır.

[51] 2 Temmuz 1993 yılında -henüz 22 yaşındayken- Sivas Madımak Otel’de yakılarak öldürülen 37 candan biri.

[52] Yıllar önce TV’de gösterilmiş bir dizi, orijinal ismi “the love boat”.

[53] Murathan Mungan’ın bir şiirinden, Yeni Türkü’de bu şiiri bestelemişti, Olmasa Mektubun.

[54] Bir Nazım Hikmet Ran şiirinden alıntıdır.